DÜNYA
Bir dönem kapanırken…
“Bölgesel özerklik”, sermayenin herbiri kendine özgü özelliklere sahip bölgelere daha derinlemesine yayılmasını, oralardaki birikime, yeraltı ve yerüstü zenginliklerine daha dolaysızca el koymasını, yerel özellikleri de kullanarak emeği daha rahat ve pervasızca sömürmesini kolaylaştırıcı bir işleve sahiptir.
Tüm kirli savaş biçimlerinin yeniden devreye girdiği, linç gruplarının sokaklarda boy gösterdiği, ordunun kendisini uzun süreceği hesaplanan bir savaşa göre profesyonel birliklerle takviye edip yeni silah ve teknolojilerle donattığı, karadan yapılacak sınır ötesi operasyonun tartışıldığı, Kürt siyasetçilerine-çocuklarına dönük tutuklama furyasının hız kesmeden sürdüğü, “açılım” tartışmalarının siyasetin önemli argümanı olmaya devam ettiği, tüm bunlarla 12 Eylül‘de yapılacak referandum, Balyoz Davası ve Askeri Şura tartışmalarının içiçe geçtiği… bu karmaşık günlerde, aslında her şeyin daha bir sadeleşip somutlaştığını söylemek abes olmasa gerek.
Rejimin, sermayenin bütünlüklü ihtiyaçları doğrultusunda yeniden örgütlenme sürecinde yaşanan iç sürtünmelerin şiddeti ne olursa olsun, bu sürecin yönü giderek daha fazla belirginleşiyor. Somutlaşan nedir? Bu noktada iç içe geçmiş, birbirini bütünleyen iki düzlem söz konusu. Bunlardan birincisini, geride kalan son 20-30 yılda hayatın her alanını kapsayan neoliberal düzenlemelere daha bütünlüklü sistemik bir ifade kazandırılması oluşturuyor. Bugüne kadar eksik ya da yetersiz kalan yönlerin geliştirilip tamamlanması yanında gelişkin olanların tahkim edilmesini de içeren bir final süreci özelliğine sahip olan bu boyut, aynı zamanda yeni bir düzleme geçiş halkası. Bu ikinci düzlem, sistemde yeni bir yeniden yapılanma ihtiyacını içeriyor. Bu özelliğiyle yeni bir tarihsel dönemin açılışı anlamına geliyor. Ekonomide olduğu gibi toplumsal yaşamda ve siyasette çalkantı ve kaos olasılıklarını da içinde taşıyan belirsizliklerle yüklü bu yeni dönemin kapısını, 1980 sonrası yaşama geçirilen neoliberal birikim politikalarında başgösteren kaçınılmaz tıkanma ve kriz açtı. Türk tekelci burjuvazisinin karşısına da bir zorunluluk olarak dikilen bu ihtiyacı doğuran nedenlerle birlikte kapsamını da MÜSİAD, “yetersiz” bulduğu son anayasa değişikliklerini destekleme deklarasyonunda açık bir dille ortaya koyuyor: “…1980’lerden beri edinilen tecrübeler, uygulanan ekonomik modelin yan etkileri ve tüm dünyada küresel krizin beraberinde getirdiği zaruretler, Türkiye’nin bundan sonraki yol haritasında önceliğin topyekûn bir siyasi yapılanmadan, Anayasal reformlardan ve ekonomide ise ikinci nesil reformlardan geçtiğını göstermektedir”.
“1980′lerden beri uygulanan ekonomik modelin yan etkileri” ifadesiyle kastedilenlerin başında sefaletle sefahat kutuplaşmasındaki olağanüstü artışın kızıştırdığı emek-sermaye çelişkisindeki keskinleşmenin geldiği, “dünyadaki küresel krizin beraberinde getirdiği zaruretler”in başında ise tekelci burjuvazinin yeni kaynaklara, dolayısıyla yeni sömürü ve soygun önlemlerine olan ihtiyacındaki olağanüstü büyümenin geldiği dikkate alınacak olursa, hangi içerikte nasıl bir “topyekün yapılanma” ihtiyacı duyulduğunu kestirmek kolaylaşır.
Sermayenin ‘mutlak’ ihtiyacı
Gerek geride kalan dönemin gerekse içine girilen yeni dönemin burjuvazi açısından özü ekonomide olduğu gibi siyasette de aynı. Bu anlamda aralarında bir kopukluk ya da farklılık değil devamlılık ilişkisi var. Her iki alanda da ortak olan özü belirleyen temel etken ise, emperyalizm çağının karakteristik özelliklerinin başında gelen tekelcilik eğilimi. Ekonomide olduğu gibi siyasette de “herhangi” ya da “ortalama”yla yetinmeyip “azami”nin peşinde koşan mali sermayenin ‘mutlak’ tutkusu ve ihtiyacı…
Mali sermaye için ‘keyif’ ya da ‘tercih’ sorunu olmayan bu yapısal ihtiyacın ekonomik boyutu TEKEL’le birlikte daha bir sadeleşti; güvencesiz-esnek-akışkan-tüm sosyal haklarından soyundurulmuş, nefes almanın bile metalaştırıldığı vahşi sömürü koşullarını sistemsel bir bütünlüğe, sürekliliğe ve -ancak ekonomi dışı zor/devlet aracılığıyla sağlanabilecek- güvenceye kavuşturmak!
