DÜNYA
Bugüne düşürülen ışık- 1
Sermayenin değişik kanatları arasındaki iktidar savaşımı son günlerde tekrar alevlendi.
Sermayenin değişik kanatları arasındaki iktidar savaşımı son günlerde tekrar alevlendi. Erzincan-Erzurum hattında “savcılar savaşı” olarak patlak veren karşılıklı hamleler, aralarında eski Kuvvet Komutanlarının da bulunduğu bir grup darbeci subayın gözaltına alınması hamlesiyle bir üst düzeye sıçradı.
Burjuva liberalizminin değişik türdeki yandaşları tarafından bizlere hala “demokrasi yolunda atılan adımlar” olarak “yutturulmaya” çalışılan bu iktidar kavgasının karşı kutbunda yer alan faşist ordu ve cunta yandaşları ise dalaşmayı “tarikatların devleti ele geçirmesi” olarak gösterme çabası içindeler. Proletarya ve emekçi kitlelerin, onlardan da önce kendilerine “devrimci öncü” sıfatını yakıştıranların bu toz duman içerisinde yönlerini kaybetmemeleri için çatışmanın içyüzü, anlamı ve olası sonuçları konusunda net ve berrak bir kavrayışa olan ihtiyacın büyüklüğü ve önemi ortada. Devrimi örgütlemek, sınıfa ve emekçi kitlelere bu doğrultuda yol göstermek iddiasını taşıyan hiçbir politik güç, en başta da devrimci proletarya, sınıf düşmanlarının kampında cereyan eden bu çatışmaya ilgisiz ve kayıtsız kalamaz. Çünkü onun sonuçları kadar gelişim seyri, bu sırada izlenen bütün politika vetaktikler, hatta bugün olduğu gibi bazı hamlelerin zamanlaması dahi onun yaşamı ve geleceği üzerinde de dolaysız etkide bulunur.
Ayrıca bu açıklığın, bir kez sağlandıktan sonra her durumun içine sığdırılmaya çalışıldığı donmuş bir kalıp haline gelmesine de meydan verilmemelidir. Her geçen gün, iç ve dış yeni etken ve dinamiklerin yanı sıra yeni ihtiyaç ve sıkışmaların da eklenmesiyle yeni çizgiler kazanan sürecin süreklileşmiş bir dinamik yoruma ihtiyacı vardır.
Fakat bundan da önce, “bağımsız çizgi ve çözümleme” iddiasıyla ileri sürülen her görüş ve tez, devrimci materyalist tutumun ruhuna uygun bir yaklaşımla pratiğin denektaşında sınanıp sınavdan geçirilmelidir. Süreçlerin akışı üzerinde sosyalist proletaryanın tarihsel amaçları doğrultusunda siyasal bir müdahalede bulunma iddiasını ve gücünü taşımayan küçük burjuva entelektüel oyalanmalardan farklı olarak devrimci bir teori iddiası, gücünün, haklılığının ve geçerliliğinin tek göstergesi olarak hayatın içinde doğrulanmayı görür. Güçlü ve zayıf yanlarını bu terazide tartma cesaretini gösterir. Fakat bu devrimci tutum ve özgüven, ML’e uygunluk, kapsam, içerik ve derinlik bakımından da su götürür küçük burjuvazinin sığ böbürlenme merakıyla karıştırılmamalıdır.
Bu Marksist materyalist anlayıştan hareketle, hem teorinin pratikte sınanması hem de geçmişten geleceğe bir devamlılık ilişkisi içinde bugün yeniden kızışmış olan iktidar savaşımının ele alınışı sırasında hala geçerli ve önemli gördüğümüz görüşlerimizin genel çerçevesini hatırlatmanın yararlı olduğunu düşünüyoruz.
“Geçmişten bugüne düşürülen ışık” genel başlığı altında yayınlayacağımız 4 yazıdan ilkini bu bölümde bulacaksınız.
Aşağıdaki tezler, Temmuz 2007 seçimlerine giden süreçte kaleme alınan bir yazıya ilişkin değerlendirme kapsamında -28 Mayıs 2007 tarihinde- dile getirilmiş görüşlerdir.
Sermayenin iki farklı kanadı arasındaki iktidar çatışmasını, o zamanlar içimizde de hala ordu ile AKP hükümeti arasında “yaşam tarzları konusundaki farklılıklardan” kaynaklı “yönetememe krizi” yüzeyselliği içinde ele alan anlayışlardan farklı olarak, “toplumsallaşmış bir rejim krizi” şeklinde tanımlaması yanında bunu doğuran temel nedenlerin/dinamiklerin diyalektik bir bütünlük ilişkisi içinde ortaya konulmaya çalışılması, bu yaklaşımın ideolojik farkını ve özgün yönünü oluşturur.
