İŞÇİ SINIFI

Sendikal kriz

http://alinteri.org/img/rengarenk.jpgSınıf ile sosyalizm arasındaki derin kopuş, neoliberal birikim politikalarının daha hızlı ve engelsizce hayata geçirilebilmesine yol açtı

Geleneksel sendikaların, yıllardır, tıkanmanın da ötesine geçen bir krizle sarsıldığı ortada. Bu kriz, onları da sarsıp dönüştürecek güçlü bir sınıf hareketiyle yarılamadı. Onların içinde ya da dışında gelişen ve toplamı etkisi altına alabilecek alternatif taban örgütlenmeleri veya sınıf çizgisinde gelişen sendikal hareketlerce aşılamadı.

Bu durumun pekçok nedeni var. Bunların başta geleni, sosyalizmin dünya düzleminde yaşadığı tarihsel yenilgi ve bu yenilginin kitlelerde yarattığı güvensizliktir elbette. Türkiye özgülünde buna, 12 Eylül karşısında sergilenen utanç verici teslimiyetçi tutumun üzerine eklenen 1990′lı yıllar boyunca peşpeşe yaşanan tasfiyecilik dalgalarının yol açtığı çözülme ve yozlaşmayı da eklemek gerekir.

Sınıfla sosyalizm arasında yaşanan bu derin kopuş sermayenin rahatça at koşturabilmesine neden oldu. Kapitalist sistemin yapısal krizini aşmak için yöneldiği neoliberal birikim politikalarını, daha hızlı ve engelsizce hayata geçirebilmesine zemin hazırladı. ‘70′lerde girdiği bu yönelimin, ‘80′lerde belirgin bir çizgiye kavuşması böyle bir ortamda mümkün olabildi. Sermaye, eline geçen bu fırsatları sınıfın tüm tarihsel kazanımlarını gaspedip yolunu aça aça ilerlemesine hizmet edecek şekilde kullandı. Hem tüm sosyal kazanımları gaspederek hem de varolan sendikaları yeni duruma uygun bir ideolojik söylemle ele geçirerek ilerledi. Bu arada tüm bu olup bitenleri belirli oranlarda da olsa engelleyecek, tıkayacak alternatif bir hareketin çık(a)maması onu tamamen hoyratlaştırdı. Aklımıza gelebilecek tüm sosyal ihtiyaçları (eğitim, sağlık, altyapı hizmetleri, ulaşım,..) sermayenin palazlanacağı yeni kar alanlarına dönüştürdü, tüm bu ihtiyaçları piyasanın dolaysız denetimine sundu.

Sermayenin bu ilerleyişi, teknoloji alanındaki gelişmelerle de birleşik üretim organizasyonunda köklü değişimleri beraberinde getirdi. Yıllar içinde hem uluslararası işbölümünde hem de üretim organizasyonunda radikal bir farklılaşma yaşandı. Emperyalist burjuvazinin çıkar ve ihtiyaçları temelinde şekillenen uluslararası işbölümü temelden değişirken, bant sistemine ve ayrıntılı işbölümüne dayanan üretim modeli de farklılaştı. Eskiye ait biçimlerdeki (fabrika sistemi) iç bütünlük de yeni modellerle parçalandı.

Fakat bu, öte yandan farklı sektörlerde üretim yapan birimlerin tek bir büyük fabrika gibi birbirleriyle iç içe geçtiği OSB’ler örneğinde gördüğümüz gibi kendi içinde yeni bütünlükleri, üretimin ülkeler içinde olduğu kadar evrensel ölçekte de daha fazla toplumsallaşması zemininde proletarya hareketi açısından yeni imkan ve avantajları da beraberinde getiren bir süreçti. Bu anlamda, sadece burjuvaziye avantaj ve üstünlük kazandıran yönlerle sınırlı bir tarihsel gelişme ve dönüşüm değildi.

Değişen uluslararası işbölümünün bizim gibi bağımlı ülkelerdeki en belirgin yansıması, uluslararası sermayeyle içiçe geçmiş orta ölçekli üretim birimlerinden oluşan organize sanayi bölgeleri oldu. Uluslararası sermayeye taşeronluk yapan işletmelerden oluşan bu bölgeler, dev sanayi havzalarını oluşturdu. Sermaye, eski modele göre şekillenen klasik merkezlerinden farklı olarak yeni sömürü alanları yarattı.

