POLEMİK

Ölüm Orucu Değerlendirmesi (II)

Bu kadar hayati bir konuda hangi zorlama ve yüzeysel gerekçelerle nasıl akıl almaz zig zaglar çizildi

ÖO Değerlendirmesi (II)

Sol tasfiyecilik, saldırının kapsam ve derinliğini göremedi

Sol tasfiyeci kafa -lafta ne söylerse söylesin pratiğin de gösterdiği gibi-, bu saldırının kapsam ve derinlik bakımından cezaevlerine yönelik daha önceki saldırılardan farkını bütün boyutlarıyla görememiştir.

İçerde ve dışarda izlenmesi gereken ittifaklar politikasından ÖO eyleminin zamanlamasına, uzun süreli çok sert bir çatışma olarak yaşanacağı baştan belli olan böyle bir sürece güçlerini kafaca ve ruhça hazırlamaktan gücümüzü aşan gelişmeler sonucu ortaya çıkabilecek olasılıklara karşı da önceden hazırlıklı olmaya, direnişin sahip olduğu güç ve avantajlar kadar zayıflık ve dezavantajlarının da bütünlüklü ve sağlıklı bir değerlendirmesini yapmaktan koşullardaki değişmeleri de dikkate alarak gerekli taktik manevraları zamanında yapmaya… kadar bütün kritik konu ve evrelerde sergiledikleri tutumların belirleyici nedenlerinden birincisi budur.

Onları korkunç bir darlık ve tekyanlılığa sürükleyen bu etkene, özellikle de kamuoyunda belli bir duyarlılık ve sahiplenmenin ortaya çıktığı evreden itibaren dar grupçu küçük hesaplar eklenmiştir. Onları sadece görmemekle kalmayıp diğer devrimci ve demokrat güçler tarafından yapılan uyarıları dahi dikkate almamaya sürükleyen ikinci belirleyici etken de budur. Tabii ki, TDH’nin daha önce değindiğimiz yapısal zaafları ile ’90 sonrası süreçte ortaya çıkan deformasyon kapsamındaki ‘siyaset yapma tarzı’ ve kültürünün hastalıklı alışkanlıklarını da bunları bütünleyen etkenler olarak gözardı etmemek gerekir.

Hücre tipi saldırısının, cezaevlerine yönelik daha önceki saldırılardan farklı olarak, belli bir kesitte yoğunlaşmış veya bazı yaptırımların yaşama geçirilmesi ile ‘sınırlı’ bir çatışma olarak geçmeyeceği baştan belliydi. Bu farklılık, en başta, “onun amacındaki farklılıktan ve bu amacın burjuvazi için taşıdığı önemden kaynaklıydı”. Amacın burjuvazi için taşıdığı önemden dolayı devlet bu kez, “belli bir direnişi ve kamuoyunda doğabilecek tepkileri göze alarak farklı bir hazırlık ve kararlılıkla” üzerimize gelecekti. “Kılıfına uydurabileceğini düşündüğü durumlarda Ulucanlar benzeri katliamlar yapmaktan kaçınmayacak…”, “…kısmi bazı tavizler de vererek bazı kesimleri ve ara güçleri tekrar yanına çekmeyi” deneyecek, hatta bunu belki başaracak, ama her halükarda “hücre tipi saldırısından kolay kolay vazgeçmeyecekti”. “Hücre tipi saldırısı ve buna karşı direnişin uzun süreli bir karakter taşıyacağı gerçeğinin görülmesi” amacıyla döne döne yaptığımız bu vurgulara bağlı olarak dikkatleri sürekli şu noktaya çekmeye çalıştık:

Hücre tipi saldırısı ve ona karşı direniş, tek bir hamleden ibaret olmayacaktır. Ulucanlar saldırısı ve ardından gelen ‘üçlü protokol’, Burdur ve Bergama sürecinin gelişimi gözönüne getirilecek olunursa, bu gerçek daha açık görülür. Hücre tipi saldırısı ve ona karşı direniş, ’96 benzeri bir kesitte yoğunlaşmış tayin edici sert bir çatışmadan ziyade, zamana yayılmış, zaman zaman alevlenip zaman zaman yatışmış gibi görünen, ama her seferinde tarafların bir önceki kapışmada kaldıkları noktadan istedikleri sonucu elde etmek üzere hamle tazeledikleri bir süreç olarak gelişecektir. Sürecin muhtemel gelişim seyrinin nasıl kavrandığı, en başta içerde ve dışardaki güçlerin kafaca ve ruhça hazırlanmaları bakımından olduğu kadar, güçlerin kullanımı ve eylem biçimlerinin belirlenmesi bakımından da belirleyici bir role ve öneme sahiptir.

(…)

Ailelerin ve demokratik güçlerin hücre karşıtı hareketi, peşinden sürükleyebileceği bütün güç ve alanları kapsayan bir yaygınlık, kitlesellik ve eylemlilik düzeyine çıkamamıştır henüz. Fakat o, bu haliyle bile devletin saldırı hazırlıklarına sekte vurup inisiyatifi onun elinden almıştır. Bugünden sağlanan bu gelişme, tabii ki devletin bütün kozlarını oynadığı ve artık sürekli bir gerileme içinde olacağı anlamına gelmez. Faşist devlet, henüz bütün kozlarını oynamadığı gibi, hücre tipi saldırısından da kolay kolay vazgeçmeyecektir. Bu nedenle, bugünkü durumdan hareketle rehavete kapılınmamalıdır; fakat öte yandan, devletin önümüzdeki süreçte atak yaptığı, kısmi bazı tavizler de vererek bazı kesimleri ve ara güçleri tekrar yanına çekmeyi başardığı durumlarda dahi paniğe kapılmamak gerekir. Bu süreç bu yönüyle de dalgalı bir seyir izleyecektir; karşılıklı hamlelerin, ileri atılmalar ve mevzi kayıplarının iç içe geçtiği, ortalığın zaman zaman durulur gibi olduğu, sonra tekrar alevlendiği vb. anlar ve kesitler yaşanacaktır. Bundan dolayı bütün bu süreç boyunca, içerde ve dışarda, çok soğukkanlı, sabırlı ve sorumlu hareket etmek; gelişmeleri ve olguları anlık, kesitsel veya parçayla sınırlı olarak değil, sürecin bütününe ilişkin devrimci bir bir perspektifin içine oturtarak değerlendirmek gerekir. Bu kavrayışla hareket ederek, dışarda, erken yorulma, bezginlik ve karamsarlık eğilimlerine kapılmaksızın hiçbir çabanın boşa gitmeyeceği ve bunların ürünlerinin çatışmanın kızıştığı kesitte kendisini bir biçimde mutlaka göstereceği bilinciyle ısrarlı ve inatçı bir faaliyet sürdürmek yaşamsaldır.” (”F tipi saldırısına karşı mücadele perspektifimiz” başlıklı genelgeden, abç)

Biz bu görüşteydik. Peki sol tasfiyeci mantık nasıl bir yaklaşım içindeydi? Onlar en başta, sorunun ‘tek bir hamle’yle, cezaevlerinde bir an önce başlatılacak bir ÖO eylemiyle çözülebileceği yanılgısı ve saplantısı içindeydiler. Onların hesaplarına göre bu ÖO, 1984 ve ’96 süreçlerinden farklı olarak belki birkaç ay daha fazla sürecek, şehitlerin sayısı belki biraz daha fazla olacaktı ama devlet eninde sonunda masaya gelecek ve talepleri kabul etmek zorunda kalacaktı!!! Onların mantığı kabaca böyle işledi.

Bugün bunu inkar etmek için istedikleri kadar demagoji yapabilirler. Ancak bu mantığın kendini dışa vurduğu somut olgu ve veriler de ortada. Burada bunlardan şimdilik sadece ikisine işaret etmekle yetineceğiz.