Siyasal cephede de, Ergenekon-Balyoz-Anayasa tartışmaları -“Açılım” politikaları- geçmişte “milli tabu” haline gelmiş konularda emperyalist küreselleşmenin ihtiyaçlarına göre yeni politikaların belirlenmesi gibi gelişmeler eşliğinde paralel bir süreç yaşanıyor. Geçmişin ordu odaklı merkezi rejim yapılanması ve işleyişinin yerine yürütme (Cumhurbaşkanı-başbakan) odaklı daha katı bir merkeziyetçi yapı inşa ediliyor. Burjuva demokrasilerinin ayırdedici özelliğini oluşturan “kuvvetler ayrılığı” prensibine dayalı bir rejim yapılanmasından daha fazla uzaklaşan, “azami kar-azami egemenlik” ilişkisi gereğince ekonomide olduğu gibi siyasette de gücün sınırlı bir kesimin elinde toplanmasına yönelik bir yoğunlaşma ve merkezileşme çizgisinde seyrediyor.
Son Anayasa değişikliklerinin de temel dürtüsünü ve amacını oluşturan bu gerçeği, orduda ve yargıdaki son kadrolaşma savaşlarından PSVK ile yetkileri artırılmış polis örgütünün ağır silahlarla da donatılmasına, Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın kurulmasından KPPS sınavlarında soruların çalınıp yandaş cemaat üyelerine servis edilmesine, TÜSİAD’ın hatta TOBB’un bile siyasal iktidara açıkça biata zorlanmasından Hrant Dink Davası’nda devlet adına AİHM’e gönderilen savunmada ya da referandum kampanyası sırasında yürütülen soy-sop tartışmasında olduğu gibi resmi ideolojinin ırkçı faşist hezeyanlarının kusulmasındaki pervasızlığa, bir taraftan yerel yönetimlere özerklik tartışmaları yürütülürken diğer taraftan Dikili Belediyesi’ne yapılan idari baskılara kadar son aylarda değişik alanlarda yaşanan irili-ufaklı sayısız gelişme ve örnekten de görebiliriz.
Ekonomi alanındaki vahşi saldırganlıkla siyaset alanındaki yeni tipte merkezileşme arasında dolaysız bir ilişki vardır. Bu ilişki, liberal cenahtan yükseltilen “demokratikleşme” martavallarına değil, katı bir merkezileşme ve bu merkezileşmenin genişleyip derinleşmesine çıkar. Elbette bu yolda dümdüz ilerlemeyecekler, ilerleyemiyorlar. İç sürtünmeler, çatışma ve çelmelemeler, kargaşa ve provokasyonlarla ilerleyecekler. Ama güzergah bellidir!
Tüm bu olup bitenler, “Azami kar eğilimi, azami egemenlik ister” temel doğrusunun Türk sermayesi açısından siyasal karşılığını oluşturan pratik yansımalardan bağımsız ele alınamayacağı gibi, emperyalist mali sermayenin özelliklerinden, ihtiyaçlarından ve emperyalist küreselleşme gerçeğinden koparılarak da okunamaz. Türkiye kapitalizmi ondan bağımsız, kendinde bir güç değildir. Liberallerin savunularındaki “demokrat burjuvazi-demokratik emperyalizm” hayallerine rağmen klasik burjuva demokrasisinin kaleleri olan AB ülkelerinde bile faşizme rahmet okutan uygulamalar ve yasaların artık “olağanlaşması”nın ötesinde askeri cunta olasılıkları tartışılıyor (AB Komisyonu Başkanı’nın “Yunanistan, Portekiz ve İspanya’da askeri yönetimler düşünülebilir” açıklaması hatırlansın). Türkiye’de son olup bitenleri sermayenin dünya düzlemindeki yönelimleri ve kolektif çıkarlarıyla birlikte -krizin de basıncıyla-, önümüzdeki dönem keskinleşeceği açık olan iç rekabetinden bağımsız ele almak mümkün değildir!
“Açılım” etiketi altında tasfiye
Kürt sorununda “Açılım” tartışmalarına da bu odaktan bakıldığında yerli yerine oturacaktır!
“Kendi içeriğinin biçimini temsil etmediği sürece biçimin hiçbir değeri yoktur” der Marx. Kürt sorunu için ortaya atılan “Kürt açılımı” tanımının, sorunun özüyle ilişkisizliğinde olduğu gibi… Gerçi sorunun özünde saklı tarihsel fobiler o kadar derin ki, bu kabuğun isim babaları bile en azından isim olarak arkasında duramadılar. Ortaya atılmasından kısa bir süre sonra toz duman arasında ismin kendisinin hızla değiştirildiği bir ‘komediye’ tanıklık ettik. Ve önce “Demokratik açılım”a, hemen sonra da “Milli birlik ve beraberlik projesi”ne dönüştü! Tek başına bu tanımlar silsilesindeki evrimleşme bile, Kürt sorunununa dair gündemleştirilen “çözüm”ün burjuva demokratik bir muhtevanın asgari gereklerinden dahi ne kadar uzak olduğunun anlaşılması açısından önemli bir veriler oluşturuyor.
