Bugün yaşadığımız süreç, Hitler Almanya’sındaki 1933 seçimlerini anımsatacak pek çok özelliğe sahiptir.
Hejar Baran
Rejimin, mevcut ve potansiyel krizleri Hitlerci tipte faşist bir merkezileşmeyle yönetmekteki kararlılığı, onun hem sıkışmışlığını hem de karşısındaki toplumsal tepkinin -bütün inatçılığına karşın- henüz örgütlü bir niteliğe kavuşamamış olmasının avantajlarını kullanma eğilimini gösterir.
Burjuvazinin (muhalif gibi görünenleri dahil)tüm kliklerinin son noktada olur verdikleri bu rejim biçimine geçiş süreci 15 Temmuz darbesinin sunduğu “allahın lütfu” ortamında hızlandırıldı. İlan edilen OHAL’le bu biçim fiilen hayata geçirildi. 16 Nisan referandumu da bu koşullarda gerçekleştirildi. Verilen mesaj ,“ne yaparsanız yapın, şu haliniz ve duruşunuzla yönelimimizi durduramazsınız” mesajıydı. “Atı alan Üsküdar’ı geçti” sözü bu açıdan boşuna değildi.
15 Temmuz darbe girişiminin arkasından şekillenen yeni iktidar bloku (AKP-MHP-Ergenekon), fırsatını bulduklarında birbirlerini bir kaşık suda boğacak kliklerden oluştu. Bu bir bakıma, bütün bileşenlerin farklı nedenlerle birbirlerine ‘muhtaç’ oldukları zoraki bir nikahtı. Ve ilk ciddi krizin ardından dalgalanıp dağılma sürecine girmesi şaşırtıcı olmayacaktı. AKP-MHP ikilisinin, Vatan Partisi denilen çeteyi resmen dışlayarak 24 Haziran’da apar-topar seçime gitme kararı almaları, bu sürecin başladığını hatta belirgin bir ivme kazandığını gösteriyor.
Bu kararda hangi etkenlerin belirleyici olduğu, perde arkasında nelerin döndüğü henüz net olarak bilinmese de “baskın” seçim kararının alınışındaki pervasızlık bile, aslında nasıl bir sürecin içinden geçtiğimizin bir göstergesi: Burjuva devletin işleyişinde (“devlet yönetimi”), yasa-kural aramak artık boşuna. Güçlü olanın, daha doğrusu gücü elinde bulunduranın ihtiyaç ve çıkarları herşeyin önünde ve üstünde. Bu pervasızlık, ‘güçlü’ olmaktan çok korku ve güçsüzlüğün dışa vurumu aslında. Görüntünün altında yatan bu gerçeği, Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli ikilisini ‘baskın seçim’ kararı almak zorunda bırakan nedenlerden de görebiliriz.
Büyük sermayenin, en başta da bu faşist iktidar blokunun en büyük destekçisi inşaat baronlarının çıkarlarına hizmet eden projeleri, milliyetçi bir ambalaja sarılmış olarak pazarlayıp toplumu motive edebilen bir iktidar yok artık ortada. Onun yerine hela ücretlerini düşürmüş olmakla ya da OHAL sayesinde grev hakkını nasıl yok ettiğini anlatarak böbürlenen ve kendi tabanı içinde dahi ne yaptığı sorgulanır hale gelen bir düşkünlük tablosu var. Aldatıp gözünü boyayarak da olsa topluma birşeyler vaad etmenin yerini tehditlere başvurup felakat tellallığı yaparak kendine mecbur hissettirmeye çalışan bir zorbalık almış durumda. Eskisi gibi gündemi belirleyici olmaktan çıkarak ‘savunmaya’ çekilmiş, eski özgüvenini ve dengesini yitirdiği için gaf üstüne gaf yapan bir ‘dağılma hali’ görüntüsü çiziyor bu blok. Düzenlediği miting ya da kapalı salon toplantılarında tabanını emir vererek coşturmaya çalışmak zorunda kalınan bir ruhsuzlaşma ve geriye doğru çözülme halidir sözkonusu olan.