Bu eylemde neden bu kadar fazla dökülme oldu? O zamanki TKP(ML)’nin de bugün nedenlerini ciddi bir biçimde sorgulamaksızın itiraf ettiği gibi, “…İş gelip 90’lı günlere dayanınca ölüm orucu içerisinde yer alanlardan dökülmeler gün geçtikçe geometrik bir şekilde artıyordu. Bu artış 150’lere dayanınca daha da katlanarak arttı.” (MKP 1. Kongre Belgeleri‘nden aktaran Sınıf Teorisi, Haziran 2003) Üstelik bu insanlar, çok sayıda gönüllünün arasından seçilmiş ‘en güvenilir’ kadrolardı. 19 Aralık Katliamı’nın hemen arkasından teslim bayrağını çekenleri hariç tutarsak, herbiri kendi çapında belli sınırları aşarak bir yere kadar da direndiler. Peki daha sonra neden böyle ve bu kadar çok sayıda döküldüler? Çünkü bu kadar sert ve uzun süreli bir çatışmaya hazır değildiler. Sürecin bu kadar uzayacağını, üstelik aylar geçtiği halde devletin değil anlaşmak, görüşmeye dahi yanaşmayacağını ummuyorlardı. Kısacası, ‘beklenen’ zaferin öyle ‘beklenen’ süre içinde gelmediğini görmenin yarattığı hayal kırıklığı ve umutsuzluk sürükledi bu insanları asıl olarak direnişi bırakmaya. (*)

Saldırının amacını ve bu yüzden öncekilerden farkını kavrayamadığı için her şeyi ‘tek bir kılıç darbesi’yle çözebileceğini zanneden mantık, F tiplerinde dayatılan gündelik yaptırımlara karşı tutum sorununda da zigzaglara yol açtı. Sayımlarda ayağa kalkılması, dilekçelerin “…arz ederim” ifadesiyle bitirilmesi, görüşlere gidiş gelişlerde ayakkabıların çıkarılmasının istenmesi… gibi yaptırımlara karşı başlangıçta direnilirken, Tekirdağ, Kartal Özel Tip ve Kandıra’dan başlayarak, “Şimdi bir ÖO süreci içindeyiz, tali konuları ÖO’nun önüne geçirmemek gerekir, zaten bu tür konular görüşme masasında çözülecek” gerekçesiyle direnmekten vazgeçildi. Burada önemli olan nokta, nasıl bir mantıkla hareket edildiğidir. Siyasi tutsakların devrimci kimliklerini ve kişiliklerini darbeleyip ezmeyi amaçlayan yaptırımların “büyüğü-küçüğü” mü olur? Bundan da önemlisi, her şeyin ÖO’na havale edilmesi, onun hedefinin de kendi içinde bir ‘mekan sorunu‘na doğru daraltılması, saldırının amacının ne kadar dar kavrandığını göstermekle kalmaz, direnişin ana biçiminin yaptırım gücünü artırıcı değil zayıflatıcı bir rol oynar.

Yüzeysel ve yapay gerekçelerle yaratılan bölünme, erken ve zamansız çıkış

Saldırının amacı ve olası gelişme seyrinin algılanışındaki tekyanlılık ve yüzeysellik, sol tasfiyeciliği asıl olarak, süreçteki dalgalanmaları soğukkanlı bir biçimde doğru tahlil edemeyerek aşırı subjektif ve zorlama gerekçelerle erken ve zamansız olduğu kadar çok daha güçlü bir çıkış yapılması imkanını resmen dinamitleyen bölücü bir tutuma sürükledi.

Sürecin daha sonraki seyri üzerinde de belirleyici bir etkide bulunan bu sorumsuz tutumun hangi yapay ve akıl almaz gerekçelere dayandırıldığının ve işin temelinde esasında hangi dar grupçu küçük hesapların yattığının üzerinde durmaya geçmeden önce, sol tasfiyecilerin “kendi başlarına da kalsalar ÖO’na başlama” kararını aldıkları evrede hangi noktada bulunulduğunun hatırlanması şarttır. Çünkü bu sürecin arka planındaki gelişmeler, devrimci hareketin kadroları tarafından dahi hala yeterince bilinmemekte; bu yüzden de tekyanlı ve çarpıtılmış ‘resmi tarih anlatımı’na dayalı demagojik spekülasyon ve değerlendirmelere dayanak yapılabilmektedir.