İlanındaki gürültünün ardına saklı asıl özünü kusmasıysa çok sürmedi; Kürt halkının siyasal önderliği konumundaki PKK’nin tasfiyesi! Bu basitçe silahlı bir gücün çeşitli araçlarla -özellikle zor yöntemleriyle-, tasfiye edilmesiyle sınırlı bir konsept değil elbette ki. Asıl olarak o güçte somutlaşan halk iradesinin, o güç aracılığıyla oluşmuş tarihsel-toplumsal değerlerin ve en önemlisi de geriye dönülemeyecek tarzda edinilmiş ulusal-sosyal bilincin tasfiyesidir amaçlanan.
“Açılım”la hedeflenen; bu bilincin yeni aktörler eliyle eritilmesi, sistem açısından zararsız hale getirilmesiydi. Kürt halkının dini duyguları başta olmak üzere, savaş yorgunlukları, işsizliği, açlığı, kırılmış özgürlük düşleri… bu aktörlerin işleyeceği toprağı oluşturuyordu. Bu toprak, AKP-Fetullah-Barzani/Talabani ikilisi eliyle işlenecek, Kürt halkı yeni bir temelde sisteme içerilmiş olacaktı.
Di”li geçmiş zaman eki kullandığımıza bakmayın. Bu plan sistem açısından bundan sonrasını da belirleyecek stratejik karakterde bir plandır. Sadece ilk hamlelerde ortaya çıkan sonuçların “işlerin o kadar da kolay olmadığı”nı göstermesiyle kendi içinde çatallaşmış, çubuk bükülen noktalarda, kullanılacak yöntemlerin zamanlamasında farklılaşma yaşanmıştır. Çünkü bu plan bağımlı Türk sermayesi, uluslararası sermaye, ABD emperyalizmi başta olmak üzere emperyalist güçlerin hem kapitalist kar güdüleriyle (enerji kaynakları ve dağıtım ağlarının güvenceye alınması başta olmak üzere) hem jeostratejik çıkarlarıyla hem de (Irak’ın istikrarı başta olmak üzere) bölgesel politikaları ve ihtiyaçlarıyla bütünlük arzeden kapsamlı bir plandır.
TÜSİAD’ın iç konuşmaları
Geçtiğimiz ay TÜSİAD‘ın basına kapalı toplantısında konuşulanlar basına sızdırıldı. Sızdırılan konuşmalardan da anlaşılacağı gibi, sermaye açısından Kürdistan’ın hızla stabilize edilerek kapitalist sömürüye içerilmesi acil bir ihtiyaçtır. Krizin de yarattığı basınçla sermayesini büyütme yönünde hızlı bir sıçrama yapma ihtiyacı içindeki Türk sermayesinin gözü bunun olanaklarını büyütüp çoğaltma dışında bir şey görmüyor. Güney Kürdistan’ın pazar olanakları, petrol açısından taşıdığı anlam, sermayenin bölgesel güç olma hayalleri ve bölgenin bu hayallerde taşıdığı stratejik anlam, ABD’nin bölgesel politikaları içindeki kilit rolüyle… bileşik olarak TÜSİAD’ın iç konuşmalarında çizilen sınırlar bu planın ulaşabileceği nihai sınırları oluşturuyor.
O sınırlar da yıllardır dile getirilen bir politikada somutlaşıyor: Yerel yönetimlere özerklik tanınması. Bu vesile ile sermayenin sömürü ağının derinleştirilip, genişletilmesidir! Anayasa’da yapılacak ağırlıklı olarak kültürel haklarla sınırlı kimi değişiklikler ise (Duruma göre bu sınırlar Kürtlerin varlığının siyaseten tanınmasına kadar genişleyebilir) işin diğer ayağını oluşturuyor. Bunların hiçbiri sistemi temelden zorlamayacağı gibi, Kürdistan’ın stabilizasyonunu hızlandıracak, Kürt halkının AKP ya da başka aktörler eli ile sisteme içerilmesini kolaylaştıracak, geçmişte yaratılan değerlerin tamamen soğurulması temelinde Kürt yine sistemin içine çekilmiş olacak!..
PKK’nin 31 Mayıs‘ta başlattığı “eylemlilik süreci”ndeki temel amacın kendisinin muhatap alınması olduğu biliniyordu. Eğer muhatap alınmazsa “bölgesel demokratik özerklik” ilan edeceğini belirtti. PKK’nin yaşadığı ideolojik-stratejik kırılma noktasından baktığımızda, “kendi denetiminde özerk bölgeler oluşturma” söylemi ile bu nokta arasında bir tutarsızlık vardır. Çünkü o asıl olarak “TC, devletin demokratikleşmesi ve bunun içinde yerel yönetimlere özerklik verilmesi” eksenine yıllar önce oturdu.
