DÜNYA
Aldatmaca olmayan tek yol
1 Haziran’dan bu yana meydana gelen olaylara bakıp bu “kader” ne zaman ve nasıl değişecek sorusu üzerine düşünüyorum
“Osmanlı’da top, Kürtler’de ölmeye hazır gençlerin sonu gelmez”. Osmanlı ordusunda 1830’larda önemli görevler üstlenmiş Alman General Moltke, Kürtlere de geniş yer ayırdığı anılarında böyle diyor. Moltke, Bedirxan ayaklanması dahil birçok Kürt isyanının bastırılmasında etkin rol oynamış dönemin Almanyası’nın Osmanlı’daki “sömürge valisi” gibi etkin bir isimdir. 1800‘lerin ilk çeyreğinden başlayarak günümüze kadar gelen kesintisiz bir başkaldırı ve ezme ilişkisine baktığımızda Moltke’ye hak vermemek elde değil. Ne Osmanlı’da toplar bitti ne Kürtler’de ölmeye hazır gençler tükendi. Cumhuriyetle birlikte bu ilişki sürdü… Ve günümüzde de hala öyle.
1 Haziran‘dan bu yana meydana gelen olaylara bakıp bu “kader” ne zaman ve nasıl değişecek sorusu üzerine düşünüyorum. Meseleye ölüm ve kanın dökülmesi sınırları içinde bakmıyorum. Zaten sorunun kendisi de değildir bunlar, sonuçtur. Genellikle sorunun diğer sonuçlardan daha keskin, daha göze batar olduğu için ölümler olduğu zaman konu gündeme gelir. Oysa sorunun işsizlik, açlık, yoksulluk gibi sonuçlarının yanı sıra ruhsal sonuçları da var. Hepsi birlikte bir toplumsal sorundur.
Nedir bu? Herkesin bildiğinden başka bir şey söylemeyeceğim ve yeni bir kıta keşfetmeyeceğim; bu iki halk arasındaki ilişkinin kuruluş biçiminden, yani eşitsizlikler üzerine kurulu ilişki biçiminden, literatürdeki tanımıyla ulusal ezme ve ezilme ilişkisinden başka bir şey değildir. Bir ulusal sorundur. Başka her türlü tanımlama bana göre ya ikiyüzlülüktür ya da cehalet. Egemen sınıflarda birincisi var; diğerlerinde ise öğretilmiş cehalet. Bu konuya da değinmek istiyorum. Şimdilik anlatmak istediğim şey başka.
Bu ezme ve ezilme ilişkisinden kaynaklanıyor dedik. Devam edecek olursak. Her türlü ezme ve ezilme ilişkisinin devamı zordan geçer. Tabii sadece “zor”dan değil, fakat zor en etkin araç/yöntemdir. Aslında “zor” sadece askeri-silahlı zoru kapsamıyor; bilerek aç bırakmak, bilerek cahil bırakmak, silah kadar, hapishane kadar bir halkı egemenlik altında tutmak için etkili silahlardır. Bunlar bilerek yapıldığı zaman ortada bir politika var demektir. Dolayısıyla politik zor devrededir sonucu çıkar. Bizdeki de tam olarak böyledir. Biz sadece sömürülmek için egemenlik altında tutulduğumuz için geçmişten bugüne bütün kaynaklarımıza el konuldu. Binlerce sürüye sahip köylülerimiz bile yoksul statüsündeydi, çünkü bunlar tüccarlar tarafından çok ucuza Türkiye pazarına sunuluyordu. Köyümüzden çıkan kömürün ne işe yaradığını yıllarca bizim köylüler bilmiyordu bile. Çünkü oradan çıkarılıyordu ama kışın en sert yaşandığı burada tüketilmiyordu. Gençlerimiz, koyunlarımız gibi köylerden toplanıp Yemen cephesinde, Sarıkamış‘ta, Çanakkale‘de ölüme gönderilen “savaşçı kaynağı”ydı ve şimdi de öyle olması isteniyor. Kürt gençleri ne iş olsa yapar, sanayi ve hizmet sektörü için ucuz işgücüdür günümüzde. Bu halkın zor yetişebilen entelektüel karakterleri ya parayla saraya, günümüzde de egemen burjuva kültür elitinin içine çekilerek asimile edildi, yozlaştırıldı ve çoğunlukla kendi diline, kültürüne, halkına düşman haline getirildi. Ya da hapishanelerle, sürgün ve cinayetlerle biçildiler.