F tipi saldırısının “işaret fişeği” olarak gördüğümüz Ulucanlar Katliamı’nın arkasından yaşananların ayrıntılarını ‘şimdilik’ kaydıyla bir tarafa bırakacak olursak, 2000 yılının Temmuz ayına gelindiğinde cezaevlerinde bulunan bütün örgütlerin “F tipi” saldırısına karşı nasıl bir yaklaşım ve olası tutum içinde oldukları ortaya çıkmıştı. CMK’nın 12 Temmuz 2000 gecesi Bayrampaşa Cezaevi’nde yapılan ve hücre tipi saldırısına karşı direnişin talepsel çerçevesini ortaya koyacak programatik bir metnin hazırlanması kararının alındığı bir toplantısının ardından; bu süreçte, odağında ÖO’nun yer aldığı bir direniş çizgisi izlenmesinin ‘gerekli ve kaçınılmaz’ olduğu görüşünde birleşen TİKB, TKP/ML, DHKP-C ve TKP(ML) arasında dörtlü görüşmeler başlatıldı.

Bu dört örgüt arasında 20 veya 21 Temmuz, 5 Ağustos ve son olarak 20 Ağustos 2000 günlerinde yapılan toplantılarda; ÖO eylemine hangi koşullarda başlanacağından B1 kullanımı da dahil eylemin yürütülüş disiplinine kadar her konunun ele alınıp belli bir sonuca bağlandığı ayrıntılı bir ‘eylem planı’ üzerinde dahi mutabakat sağlandı. Sadece 20 Ağustos gecesi yapılan son toplantıda, DHKP-C temsilcisi, eylemde B1 kullanılacağının kamuoyuna baştan açıkça deklare edilmesi gibi konuları “kendi içlerinde bir kez daha değerlendirme” ihtiyacı duyduklarını belirtti.

28 Ağustos 2000 günü DHKP-C’den ikili bir resmi görüşme daveti aldık. O gece yaptığımız görüşmede DHKP-C temsilcileri, öz olarak: “ÖO eylemine başlamakta geç kalındığı görüşünde olduklarını, zaman kaybedildiğini, buna karşın devletin Eylül ayında TBMM açılır açılmaz TMY’nin kamuoyunda en fazla duyarlılık yaratan 16. Maddesi’nde yapacağı küçük bir değişiklikle F tiplerinde katı bir tecrit uygulanmayacağına dair yanılsama yaratarak kamuoyu desteğini zayıflatıp F tiplerine yasal bir meşruiyet kazandırmaya hazırlandığını, eğer biz bu kesitte ÖO gibi bir eylem içinde olmazsak bu manevraları etkisizleştiremeyeceğimizi ve daha sonra işimizin daha da güç olacağını, bu arada birçok örgütü ÖO konusunda istekli veya samimi görmediklerini, nitekim TKP/ML’nin Ümraniye’deki yönetici kadrolarının dahi bu konuda muğlak konuşmalar yaptıklarını, dolayısıyla daha fazla beklemenin ÖO’na karşıt eğilimleri güçlendireceği…” görüşünde olduklarını belirterek, bu gerekçelerle örgüt olarak “tek başlarına dahi kalsalar harekete geçme ve ÖO’na başlama kararı aldıklarını” deklare ettiler.

Ardından, “Bu kararları TİKB olarak ilk kez bize açtıklarını, çünkü biz de kendileriyle birlikte hemen başlamayı kabul edersek diğer örgütleri ikna etmenin daha kolay olacağını” eklediler. TKP(ML)’nin de kendileriyle birlikte hareket edeceğine hemen hemen ‘kesin’ gözüyle bakıyorlardı ve “eğer biz de kendilerine katılacak olursak, ÖO konusunda hala kararsız olan örgütlerin de eninde sonunda katılmak mecburiyetinde kalacaklarını” düşünüyorlardı. Bu zaten DHKP-C’nin özellikle de cezaevlerinde siyaset tarzının herkes tarafından bilinen ve ona karşı bir ‘güven krizi’ yaratan geleneksel yöntem ve alışkanlıklarından biriydi.