Kaldı ki böyle bir seçenek günümüz koşullarında pekçok açıdan gerçekleşebilir değildir. En başta PKK, 1990′ların ortalarından itibaren hız kazanan ideolojik kırılma, bunun ivmelendirdiği güç ve enerji kaybı, siyasal ve ruhsal yorgunluğun boyutları yüzünden bunu kendi gücüyle gerçekleştirebilir olmaktan hayli uzaklaşmıştır. Bu tayin edici etkenle birleşik olarak dünya konjonktürünün bu koşullarında herhangi bir emperyalist güce veya onun uzantısı bölgesel gericiliklere yaslanmadan bunun gerçekleşmesi söz konusu olamaz. Keza ne dünya ya da bölgesel düzlemde güçlü bir sınıfsal ya da demokratik karakterde mücadelenin oluşturduğu güç odakları vardır; ne tek başına PKK’nin hem ideolojik olarak, hem askeri ve toplumsal örgütlülük açısından bunu gerçekleştirebilecek dinamikleri vardır.
O açıdan da bu “tehdit” gerçekçi bir tehdit olmadığı gibi, nasıl içeriklendirildiği de sorunludur. Bir kere merkezi iktidar sorunundan bağımsızlaştırılmış bir bölgesel yerel özerklik mümkün olamaz. PKK teoride her türlü devletin varlığının reddini savunan görünüşte “radikal” bir tutumun sahibidir. Fakat onun bu “radikal” söyleminin içeriği tam da merkezi iktidar sorununu es geçtiği -daha doğrusu onu baştan Türk tekelci burjuvazisine terk ettiği- için özünde teslimiyetçi liberal anarşist bir totoloji olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Merkezi iktidar sorunundan bağımsız bir yerel özerklik mümkün değildir. Bunun mümkün olduğunu iddia etmek, sağcılığını solcu söylemlerle gizlemeye çalışan demagojik bir tutumdur.
Diyelim ki kendi gücüne dayanarak belli bölgelerde Kandil ya da Mahmur’dakine benzer alanlar yarattı. Belli bölgelerde merkezi iktidarla ilişkisi kesilmemiş, ama fiilen ondan “özerk” hareket eden bölgeler yarattı. Oralarda kendi ekonomik-siyasal-kültürel-askeri… denetimini kurduğu özyönetime dayalı bir sistem var etti, fiilen özerk bölgeler ilan etti. Böyle bir politika içerik olarak neye denk düşer? Daha doğrusu PKK bunu nasıl içeriklendiriyor, hangi gerçek üzerinden, nasıl bir süreçten sonra dile getiriyor?
Hatırlanacak olursa PKK ve genel olarak Kürt siyaseti, 31 Mayıs‘tan önce AB mevzuatı çerçevesinde formüle edilen taleplerle konuşuyordu. Bu mevzuat çerçevesinde yerel yönetimlere verilecek özerkliğin, kültürel haklar başta olmak üzere kimi noktalarda genişletilmiş biçimini savunuyordu. Bunları, Kürtlerin varlığının anayasal kabulü ile birleştirerek formüle ediyordu. Ve sermayenin Kürt sorununa dönük “çözüm” formülleri ile belli başlı noktalarda aynılaşan bir duruşun sahibiydi.
Sistemle çelişkiye düştüğü asıl nokta ise, kendisinin, genişleterek söyleyecek olursak Kürt siyasetinin muhatap alınıp alınmaması noktasındaydı. Bu elbette ki önemli bir çelişkiydi. Keza sistem açısından “açılım”la ifade edilen tasfiyenin bamtelini de bu nokta oluşturuyor. PKK sistemin bu noktadaki kırmızı çizgilerine çarptığı oranda marjlarını da genişletti. Fakat buna rağmen kendisi açısından da kırmızı çizgiyi oluşturan bu noktada asgari de olsa belli bir yol alınamayacağını, hatta kendisinin tasfiyesinin esas alındığını net bir şekilde gördüğünde “eylemlilik süreci”ni başlatıp, “yerel demokratik özerklik” talebini bu sefer sistemden bağımsız bir talep olarak dillendirmeye başladı. Fakat bunun kendisi açısından esası oluşturan bir yaklaşım olmadığı, esası, kendisinin muhatap alınıp-alınmayacağının oluşturduğunu da kısa bir süre sonra açıklamalarıyla bizzat kendisi deşifre etti; “Operasyonlar, tutuklamalar, sivil halka dönük baskılar son bulursa biz BM gözetiminde silah bırakırız”! Bu açıdan da PKK son çıkışlarında ilkesel bir duruşun değil, gündelik siyaset sınırları içerisinde hareket eden bir yaklaşımın sahibidir. Nitekim hem “evet” demek için bahane arayışlarını yoğunlaştırdığı Anayasa referandumu konusunda hem de son ateşkes kararında somutlaşan keskin zigzaglar bu ilkesizliğin ürettiği sonuçlardır. Ve PKK bunu ilk kez yapmamaktadır.