Öte yandan, o kesitte sorunu ağırlıklı olarak hala “yönetememe krizi” sığlığı içinde ele alan ve Türkiye’de “faşist bir rejimin hüküm sürdüğünü” savunmakla kalmayıp “süreklileşmiş bir rejim ve yönetememe krizinin yaşandığını” ileri sürebilecek kadar da ileri giden görüşlerin sahipleri ise, bugün, “Türkiye’de faşizmin 1990’lardan sonra çözülüp liberal bir burjuva demokrasisine geçildiğini” iddia edebilen “İkinci Cumhuriyetçi” liberal oportünist fantezinin savunucuları arasına katılmışlardır. //
(…)
– 3. paragrafın başındaki, “.. Türkiye’de işe, seçimler ve parlamento, süreklileşmiş bir rejim ve yönetememe krizinin ancak askeri ve yarı askeri faşist darbelerle, muhtıralarla çözülüp istikrarın sağlanmasıyla sık sık bordadan atılan, faşist rejimin incir yaprağı işlevi gördü” cümlesi ve devamında ifade edilen ve Türkiye’nin siyasi tarihinin genelini kapsayan bir tez olarak ileri sürülen “süreklileşmiş bir rejim ve yönetememe krizi” tespiti yanlış(tır).
Esasında bu biraz da “rejim krizi” ile “siyasi kriz” olgusu ve kavramlarının birbirine karıştırılmalarından ileri geliyor. Basit bir anlatımla rejim krizi, bu ülkedeki yerleşik düzenin temel paradigmalarının, bunlara göre oluşturulmuş – zaman zaman ortaya çıkan bozulma olasılıklarının “olağanüstü” yöntemlerle de olsa kısa süre içinde yeniden denetim altına alınabilip eski konumuna oturtulabildiği- temel dengelerin, bunlara göre oluşmuş devlet mekanizması ve bunun olağan işleyişinin, egemen sınıfların yerleşiklik kazanmış egemenlik ve yönetim biçimlerinin, toplumda bunlara ilişkin olarak sadece zora dayalı biçimlerle değil ideolojik-kültürel hegemonya (“yumuşak güç”) aracılığıyla da yaratılmış olan konsensüs ve kabullenmenin vb. artık eskisi gibi dikiş tutamaz/yürümez hale gelmesi ve bu bütünlüğü bozunuma uğratan dinamikler ve süreçlerin, olağanüstü yöntemlerle de olsa nokta vuruşlar ve kısa süreli operasyonlarla dahi artık denetim altına alınamaz hale gelmesinin yarattığı bir durumdur.
Bu anlamda “rejim krizi” ile, farklı yönlerden gelişip farklı biçimlere bürünmüş olarak ortaya çıkabilecek ve bundan dolayı da öne çıkan yöne bağlı olarak [temelde “yönetememe krizi” özelliğini taşıdıkları halde “emekçi halk hareketinde devrimci kabarış”, “hükümet krizi” ya da “devlet krizi” gibi farklı biçimlerde adlandırılabilen -dba]; çözüm yöntemi olarak da çoğu kez ya parlamento içindeki atraksiyonlarla, ya egemen sınıflar bloku içindeki pazarlıklar ve yeni uzlaşmalara gidilmesi sonucu, ya erken seçimlere giderek ya da olağanüstü bir özellik taşımakla birlikte “küçük” dokunuşlarla aşılabilen değişik şiddetlerdeki siyasal krizleri birbirleriyle karıştırmamak lazım(dır).
İster “yönetememe krizi” biçiminde isterse diğerlerinden biri biçiminde yaşansın her siyasi kriz mutlaka rejim krizi anlamına gelmez. (Kendisini) doğuran nedenlere ve şiddetine bağlı olarak ona dönüşme potansiyelleri taşısa dahi illa bir rejim krizine dönüşmez. Buna mukabil her rejim krizi aynı zamanda şiddetli siyasi krizlere de kaynaklık eder, sık sık değişik şiddette siyasi krizler üretir ama bu bile mutlak ve süreklileşmiş olarak yaşanan bir durum değildir. Bu farka örnek olarak AKP’nin hükümette olduğu son 5 yılı örnek verebiliriz. Bu yıllar -1980’lerin ortalarından itibaren yeni bir biçim ve şiddette mayalanmaya başlayan, ‘90’larda kızışan ve son bir iki yıldır zirve yapan- kabaca son 15-20 yıl için belki “süreklileşmiş” diyebileceğimiz bir rejim krizinin yaşanmaya hatta derinleşmeye devam ettiği yıllar olduğu halde, bunun özellikle ilk 4 yılı “süreklileşmiş bir siyasi kriz” şurada dursun “siyasal bir istikrar” içinde geçmiştir.