Fakat bütün bu gerçekler, ‘yolun sonuna gelindiği’ şeklinde de okunmamalı. İniş sürecine girildiği açık ve ortada, ama bunun sandıktan çıkacak sonuçla noktalanmayacağı da görülmeli. Bu iktidar bloku için, iktidarda kalmak dışında bir seçenek yoktur. Bu hem her birinin özel nedenleri hem de burjuvazinin bu tarihsel eşikteki kolektif çıkarları açısından böyledir. Bu rejim-devlet biçimi değişikliğini tamamına erdirmek, onlar açısından olmazsa olmazdır. OHAL rejimi kılıfına bürünmüş olarak sürdürülen merkezileşmiş yönetim tarzının burjuvazinin bütünü açısından sağladığı olanak ve avantajlar ortadayken, ekonomide olduğu gibi siyasette de tekelciliğin doğasına uygun güç yoğunlaşması temelinde yeni bir rejim inşası yolunda bu kadar yol alınmışken egemen burjuvazinin tüm bunlardan kolayca vazgeçeceği ummak için fazlasıyla ‘saf’ olmak gerekir.
Önümüzdeki 24 Haziran seçimlerine yaklaşım, konuya ilişkin politikalar, bu tarihsel bütünlük içinden bakılarak belirlenmelidir.
“24 Haziran’a gidilirken nasıl bir hat izlenmeli” sorusuna bu yaklaşım ışığında yanıt arayışına çıktığımızda, karşımıza ilk olarak, sandığı bu gidişin önündeki en önemli hatta yegane barikat olduğu şeklinde özetleyeceğimiz parlamentarist hayallerin yayılmasına meydan vermemek sorumluluğu çıkar. Seçime katılımı motive etmek gibi niyetlerle de olsa bu algıyı besleyip körükleyecek her tutum, tam da rejimin kurduğu tuzağa baştan düşmek anlamına gelir. Bu gidişi meşrulaştırmaya hizmet eder. Sandığın rolü ve etkisinin abartılıp fetişleştirilmesi, burjuvazinin sınıf diktatörlüğü altında yapılan tüm seçim süreçlerinde, parlamenter budalalığın propagandası ve yüceltilmesi anlamına gelir. Ama bu kesitte sandık, faşist diktatörlük koşullarındaki anlamına en net biçimde kavuşmuştur. Dolayısıyla, bu özgünlük, yabana atılacak türden bir nüans değildir.
Yasama-yürütme ve yargının, başkan ve onun etrafındaki küçük bir çekirdeğin kontrolünde merkezileştirileceği bu rejim-devlet biçiminin sandıkta meşrulaştırılmak istendiği açıktır. Bu mekanizmanın, “normal” burjuva parlamentarist bir süreç işliyormuş gibi algılanıp, öyle davranılması, tarihsel olarak affedilmeyecek bir aymazlık anlamına gelir. Her şeyden önce bunun altını çizmek gerekir.
CHP gibi 16 Nisan hileli referandumu karşısında oluşan toplumsal tepkiye öncülük ederek oradan bir toplumsal hareket yaratma cüreti göstermeyen, tersine geçilmek istenen rejim-devlet değişikliğini fiilen kabul ederek seçimleri işaret edenlerden bunu beklemek zaten abestir. Parlamenter alanın kullanımı konusunda, 7 Haziran gecesinden başlayarak CHP’den nitelikçe çok farklı bir profil ve pratik sergilemeyen HDP de bu konuda -en azından bundan sonraki pratiğinin farklı olacağı noktasında- hala fazla güven vermemektedir. Solun özellikle devrimci-demokratik bölüklerinin de, birkaç faz ilerde olsa da özünde aynı yerde durmaları da bundan sonraki acımasız süreçler açısından oldukça can sıkıcı ve kaygı vericidir.
Halbuki bugün yaşadığımız süreç, Hitler Almanya’sındaki 1933 seçimlerini anımsatacak pek çok özelliğe sahiptir. O seçimlerde sandıktan oylarını hayli yükselterek çıkan Komünist Parti’nin affedilmez dar görüşlülüğünün daha sonra nelere mal olduğu bilinmektedir.
O günlerin Almanyası’nda da KP, sanki ‘normal’ bir seçim süreci yaşanmış gibi, parlamentoda ne kadar sandalye kazandığıyla ilgilenmiş, sosyal demokrasiden ne kadar oy devşirdiğiyle övünmüş ama Hitlerci yükseliş karşısında gerek iç örgütlülüğünü pekiştirmek gerek yaklaşmakta olan karanlık saldırı karşısında silahlanmak dahil kapsamlı bir hazırlığa girişmek gerekse de faşizme karşı birleşik bir duruşu örgütlemeye önayak olmak gibi birçok tarihsel görevi bu aymazlık içinde ötelemiştir.
Türkiye’de de, 7 Haziran seçimlerinin ertesinde de benzer bir tabloyla karşı karşıya kaldık, 16 Nisan referandumunun ertesinde de… 24 Haziran’a ‘hazırlanırken’ aynı hataları yinelememeliyiz!