DHKP-C’nin bu kararına, duyduğumuz andan itibaren şiddetle karşı çıktık. Aşırı subjektif ve zorlama bulduğumuz görünürdeki gerekçelerine verdiğimiz yanıtların özünü, birazdan yazılı bir belgeden aktaracağız (Bütün devrimci örgütlere iletilen 25 Eylül 2000 tarihli “Açık Mektup” / Yer darlığı nedeniyle dizimizin gelecek sayısında yer alacaktır -nba). Bunların yanı sıra, o gün ve o günden sonra gerek kendileriyle gerekse de TKP(ML), TKP/ML ve MLKP başta olmak üzere diğer bütün örgütlerle bu karara ilişkin olarak yaptığımız bütün görüşmeler sırasında, böyle bir adım atılacak olursa doğabilecek tehlikeler kapsamında özellikle şu iki noktanın altını ayrıca ısrarla çizdik:

1) Erken ve zamansız bulduğumuz böyle bir adım atılacak olursa, bu, sadece cezaevlerinde değil aileler başta olmak üzere dışardaki destek güçlerinin saflarında da yeni bölünmeler, tereddütler ve gerilimler yaratır. Halbuki saldırının amacı ve asıl hedefi düşünülecek olursa, içerde ve dışarda mümkün olabilecek en geniş birlikteliklerin yaratılıp güçlendirilmesi, eylemin zamanlamasından çok daha yaşamsal bir öneme sahiptir. Bugün böyle bir gecikme söz konusu olmamakla birlikte yarın bir gün gelişmeler bir parça “geç kaldığımızı” gösterecek olsa dahi, bunun doğuracağı sakıncaları gidermek mümkün ve nispeten daha kolay olur; ancak zaten en büyük handikaplarımızdan birini oluşturan parçalanmışlığı derinleştirip kemikleştirecek tutumların yol açacağı tahribatları gidermek çok daha zordur ve bunlar direnişe çok daha fazla şey kaybettirir.

2) Açık ve net bir program temelinde kafalarındaki soru işaretlerini ve kuşkularını giderecek yeni bir diyalog süreci işletilecek olursa ÖO temelinde bir direniş cephesine kazanılmaları mümkün olan başka örgütlerin varlığı da bir yana, hem sayısal güç ama asıl önemlisi birleşik siyasal ağırlık bakımından liberal bir kayıtsızlık içindeki bazı kesimleri dahi etkileyip direniş çizgisine çekme şansına sahip dört devrimci örgüt arasında eylemin nasıl yürütüleceğine varana kadar bir ittifak sağlanmışken, şimdi kalkıp, “ben tek başıma da kalsam harekete geçiyorum” demenin F tiplerine karşı genel direnişin seyri ve geleceği açısından en zararlı sonuçlarından biri de, devletin zaten yaptığı “F tiplerine karşı çıkanlar, küçük ve bilinen bir azınlık” demagojisinin etki gücünü artıracak olmasıdır. Bırakalım genel kamuoyunu, demokrat kamuoyunun, hatta ailelerin bile önemli bir kesiminin kafasında da bu konuda zaten soru işaretleri ve tereddütler vardır ve bölücü bir tutum bunları tırmandırıp derinleştirmekten başka bir sonuç doğurmaz. Bu ise genel direnişi baştan zayıf düşürüp iç dinamiklerini kemirici bir rol oynar.