Nedir bu bölgesel özerklik?
Kürt sorununda yerel-bölgesel özerklik temelinde bir “çözüm” arayışı, yeni bir durum değildir. Özal döneminden başlayarak gündemdedir. 1990′ların başında o zamanlar SHP’nin başında olan Murat Karayalçın ile Mahmut Alınak tarafından gündeme getirilmiş, daha sonraları Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi yanında sermayenin değişik sözcüleri tarafından da dillendirilmiştir. Tansu Çiller’in sözünü etmesiyle geri alması bir olan “Bask modeli” de öz olarak yerel yönetimlere özerklik temelinde bir formüldür. En son AKP tarafından 2003′te program olarak hazırlanan Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı’yla somut ifade kazanan (ki bu Bölge Kalkınma Ajansları’yla birlikte ifade edilen bir pakettir) düzenlemeler yine bu esasa dayalıdır. PKK’nin demokratik cumhuriyet-yerel özerklik konsepti ile bunlar arasında ciddi farklılıklar olmayıp, tersine özsel noktalarda tam bir çakışma vardır.
Demokratik özerkliğe de model olan Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı’nın ruhu, sermayenin dolaşımı önünde yer yer hantallaştırıcı etkide bulunan merkezi devlet yapısını esnekleştirecek kimi değişiklikler yapmakta somutlanıyor. Sermayenin herbiri kendine özgü özelliklere sahip bölgelere daha derinlemesine yayılmasını, oralardaki birikime, yeraltı ve yerüstü zenginliklerine daha dolaysızca el koymasını, yerel özellikleri de kullanarak emeği daha rahat ve pervasızca sömürmesini kolaylaştırıcı bir işleve sahiptir. Bu özelliğiyle kapitalizmi, hem enine ama daha da önemlisi derinlemesine geliştirici bir model ve uygulamadır. Ayrıca güvenlik, savunma, dış politika, yargı gibi temel fonksiyonlar dışında burjuva devletin kimi işlev ve sorumluluklarını yerel yönetimlerin eline bırakmakla hem merkezi devleti “hantallıktan” kurtararak onun asli fonksiyonları üzerinde yoğunlaşmasını kolaylaştırıcıdır hem de bölgesel sömürü ve yağma olanaklarından daha etkin bir tarzda yararlanma olanağı sağladığı yerel burjuvazi ve esraf aracılığıyla rejime daha istikrarlı bir kitle temeli kazandırıcıdır. Bu her iki özelliğiyle de burjuvazinin neoliberal devlet anlayışının gereklerini karşılayan bir özelliğe sahiptir. PKK’nin şimdi kapsamlı askeri eylemlerle dillendirdiği “demokratik bölgesel özerklik” istemi ile TÜSİAD’ın ve bir bütün olarak sermayenin bugünkü çıkarları arasında bu açıdan ciddi bir çakışma mevcuttur.
En son ABD’de resmi protokolle kabul edilen TÜSİAD oradan da aldığı icazetle başlamış olan bu sürecin hızlandırılarak sonuca götürülmesini buyuruyor. “Gerekirse Öcalan muhatap alınsın” diyor. Sermayenin iradesini belirten ve “açılım”da somutlaşan devlet politikasından vazgeçilmemesini istiyor. Sürecin yürütücüsü konumundaki AKP’den de yolundan sapmamasını, eline yüzüne bulaştırdığı “açılım”ı açmasını istiyor.
Sonuçta biçimi ne olursa olsun PKK’nin tasfiyesini hedefleyen bu süreç, iç çelmelemeleri, sürtünmeleri, zigzaglarıyla şu ya da bu şekilde ilerleyecek. Bölgesel ve uluslararası konjonktür de bunu gerektiriyor. Tabii bu arada hiç beklenmeyen unsurların devreye girmesi ile sürecin bambaşka yerlere evrilebileceği olasılığının üzerinden de atlamamak gerekir.
Her şey sermayenin çıkarları için!..
Yerel-bölgesel özerklik, sermayenin derinlemesine ve genişlemesine yayılması, güç toplaması, yeni sömürü ve birikim olanaklarına kavuşması açısından zaruridir.
Yeni bir uluslaşma, bu bağlamda yeni bir Türk burjuvazisi yaratma sürecinin başlangıcını oluşturan Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Kürt sorununda benimsenen ırkçı-asimilasyoncu tutum, bu tutumun dayandığı katı parametreler, rejimin sermaye “aleyhine” de olsa katı merkeziyetçi bir tutumun sahibi olmasını koşullamıştı. Bu katı parametrelerin yanı sıra Türk burjuvazisinin Kürt ve Türk feodalleriyle paylaşmak mecburiyeti doğuran cılızlığı, Kürdistan’ın hem üretim-hem tüketim anlamında kapitalist pazara eklemlenmesini yıllarca yavaşlatıp engelledi. Kürdistan’da kapitalist gelişme Antep, Malatya gibi belli iller dışında “bilinçli” olarak donduruldu. Devlet bölgedeki feodal gerici mülk sahiplerine dayanmayı esas almış, kendisini sadece siyasal zor aygıtı olarak ifade etmiştir. Ve Kürdistan uzun yıllar, sınırlı bir meta üretimi dışında asıl olarak bu yerel gericilikler üzerinden gerçekleştirilen ticaret ve tarımsal-hayvansal üretim ile doğal kaynaklarının soğurulması sınırları içinde kapitalist sisteme eklemlenmiştir.