Haliyle Kürt halkı ekonomik olduğu kadar entelektüel olarak da gelişmedi, gelişmesine izin verilmedi. Yıllar içinde eşitsizlik derinleşti. Her alanda bir uçurum oluştu. Bu uçurumlardan birisi de ruhsal uçurumdur. Kürtlerle Türkler arasında ruhsal-düşünsel büyük bir uçurum oluşmaya başladı. Savaşla birlikte bu derinleşti. Ve şimdi biz Kürtler A derken Türkler bunu B diye okuyor ve tersinden de öyle; misal “bölücülük” denilen şeye biz “ulusal hak” diyoruz. Öfkemiz ve sevincimiz ayrıştı. Eğer tarih bize bunu dayatırsa varsın öyle olsun. Fakat başka türlü bir yol olduğuna inanıyorum, inanmak istiyorum. Ne de olsa tarihi insanlar yapar. Dolayısıyla bizim tercimiz önemli. Kaderimizi başkalarına teslim edersek, onların istediği gibi olacaktır.
Yazmak istediklerim sadece bunlar değil. Beni asıl ilgilendiren “bu ‘kader’ ne zaman ve nasıl değişecek” sorusudur. Bana göre, 1 Haziran’dan beri giderek artan çatışmalar, ne kadar haklı ve gerekli görülürse görülsün sonuç alıcı ve çözücü olacağına inanmıyorum. Elbette silahlar konuşmadan, yukarda anlatmaya çalıştığım “siyasal zor”a karşı bir başka siyasal zor olmadan bu sorunun bırakalım çözümünü, gündeme gelmesini bile beklememek gerek. Fakat siyasal zor devreye sokulurken bir kere bunun hedeflerinin açık ve net olması gerek. Hedefleri kafalarda bile belirsiz olan bir eylem kampanyasının sonuçlarının nasıl, neler getireceğini kesitiremeyiz. Dolayısıyla destekçilerinin yoldan çıkartılması kolaydır. Bundan da önce her seferinde Sisifos duygusuna daha fazla kapılmamızı getiren bir söylemle karşılaşıyoruz. Şimdi ikinci 1 Haziran’ı yaşıyoruz. Birincisi bence uzun süren sessizliğin üzerine geldiği için başarılı bir kampanyaydı. Sonuçlarını seçimlerden önce Kürt halkının kendine olan güveninde belirgin bir güçlenme olarak göstermişti ve bana göre bu çok önemli bir kazanımdı. Yeni başlayanın aynı sonuçları getirebileceğinden o kadar emin değilim. Yukarda belirttiğim hedefler konusundaki suskunluk yüzünden.
Diğer taraftan “savaşın kentlere taşınacağı”na dair sözler ve ilk işaretler biraz sorunlu görünüyor. Silahın kullanılma biçimi her zaman elde edilmek istenen hedeflere bağlı bir tercihtir. Dolayısıyla “savaşı kentlere kaydırmakla” hangi hedefleri elde etmek istiyoruz sorusu geliyor aklıma. Eğer Türk devletini kitlesel ölümlerle tehdit edip Kürt reformları konusunda adım atmasını sağlamak hesabı varsa bunda, bana göre bu çok yanlış ve tehlikeli bir hesaptır. Her şeyden önce bu yöntemlerle biz bir şey kazanmayı düşünmemeliyiz. Bunu Türk devleti ve sömürücü egemen sınıflar yapar sürekli, ama biz haklı taleplerimiz için mücadele eden ezilen bir ulus olarak bu yollara başvurmamalıyız. Bu bizim haklılığımıza da gölge düşürür. İkincisi bu yolla kazanabileceğimizden daha fazlasını farkında olmadan kaybediriz. Onurlu bir gelecek kurmayı. Kazancımızla birlikte vicdanlarımız da rahat olmalıdır. Bize yaşatılan acıların bir benzerini başkalarına yaşatarak vicdanımız rahat olamaz, dolayısıyla özgür olamayız. Ama bizim mücadelemiz özgür olmak için değil miydi?
Bu hesabın bir tehlikesi de milliyetçiliği azdırmak isteyenlere fırsat sunmasıdır. Bu durumda da biz Kürt reformunu unutalım ama daha kötüsünü sürekli hatırlayalım: İki halk arasındaki ruhsal açının büyümesini!. Biliyorum birçoğumuz “bunu biz niye düşünelim ki” diyecektir. Hayır, kaderimizi elimize almak istiyorsak bunu da düşünmek zorundayız. Çünkü bizi ezenler, güçlerini, bizimle birlikte ezip sömürdükleri halktan alıyorlar ve o gücü sürekli edinebilmenin en kolay yollarından biri, onları bize karşı düşmanlaştırmak, diğer bir deyişle milliyetçi gözlüklerle dünyaya bakmalarını sağlamaktır. Devlete, bu olanağı verecek bir şeyler yapmak sizce akıllıca olur mu?