O kesitte yaptığımız görüşmeler sırasında kendilerine de açıkça ifade ettiğimiz gibi, bu kuşku ve güvensizliğin asli nedeni ve muhatabı DHKP-C idi. Bu nedenle, kendilerini de, “Hangi gerekçe ile ve hangi biçim altında olursa olsun hücre tipi saldırısına karşı direnişe, bu sanki ‘devletle DHKP-C arasında bir düello’ görüntüsü verecek tutumlar sergilenecek olursa, bu sadece direnişe değil size de çok zarar verir. Bu arada bizim aylar öncesinden beri dikkatleri çekmeye çalıştığımız ‘bir kadro kuşağını biçerek devrimci örgütleri zayıf düşürme’ saldırısının ilk hedefi de esasında sizsiniz. Eğer bu tuzağa düşecek olursanız, sizin de direnişin de ödemek zorunda kalacağı bedeller çok yüksek olur…” diye uyardık. O zamanlar, “Merak etmeyin, biz de bunun farkındayız…” dediler ama, yüzeysel ve yapay gerekçelerle sadece erken ve zamansız bir çıkış yaparak değil, süreç boyunca sergiledikleri tutumlarla da esasında kendilerinin de bu görüntüyü yaratma hesabıyla hareket ettiklerini gösterdiler.

24 saat içinde keskin bir zigzag çizenlerin gerekçeleri

28 Ağustos ile 6 Eylül 2000 günleri arasında geçen süre içinde DHKP-C temsilcileri ile iki resmi görüşmemiz daha oldu. Onlar bizi kendileriyle birlikte en kısa zamanda ÖO’na başlamaya ikna etmeye çalıştılar; biz ise onları zamansız, yanlış ve zarar verici bulduğumuz bu adımı atmaktan vazgeçirmeye çalıştık.

DHKP-C’nin kararını öğrendikten sonra, TKP/ML ve MLKP başta olmak üzere çeşitli devrimci örgütlerle de ortaya çıkan durum üzerine karşılıklı görüş alışverişinde bulunduğumuz görüşmelerimiz oldu. Görüştüğümüz bütün örgütler, DHKP-C’nin kararını “erken, zamansız ve yanlış” buluyorlardı.

6 Eylül 2000 gecesi yaptığımız son görüşmede DHKP-C temsilcileri, “En geç 20 Eylül civarında ÖO’na başlama” niyetinde olduklarını açıklamışlardı.

Belli başlı bütün devrimci örgütlerin bu konuda birleşik bir tutum almaları sağlanacak olursa DHKP-C’nin de bu zamansız ve yanlış adımı atmaktan belki vazgeçirilebileceği umuduyla, 7 Eylül gecesi TKP(ML) ile de resmi bir görüşmemiz oldu. Görüşmeye üç kişilik bir heyetle gelen TKP(ML) temsilcilerine, DHKP-C’nin aldığı kararı ve gerekçelerini nasıl değerlendirdiğimizi ayrıntılı bir biçimde anlattık. Özellikle de “dört devrimci örgüt arasında ÖO’nu da içeren bir eylem programı konusunda ittifak sağlanmışken şimdi ortaya atılan bu yanlış ve bölücü tutuma ortak olmamalarını beklediğimizi, kendilerinin bu konuda sergileyecekleri tutumun DHKP-C’nin de kararını bir kez daha gözden geçirmesi noktasında özel bir etkisinin olacağını” vurguladık.

TKP(ML)’nin cezaevlerindeki genel temsilcisi ve sözcüsü konumunda olan heyet üyesi, yanıt konuşmasında öz olarak şunları söyledi: “DHKP-C, ÖO’na hemen ve birlikte başlamayı bize de teklif etti. Ancak parti olarak henüz kesin kararımızı vermedik, yetkili organlarımızda ve kadrolarımızla halen değerlendiriyoruz. DHKP-C’nin ‘harekete geçmekte geç kalındığı’ şeklindeki değerlendirmesine bir ölçüde katılıyoruz. Ancak devrimci güçler arasında mümkün olabilecek en geniş birlikteliğin sağlanmasını da önemli görüyoruz. Dört parti ve örgüt arasında sağlanmış olan birliktelik, bu yönde atılmış önemli bir adımdır ve bizce de korunması gerekir. Kendi adımıza özellikle de ‘kardeş parti’ olarak gördüğümüz ve son Konferans’ımızda da birleşme çağrısı yaptığımız TKP/ML ile ayrı düşmemeye özel bir önem veriyoruz ve vereceğiz. Konferans kararımız gereği bizim için bu konu, başlama tarihi de dahil birçok konudan daha önemli ve belirleyicidir…”.