Bu sınırlamada Kürt sorununun rejim açısından tarihsel bir fobi olmasınin da payı büyüktür. Türkiye Cumhuriyeti’nin şekillendiği dönem, dünyadaki dengeler, sonrasında bu dengelerin kazandığı farklılaşmalar, Türk sermayesinin özgün gelişim çizgileri, dünyada belirleyici olan birikim politikalarıyla sermayenin gücü ve ilişkilenişi… gibi nedenler rejimin bu süreçler boyunca varolan tarihsel fobilerinde milimlik farklılaşmalara gitmekten imtina etmesini koşullamıştır. Dünyadaki politik dengelerin farklılaşmaya başladığı, asıl önemlisi birikim politikalarının değiştiği, Kürt pazarının kapitalist üretim ve dolaşım açısından farklı bir anlam kazandığı ‘80‘ler sonrasına, asıl olarak da ‘90′lar sonrasına kadar bu durum, Türk sermaye sınıfları açısından fazla bir sorun teşkil etmemiştir. Kimi dönemler “yol-su-elektrik-aş-iş” formülasyonlarıyla dile getirilen yaklaşımlar sergilense de, rejimin -ve bir bütün olarak sermayenin- Kürdistan’a ve Kürtlere yönelik katı paradigmalarında esasta bir farklılaşma sözkonusu olmamıştır.
Belirttiğimiz gibi değişen dünya dengeleri, birikim politikaları başta olmak üzere pekçok etkenin toplaştığı noktada sermayenin değişen ihtiyaçlarıyla birlikte doğasına uygun “açılım” istekleri de boy vermeye başladı. Neoliberal politikalarla karakterize olan emperyalist küreselleşme koşullarında Türk sermayesi, bırakalım rekabeti, ayakta kalabilmek için bile eski katı merkeziyetçi devlet yapısından farklı olarak, diğer şeylerin yanı sıra bölgesel özerkliği gündemine almak zorundaydı. Daha doğrusu sıkı merkeziyetçiliği bu yeni koşullar içerisinde, yeni güç dağılımlarıyla yeniden kurmak zorundaydı. Çünkü, Lenin‘in de belirttiği gibi, “Ekonomik koşulları ya da yaşayış tarzı bakımından az da olsa özelliği olan, farklı bir ulusal bileşime sahip bulunan bölgeler için özerklik tanımayan bir ülke modern değildir… Kapitalizmin gelişmesi için özerklik bir gerekliliktir… Sermayenin yoğunlaşmasını, üretici güçlerin gelişmesini, burjuvazinin ve proletaryanın bütün devlet ölçüsünde gruplaşmasını, saflaşmasını, karşı karşıya gelmesini kolaylaştıran böyle bir özerklik olmadan kapitalizmin geniş, etkili, hızlı ve özgür gelişimi olanaksız olurdu ya da hiç değilse son derece zorlaşırdı”.
Kürt sorunu özgülünde TÜSİAD tarafından dile getirilen ve aslında ‘90′ların başından itibaren Boyner’den Karayalçın’a kadar pekçok burjuva ve siyasetçi tarafından dile getirilen “bölgesel özerklik” fikrinin asıl kaynağı bu gerçektir. Daha tam bir ifadeyle, sermaye açısından daha fazla artı değer sömürüsü, daha fazla kar dışında bir motivasyon kaynağı yoktur, olamaz!
Kürt gerçeğinin kabulü elbette ki sadece bu ekonomik gerçekle bağlantılandırılarak açıklanamaz. Bu dinamik belirleyici olmasına rağmen, bu dinamik üzerinde Kürt özgürlük hareketinin yarattığı devrimci-demokratik basıncın rolü de küçümsenemez. Aksi taktirde tek başına bu ekonomik faktör belirleyici olsaydı, Kürt sorunu, rejimi çok yönlü açmazlara sürükleyen siyaseten etkin bir kitle dinamiğini stabilize etme sorunu ve ihtiyacından doğmaz, Kürt gerçekliğinin kabulü gibi siyasi bir önkabulden hareket eden arayışlar gündeme gelmezdi.
Gerçekten “demokratik” mi?