Bana göre bu tür hesapların gerisinde şöyle bir kanaat vardır: Milliyetçilik yükselip iki halk bir biriyle her açıdan uzaklaşınca saflar netleşir. Kürtlerin asimilasyonuna bir engel de bu olur. Öte yandan saflar netleşince Kürtler tek çatı altında daha geniş birleşir. Bunlar çok doğru tespitler. Fakat eksiktir. Görülmeyen ya da görülmek istenmeyen tarafları da var bunun. Misal saflar ayrışınca daha fazla sayıdaki Kürt kendini hareketin içinde, etrafında bulup kendince mücadele edecektir. Fakat bu daha fazla güçlendik anlamına gelmeyecektir. Çünkü, aslında bizim kazandığımız güçten daha fazlasını karşımızdakilere kendi ellerimizle verdiğimizi görürsek, yani Türkleri iktidarın kucağına iterek ne kadar güç kaybettiğimizi görürsek, kazandığımızın pek de büyük olmadığını anlarız. Cümlemiz biraz karışık oldu. Şunu demek istiyorum: Kürtler, tek bir ferdi bile dışarda olmaksızın birleşse bile -bizim için kuşkusuz bu çok anlamlı olacak- biz, bizi ezenlerin hanesine, kazandığımızdan çok daha büyük bir güç transferi yapıyorsak bunda yanlış bir hesap vardır. Bu pek de akıllıca bir hesap değildir.
Bu hesaptakiler, tahminimce olası keskin ve kanlı bir ayrışmanın uluslararası aktörleri soruna müdahil olmaya zorlayacağını ve buradan da bir çözüme gidilebileceğini düşünüyorlardır. Ama o aktörlerin sorunun yaratıcılarından olduklarını unutuyorlar. Bugünkü sınırlar, bu sınırlar içinde yaşayan halkların rızasıyla oluşturulmuş değiller. Irak‘ta Sunni Arap azınlığın yıllarca egemen, Kürtler ve Şii çoğunluğun ezilen olmasını getiren tek şey İngiltere emperyalizminin bölgeden çekilmek zorunda kalırken, özellikle petrol yağmasının garantisi için Sunni Arapların yönetici katmanına verdiği destek ve ayrıcalıktan başka hiçbir şey değildir. Türkiye’deki Kürtlerin, Osmanlı sonrası statüsünü şekillendiren sürecin belirleyeni yine aynı uluslararası aktörlerin çıkarları ve iradesi olmuştur. Bunları çeşitli çözümler üzerine düşünürken gözönünde bulundurulması gereken önemli noktalar olarak gördüğüm için hatırlatmak istedim.
Uluslararası aktörlerin müdahalesiyle çözüme gidilebileceği kanısı Irak’taki Kürtlerin kazanımlarıyla güç kazandı biraz da. Önce Halepçe Katliamı, ardından Irak’ın Kuveyt‘i işgalinden sonra başlayan Kürt ayaklanmasının kanla bastırılmasından sonra yaşanan büyük Kürt göçleri dünya kamuoyunun gözlerini Irak’taki Kürt sorununa çevirdi. Kamuoyunun gözleri yaşanan trajedi yüzünden oraya dönmüştür, fakat emperyalistler için durumun öyle olduğunu sanmıyorum. Onlar yine, tıpkı yüz yıl önce olduğu gibi, Doğu Bloku‘nun çözülmesiyle Ortadoğu‘da oluşan boşluklardan daha fazla pay alabilmek için Kürt trajedisini de meşruluk kılıfı olarak kullanarak soruna müdahil oldular. Sonuçta Irak Kürtleri’nin kahramanca süren uzun mücadelesiyle fiilen kazandıkları özerkliğini sanki onlar bahşetmiş gibi sunuldu. Diğer yandan Irak örneğinin Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü için en iyi örnek olduğunu sanmıyorum. Konumuz dağıldı, farkındayım, yine de bunlar yanlış bilindiği için değinmek istedim. Uluslararası müdahalenin çözüm olabileceği ya da hiç değilse çözümün önünü açabileceği kanaatinin yanlış olduğunu düşünüyorum. Bunun getireceği çözüm konusunda ciddi kuşkular beslememiz için yeterince örnek var. Irak’tan başka, Filistin örneği var ve İrlanda. Buralarda bir çözümden bahsetmek mümkün mü? Bence değil.