TKP/ML’nin ÖO’na o aşamada başlanmasını erken ve yanlış bulduğu açık, kesin ve ortada olduğu için, o vurgulu sözlerin o koşullarda tek bir anlamı vardı ve sadece bir sonucu olabilirdi: TKP(ML) anlaşılan DHKP-C ile birlikte hareket etmeyecekti! Zaten konuşmalarından bu sonucu çıkardığımızı orada sıcağı sıcağına kendilerine de ifade ettik. Hatta, bu durumda DHKP-C’yi ikna edebilmek için elbirliğiyle nelerin yapılabileceği üzerine de görüş alışverişinde bulunduk. Gelin görün ki bu görüşmeden sadece 36 saat sonra, yani 9 Eylül sabahı, TKP(ML)’nin DHKP-C ile birlikte hareket etme kararı almakla kalmayıp bir gece önce eylem planı üzerine görüşmelere bile başladıklarını duyduk.

Hücre tipi saldırısına karşı direniş gibi hayati bir konuda DHKP-C 8 gün içinde makas değiştirmişti; TKP(ML) ondan da ‘hızlı’ davranmış 24 saatte atmıştı bu adımı!!! (**)

Ancak, TKP(ML) temsilcileri ile 7 Eylül gecesi yaptığımız resmi görüşmenin sonlarına doğru, heyette yer alan TKP(ML)’nin bir başka önder kadrosu söz alarak, “kişisel görüşleri” olduğunu birkaç kez vurguladığı şu içerikte bir yaklaşımı dile getirmişti: “Dışardaki hücre karşıtı kamuoyu desteğinin inişe geçtiğini, eğer cezaevlerinden harekete geçilmeyecek olunursa bu desteğin iyice zayıflayıp tavsayacağını, bu arada devletin içerdeki direniş güçlerini zayıflatmak amacıyla 16. Madde’de kısmi değişiklik dışında başka manevralara da hazırlandığını, bu amaçla 29 Ekim’de ‘infaz indirimi’ veya başka bir ad altında bir ‘af’ çıkaracağını, bunun dışarda bir ‘toplumsal barış’ ve ‘uzlaşma’ havası yaratmakla kalmayıp cezaevlerinin de büyük ölçüde boşalmasına neden olacağını, geriye kalacak güçler her ne kadar 146/1’den falan yargılanıyor olsalar da bunlarla uzun süreli bir ÖO eyleminin götürülemeyeceğini, onun için bir an önce harekete geçilmesinin doğru olacağını, kişisel olarak gönlünden geçen başlama tarihinin Ulucanlar Katliamı’nın yıldönümü olan 26 Eylül olduğunu…

Sadece cezaevlerinin değil TDH’nin geleceğini de belirleyici nitelikte, üstelik onlarca yetişmiş devrimcinin yaşamlarının ortaya konulacağı bir çatışmaya nasıl bir kafa yapısı ve gerekçelerle paldır küldür girildiğinin ibret verici bir ifadesini oluşturan şu yaklaşımın değerlendirmesini tarihe ve devrimci kamuoyuna bırakmak, soğukkanlılığımızı her şeye rağmen koruyabilmenin herhalde tek yoludur.