Rejimin eski ırkçı-katı merkeziyetçi yapılanması ile kıyaslandığında bu gelişmeler nispi bir ilerlemenin ifadesidir elbette. Fakat bu “nispilik”, sorunun özünde demokratik bir dönüşüm yaşanacağı anlamına geliyor mu? Demokratik muhtevadan kastımız, ulusların tam hak eşitliği ve gönüllü birliğidir. Bu noktada kapitalist sistem sınırları içerisinde ABD, İsviçre gibi ileri örnekler mevcuttur. Fakat bu örnekler de tarihsel gelişimlerinden, o gelişimi koşullayan tarihsel nedenlerden bağımsız olarak ele alınamaz.
Günümüzde Kürt ulusal sorununun kapitalist sistem içerisinde böyle bir modelle demokratik çözüme kavuşturulmasının en başta tarihsel koşulları mevcut değildir. Bir kere sermayenin böyle bir dinamiği yoktur! Bugün bizzat burjuvazi tarafından da dillendirilen bir model olarak bölgesel özerklik pek çok boyutu ile biçimseldir. Ulusal eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yetmeyeceği gibi, bu eşitsizlikleri sınıfsal düzlemde derinleştirerek ulusal sorunu yeni bir muhtevaya kavuşturacaktır. Bu muhteva, öz olarak, ulusal farklılıklardan kaynaklı eşitsizliklerin Türk ve Kürt burjuvalarının -kuşkusuz kendi içinde eşitsiz- işbirliği halinde gerçekleştirecekleri katmerlenmiş bir sınıfsal sömürüyle birleşmesidir. Bu durum, Kürt ve Türk proletaryası arasında sınıfsal temellerde ortak mücadelenin zeminini nesnel olarak güçlendirici bir yön taşımakla birlikte, bugüne dek birikmiş önyargı ve güvensizlikleri daha da derinleştirecek sonuçlar yaratarak sınıf içindeki bölünme ve rekabet ögelerini kızıştırıcı olmanın yanında, ulusal sorunun daha girift bir karakter kazanması gibi yeni handikaplar ve problemleri de beraberinde getirecektir. Bu anlamda, ‘ulusal’ olandaki her zayıflamanın otomatik olarak ya da sadece ’sınıfsal’ yön ve ögeleri güçlendirici bir rol oynayacağı şeklindeki mekanik indirgemeci yaklaşımlardan uzak durmak gerekir.
“Demokratik özerklik” formülü, Kürt halkının siyasal temsilcilerinin bugün dillendirdikleri haliyle de güdüktür; Kürt sorununun demokratik çözümünden uzaktır. Kürt siyaseti ile TÜSİAD siyaseti gelinen noktada pekçok boyutu ile çakışmalar arzetmektedir. Bugün bu temelde bir “çözüm”, yoksul Kürt halkı için kölelik koşullarında, karın tokluğuna çalışma imkanı sağlamanın ötesinde (ki o da kapitalist üretimin mantığına göre sınırlıdır, işsizlik ve açlık sorunu tümü ile çözülemez!) bir sonuç yaratamaz. Açlıkla cebelleşen Kürt yoksulları açısından bölgesel asgari ücrete rıza göstermek, “sıtma mı, ölüm mü?” ikileminde, “sıtma”yı tercih etmek anlamının ötesinde bir anlam taşımaz. Elbette ki Kürt sermayesi açısından durum farklıdır. O içiçe geçtiği Türk sermayesi ve emperyalist sermaye ile birlikte kendi ulusundan proleterleri ve emekçileri iliğine kadar sömürerek palazlanmanın, Kürdistan’ın yağmasından payına düşecek kırıntılarla bitinin kanlanması hayallerini kurmaya çok önceden başladı!
Nereye çıkar?
Lenin, bölgesel özerkliğin demokratik bir devlette de bir gereklilik olduğuna vurgu yapar. Yalnız bu vurguda altını çizdiği birkaç nokta vardır. Hiçbir ulusun herhangi bir ayrıcalığa sahip olmaması, birliğin eşitlik ve gönüllülük temelinde bir birlik olması bu vurguların başında gelir. Özerklik ve özerklik temelinde yükselen devlet yapılanması öncelikle bu temel koşulların varolduğu durumlarda demokratik bir karakter taşır. Eğer bu koşullar yoksa orada tanınacak özerklik ya içi boş bir aldatmacadır ya da her an geri alınabilecek geçici konjonktürel bir tavizi ifade eder.
Demokratik bir devlet, farklı özelliklere sahip bölgelerin, özellikle de ayrı ulusal bileşimde olan bölgelerin özerkliğini tanımalıdır. Bu özerklik demokratik merkeziyetçilikle bağdaşmayan bir şey değildir; tersine, ulusal bileşim bakımından heterojen olan bir devlet içinde, gerçek demokratik merkeziyetçilik ancak bölgelerin özerkliği ile gerçekleştirilebilir. Demokratik bir devlet, idari ve ekonomik özerkliğin yanı sıra, farklı dillere de tam bir özgürlük tanımalı, hiçbir dilin hiçbir ayrıcalığı olmamalıdır. Demokratik bir devlet hiçbir milliyetin bir başka milliyet tarafından hiçbir alanda, hiçbir kamu eyleminde ezilmesini, vesayet altına alınmasını hoşgörü ile karşılayamaz. Bunlar, istenildiği taktirde ayrılıp bağımsız bir devlet kurma hakkını da içerecek şekilde eksiksiz bir “kendi kaderini tayin hakkı”yla birlikte ulusal sorun konusunda burjuva demokratik bir çözümün (ve yaklaşımın) asgari temel koşullarıdır.