Tarımın çözülmesi ile de içiçe geçen süreç, kırsal nüfusun hızla erimesine yansıdı; bu, kentlere doğru yeni bir göç dalgasını tetikledi. Ege’de, İç Anadolu’da, Marmara’da, giderek Kürdistan’da yıllar içerisinde neredeyse hiçbir sınıfsal alışkanlığı/deneyimi olmayan yeni bir işçi sınıfı oluştu.

Devasa göç dalgasıyla birleşik yaşanan bu yeni işbölümü temelinde işçi sınıfı niceliksel olarak genişlerken, kendi içinde yeni ayrışmalar ve tabakalanmalar da yaşadı. Örneğin, bir yandan stratejik konumda yeralan çekirdek işgücü, eskinin beyaz yakalı kalifiye işgücünü de (mesela mühendisleri) içine alarak kalite çemberleri gibi modellerle sermayeye eklemlendi, bir yandan da, hiçbir güvencesi, hakkı, örgütlenme deneyimi olmayan devasa bir işgücü, yeni sanayi havzalarında, sürekli bir sirkülasyonla, gerçek anlamda vahşi sömürü koşullarında istihdam edildi. Proletarya yığınsallaştı, geçmişte de rekabet konusu olan cinsiyet, etnik köken, inanç, hemşerilik bağları, vb. farklılıklarına dayalı iç bölünme etkenlerine çalışma türü ve sürelerinin farklılığından kaynaklı yeni bölünme ve rekabet etkenleri eklendi.

Sınıfın yapısında, iç dokusu ve mücadele koşullarında meydana gelen bu köklü değişmeler, geleneksel sendikal anlayışlar yanında onlara da öncülük etme iddiasındaki politik yapılar tarafından da yıllarca izlendi. Sendika bürokrasisi en fazla kendi varlık koşullarını korumakla sınırlı bir çizgi izledi; gelinen noktada artık bunda bile zorlanıyor. Klasik ücret sendikacılığının bile gerisine düşerken, sınıfı “çağdaş sendikacılık” gibi açık işbirliğinin ifadesi olan “yeni modellerle” sisteme yedeklemeye çalıştı. Havzalarda oluşan “yeni proletarya kitlesi”nin örgütlenmesini ise gündemine bile almadı! Fakat bu yeni üretim modellerinin ortaya çıkardığı tablo, bastıkları toprağın da ayaklarının altından kayıvermesine neden oldu. Gelinen noktada yaratılan vahim tablo, sendikalaşma oranlarını ifade eden rakamlarla da konuşmaktadır: Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 5′lerde seyrediyor!!!

Bu açıdan da sınıf hareketinin ve özelde de sendikaların krizi, aslında tek başına sosyalizmin yenilgisi, ideolojik kırılma ile açıklanamaz. Bu olgunun belirleyiciliğinde, yaşanan dönüşüm ve farklılaşmalar, işçi sınıfı hareketinin leh ve aleyhindeki sonuçlarıyla birlikte okunduğunda bütünlüklü bir yaklaşım sergilenmiş olur. Sermayenin krizi ile içiçe geçen sosyalizmin krizi, sermaye açısından ciddi bir kazanıma dönüştürülüp vahşi sömürüyü ifade eden yeni birikim politikalarına geçişi, bunlara uygun üretim modellerinin yaratılmasını kolaylaştırdı. Bu, teknolojik gelişimle de birleşerek sınırsız sömürü olanaklarının yaratılması için dünyayı sermaye açısından cennete dönüştürdü! Ta ki, onda yapısal bir özellik olan yeni bir krizin patlamasına kadar!!

Klasik sendikalar açısından durum böyleyken, verili tabloyu sınıfın çıkarları temelinde
okuyanlar/okumaya çalışanlar açısından farklı mı? Eğer mevcut sendikaların yönetimleri devrimci sınıf siyasetinin temsilcisi olduklarını iddia edenlerde olsaydı tablo değişir miydi? Ya da varolan tabloyu sınıf lehine okumak nedir, bu tablo içinde devrimci sınıf çizgisi hangi esasları dikkate almalı, hangi parametrelerin altını çizmelidir? İşte asıl sorun, bugün bu sorulara verilen yanıtlarda düğümleniyor.

Sınıfın yeni bileşimi ve yapısı, devrimci sınıf siyasetinde de çok farklı eğilim ve yaklaşımları koşulladı, ciddi ideolojik tartışmaların konusu haline geldi. Bu tartışmalarda öne çıkanlardan birini de, toplumsal hareket sendikacılığı ile devrimci sınıf sendikacılığı arasındaki farklılık ve mücadele oluşturuyor. (Devam edecek)

[Alınteri’nin 12. sayısındaki DSB köşesinden alınmıştır]

Daha fazlası

İlgili

Close