Bu akıl almaz yaklaşıma karşı siyasi nezaket sınırları içerisinde kalmaya gayret ederek verdiğimiz yanıtların özü, aşağıda aktaracağımız belgede görülecektir. Bunlara ilaveten o sıralar bazılarında hastalıklı bir saplantı halini alan “af” beklentisi ve buna dayalı olarak çıkarılan sonuçlara ilişkin şu iki noktanın altını çizdik:

1) Herhangi bir isim ve biçim altında 29 Ekim’de bir “af” çıkarılacağı beklentisi, aşırı hayalci ve boş bir beklenti olmanın ötesinde, cezaevlerindeki kitlenin ve ailelerin moral güçlerini alttan alta zayıflatıp kemiren çok tehlikeli bir beklentidir; “Rahşan affı” olarak adlandırılan son ceza indirimi uygulamasının doğurduğu tepkilerden dolayı bu hükümetin bu yönde ikinci bir adım atmaya kolay kolay cesaret edemeyecek olması da bir yana; MGK ve bir bütün olarak devlet, Kürt sorununda bundan sonra nasıl bir stratejik politika izleyeceğini kesinleştirmediği sürece bir “af-maf” çıkarmaz.

2) Bir an için böyle bir adımın atılacağını düşünsek bile, çok sayıda devrimcinin dışarı çıkmasının neresi bizi ‘zayıflatıcı’ bir gelişme olur? Tam tersine, dışarda deneyimli kadro sıkıntısı çeken güçlerimizin gücü artmakla kalmaz, örgütlü mücadeleyi bırakanlar dahi, her şey bir yana sırf vicdani nedenlerle hücre tipi saldırısının ve buna karşı direnişin anlamı ve amacını gittikleri köylerine kadar taşırlar. Kaldı ki, çıkabilecek durumda olanlara dayalı bir eyleme girişilecek olursa, bu durumda devletin yapacağı demagojilerden de önce yarın bir gün bunların aileleri karşımıza geçer, görüş kabinlerini başlarımıza yıkarlar.

Aşırı subjektif, zorlama ve yapay gerekçelerle direniş cephesini de bölerek erken ve zamansız bir çıkışa yönelen sol tasfiyeci “Üçlü Blok”un gerçekte hangi niyet ve hesaplarla harekete geçtiğinin ve bunun hangi sonuçlara yol açtığının üzerinde durmaya devam etmeden önce, görünürdeki gerekçelerine dair eleştiri ve uyarılarımızın özünün ortaya konulduğu bir belgeyi aktaralım. Tamamını aktaracağımız bu belge, TİKB imzasıyla tüm devrimci parti ve örgütlere ilettiğimiz 25 Eylül 2000 tarihli mektuptur. (Sürecek)

(*) Gerçi DHKP-C kadroları diğer iki müttefiklerine kıyasla daha kararlı bir tavır sergilemekle birlikte eylemi bırakanların sayısı onlarda da az değildi. Ama sol keskinlik yarışında çoğu kez “kraldan fazla kralcı” yaklaşımlar sergileyen TKP(ML) ve onlara son anda eklemlenen TKİP bu konuda da olağanüstü kötü bir pratik sergilediler. Örneğin, daha sonra da süren dökülmeler bir yana, TKP(ML)’nin 1. ve 2. ÖO ekibinde yer alanlardan şehit düşen devrimcilerin dışında kalanların hepsi 19 Aralık Katliamı’nı izleyen en kritik aylarda eylemi bıraktılar. Benzer bir pratik sergileyen TKİP’in, 2001 yazının ortalarına gelindiğinde eylemde artık direnişçisi bile kalmamıştı.)

(**) Bu kadar keskin zigzaglar çizmek, sol tasfiyeci “Üçlü Blok”un maya hamuru oldu zaten. Bu trene son anda atlayan TKİP de aynı şeyi yaptı. 9 Eylül 2000 tarihinde yayınladıkları bir yazıda, “…Bu evrede yapılacak en kötü şey hücre karşıtı cepheyi bölmek ve parçalamak(tır)… (Bu) bedelleri son derece ağır tarihsel bir yanlış ve sorumsuzluk olacaktır” diyorlardı. Bu yaklaşımın legal yayın organlarında dünya aleme duyurulmasının üzerinden 15 gün bile geçmemişken, TKİP’in de bu “ağır tarihsel yanlış ve sorumsuzluğa” ortak olduğu haberi duyuldu…)

Etiketler
Daha fazlası

İlgili

Close