Son dönemde Kürt sorununa dair TÜSİAD ve özünde aynı telden çalan değişik türdeki liberal çevreler tarafından dillendirilen “demokratik çözüm” önerileri öz ve niyet açısından burjuva demokrasisinin bu asgari niteliklerini taşıyor mu? Soruna ekonomi ile siyasetin birbirinden ayrılamayacağı temel gerçeğinden hareketle yaklaştığımızda, bu söylemlerin asgari bir demokratikleşmenin bile çok uzağında söylemler olduğunu anlamak da zor olmayacaktır. Tek başına bölgesel asgari ücret meselesi ve sermayenin bu konudaki canhıraş yaklaşımının varlığı, Kürt sorununun bırakalım asgari demokratik esaslara göre çözülmesini, esas olarak sermayenin azami sömürü, azami kar eğilimi temelinde yeniden ve katmanlı bir karakter kazanarak içerik kazanacağının görülmesi açısından yeterlidir. Keza ezen ulus, imtiyaz sahibi ulus gerçeği ortadan kalkmadığı gibi, proletarya da kendi içinde birbirine rakip kılınacak, devasa bir ucuz işgücü kaynağı olarak görülen Kürt yoksulları, Kürt proleterleri ve emekçilerinin bu “demokrasi” yanılgısı ile iliklerine kadar sömürülmenin yolu açılacak!
Tek başına bölgesel asgari ücret konusu bile Kürt olmakla sınıfsal konum arasındaki dolayımsız ilişkinin anlaşılması yanında aşağılık bir kirli savaşı 30 yıldır destekleyen sermayenin bugün neden birden bire “demokrat” kesilme gereği duyduğunun -tabii bu sahte “demokratizmin” içyüzü ile birlikte- anlaşılmasını kolaylaştırır. Bu noktada sermayenin günümüzdeki yönelim ve çıkarları ile uluslar arası olanla içsel olanın yeni koşullarda kazandığı içiçelik gerçeğinden yola çıkarak “bu durum demokratikleşmeyi sermaye açısından zaruri hale getiriyor” teorilerine ulaşan her türlü liberal sayıklamaya karşı Lenin’in demokratikleşmeye dair yukarıda söylediklerini hatırlatacağız. Sahi sermayenin bütün o “demokratik çözüm” söyleminin özünde hangi amaçlar ve esaslar vardır, asıl önemlisi bu amaçlar ve esaslar nasıl bir biçim ve içerik doğuracaktır? Olgu ve süreçlere ilişkin göreli farklılaşmaları öne çıkararak “değişim” ve “demokratikleşme” cazgırlığı yapan liberal “demokratikleşme” çığırtkanları bu konuda da öze ilişkin bu soruların yanıtlarını vermelidirler.
Bu yolun sonu, Türk burjuvazisi ile onunla içiçe geçen Kürt burjuvazisi açısından yeni sömürü ve güç biriktirme olanaklarına çıkar. Peki ya 80 yıldır her türlü aşağılanma ve horlanmaya, katliam ve asimilasyona, göçlere, sürgünlere maruz kalmış, binlerce evladını özgürlük uğruna feda etmiş Kürt emekçi sınıfları açısından ne getirir? Bütün bu yıllar boyunca yaşananları unutmak dışında, ücretli köle olmak, hem de bölgesel asgari ücret vs. gibi sömürüyü katmerlendirici yöntemlerle birleşerek katmerlenmiş ücretli köleler olmak dışında ne getirir? Ulusal eşitsizlik, baskı ve asimilasyonun farklı biçimlerde devam etmesine ek olarak bir de derin sınıfsal sömürünün eklendiği koşullar dışında ne getirecek?
Peki ya Türk işçi ve emekçilerine? Kardeş halkın emekçilerinin ağır kölelik koşullarında sömürülmesi, kendi ulusal varlıklarını istedikleri gibi yaşayamamaları ve bu nedenle de sürekli bir güvensizlik ve tedirginlik içinde olmaları Türk proletaryası açısından da daha vahşi sömürü ve baskı dışında bir şey getirmez. Burjuvazinin bölgesel asgari ücret planlarından da görüleceği üzere sınıf içinde yeni bölünme ve rekabet unsurları ortaya çıkarır.Türk proletaryasının özgürlüğü, kendisi ile içiçe geçmiş kardeş halkın özgürlüğünü, onun “kendi kaderini tayin hakkı”nı kayıtsız-şartsız savunmaktan geçer. Bunun yolu ise her iki halkın işçi ve emekçilerinin sınırları, sınıfları kaldırıp, özgürleşecekleri bir dünya için savaşmalarından geçer. Sosyalizm için savaşmaktan! Ve bu, dün olduğundan daha fazla zorunludur!