Aslında bu noktada çözüm dediğimizde kimin ne kastettiğini açmak, anlamak gerek. Yukarda hedeflerden bahsetmemin nedeni buydu. Nasıl bir çözüm düşünüyoruz? Sözgelimi Türk devletini ilan ettiği “açılım” politikasına zorlamak mı bizim hedefimiz? O halde duruma bakalım. Açılımın ilan edildiği geçen Ağustos ayından bugüne dört tane somut sonucu oldu: 1) DTP‘nin kapatılması, 2) Belediye başkanı, eski milletvekili, DTP-BDP üye ve yöneticisi 1500’e yakın Kürt siyasetçisinin KCK operasyonları adı altında tutuklanması, 3) Yine aynı sayıda Kürt çocuğunun cezaevinde boylarından uzun ceza davalarıyla yargılanması, 4) Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı kurulması. Açılımın inkar ve imha politikasının devamı olduğunu her fırsatta söylüyoruz. Zaten yapılanlar da bizi haklı çıkartıyor. Fakat nedense, gerçekten açılabileceklerine inanıyoruz. Bu devletten çözüm bekleyebiliyoruz ya da bu devletle birlikte bir çözüm üretebileceğimizi sanıyoruz. Belki de açılım adı altında başlayan politikayla bir gedik açarsak gerisi zaten gelir mantığı yüzünden böyle düşünüyoruz. Taleplerimizi de buna göre öne sürüyoruz. Sonuçta ortaya çıkan çözüm fotoğrafı, mevcut devlet sınırları içinde ezen ezilen ilişkisinin değişmediği haldeki bir çözümdür. Üç kağıtçı tüccardan fahiş bir fiyatla çok kötü bir mal satın alan köylü gibiyiz… Ama bizim mücadelemiz, bedeli ne olursa olsun özgür olmak için değil miydi?.. Özgür olmak!.. Bu, mevcut statükoyu, sistemin tüm ezme-ezilme ilişkilerini parçalamaktan başka yolla elde edilemeyen bir şeydir. Sistemden tümüyle kopuş sürekli isyan demektir: “İsyan sömürge durumundan çıkmanın, aldatmaca olmayan tek yoludur ve sömürge insanı bunu er ya da geç keşfeder. Durumu mutlaktır ve mutlak bir çözüm talep eder; uzlaşma değil, kopuş. Geçmişinden koparılmış, geleceğinin önü kesilmiştir, gelenekleri can çekişmektedir ve yeni bir kültür edinme umudunu kaybeder. Ne dili vardır, ne bayrağı, ne teknik bilgisi, ne ulusal ya da uluslararası varlığı, ne hakları ne de görevleri. Hiçbir şeye sahip değildir, artık bir şey değildir ve bir şey olmayı umut edemez. Üstelik çözüm her gün daha acil hale gelir. Sömürge insanını yok etme mekanizması her geçen gün daha da kötüleşir.(…) Sömürge durumu kendi içsel kaçınılmazlığıyla, isyana çağrıdır. Çünkü sömürge durumu düzeltilemez, bir kölelik zinciri gibi ancak kopartılabilir.”(Albert Memmi) Sadece Cezayir‘deki sömürgecilik için değil bütün toplumsal ezme-ezilme ilişkisi için Memmi’nin sözleri geçerlidir ve bence, bu hem gerçekçi hem de mümkün bir öneridir. İş ki bunu, sözkonusu kölelik zincirinden muzdarip olanların ortak isyanını örgütleme becerisini göstermektir. Bunu sistemin can damarlarını kesebilme yeteneğine ve özgürleştirici bir gelecek tasarımı yapabilecek kılvavuza sahip emekçi sınıfların ortaklaşması olarak görmek gerek. O yüzden halkları birbirinden uzaklaştırıcı pratikleri doğru bulmuyorum.
Gelelim son sözlere… General Moltke ile başladık, onunla bitirelim. Kehanet kendi kendini gerçekleştiren bir mekanizmaya dönüşür bazen. Moltke de bir kehanette bulunmuş ve göründüğü kadarıyla, bu kendini gerçekleştiren bir kehanet olmuş. General Moltke’lerin kehanetlerinin gerçekleşmesine izin vermeyebiliriz. Hep ezilmiş olarak yaşayıp gitmek istemiyorsak. Bunun yolu ortak isyanımızdan geçer. İsyan, sorumsuz bir sözcük gibi algılanabilir. Ben öyle düşünmüyorum, çünkü her isyan ya devrime yürür ya da yenilgiye… Tercihimiz elbette birincisinden yanadır, lakin ikincisi bile olsa o özgürleştirici işlevinden bir şey yitirmez, tek yoldur ve yine denenmelidir.
Son gelişmeler üzerine, Alınteri okuru bir arkadaşımın önerisiyle yazmaya başladım. Her şey bittikten sonra önerinin geldiği arkadaşa gittim. Gördük ki aslında bitirmiş değiliz. Onun eleştiri ve önerileri doğrultusunda yeniden yazdık; böylece ikilemiş olduk. Umarız bu sitenin başka okurları da bu konuda yazar.
Sözümüz uzadı. Yine de bitiremedik. Derdimiz büyük olduğu için olsa gerek. Tekrar görüşmek dileğiyle.
Kürdistanlı bir genç ya da Hêvi diyebilirsiniz.