Bu tanımlar ve farklılıklar içinde bakıldığında Türkiye’de “ancak askeri ve yarı-askeri faşist darbelerle, muhtıralarla çözülen”, bu anlamda en azından son 50 yıldır yaşanan “süreklileşmiş bir rejim krizinden” hatta “siyasi krizden” söz etmek mümkün de değildir doğru da değildir. (…)
Daha önceki yıllarda yaşanan ya da kıyısından dönülen kimi kesitlerin dışında Türkiye’de asıl büyük, derin, şiddetli ve bir bakıma da “süreklileşmiş” rejim krizi, 1980′lerin ortalarından itibaren yaşanmaya başlamıştır. Buna öngelen dönemde, yani 1970′li yıllar boyunca rejimi zorlayan, kimi olağanüstü yöntemlere başvurmak mecburiyetinde bırakan ve nihayetinde ancak 12 Eylül faşist darbesi ve uzun süreli kanlı bir cunta yönetimi ile denetim altına alınabilen bir emekçi kitle hareketi dinamiğinin yarattığı “denge bozunumu” vardır ama bu (bile) tekyönlü olarak gelişen ve sonuçta da denetim altına alınabilen bir rejim krizi tehlikesi yaratmıştır.
Fakat ‘Pandora’nn Kutusu’ asıl, bu dinamiğin terörle bastırılıp -hala süregeldiği üzere- belini kolay kolay doğrultamaz hale getirilmesinden sonra açılmıştır. Kapağı açan da dünya çapında bir dalga olarak gelişen neoliberal yeniden yapılanma mecburiyetinin kendisi olmuştur.
Türkiye burjuva Cumhuriyeti, siyasal düzen/rejim yapılanması olarak başından itibaren ülke içinde üç temel dinamikten duyulan korku ve bunların mutlak denetimi esası üzerine inşa edilmiştir:
1)Devrim ve komünizm korkusu; bu dışta SSCB’ye karşı ABD’nin (ve) Nato’nun kucağına oturma tercihini doğurmuş, içte ise her taşın altında “komünizm” arayan bir paranoya biçimine bürünmüş olarak azgın bir devrim, sınıf ve emek/halk düşmanlığı biçiminde sürmüştür.
2)Bölünme/toprak kaybetme korkusu temelinde amansız bir Kürt düşmanlığı; doğurduğu sonuçlar malumdur…
3)Egemen sınıflar bloku içinde de denge bozulması yaratıp ciddi güç kaymaları doğuracağı endişesiyle devletin denetimi dışında dinci-feodal bir örgütlenme ve kitle hareketinin serpilip büyümesi korkusu.
Rejimin biçimlenişine yön veren bu ‘iç’ temel korku ve endişelerle (defansif yön), sosyo-ekonomik yapıdaki gelişmelere bağlı olarak gücü ve kendine güveni artan işbirlikçi tekelci burjuvazinin büyüyen ihtiyaçlarına bağlı olarak artan ihtiraslarının yön verdiği arzu ve hedefler (ofansif yön) -ki 1980 sonrasının “Adriyatik’ten Çin Seddine Türk dünyasının lideri olmak”, “Balkanlardan Ortadoğu’ya Kafkaslar’dan Akdeniz’e sözü geçen etkin bir bölge gücü olmak” vb. bunların ifadesidir- devletin geleneksel yapılanması ve işleyişini, iç ve dış politikasının temel çizgi ve yönelimlerini, egemen sınıflar bloku içindeki iktidar bölüşümünü, buna dayalı iç dengeleri ve egemenliğin biçim ve yöntemlerini de tayin edici temel paradigmaları oluşturmuşlardır.
Fakat 1980 sonrası, sadece ülke içinde değil dünya ve bölge çapında harekete geçen etken ve dinamiklerin (kapitalizmin dünya çapında enine ve derinlemesine yeni bir gelişme ve genişleme/yoğunlaşma evresine girip, kelimenin neredeyse sözlük anlamına da yakın mutlaklıkta “evrensel bir sistem” haline gelmesini sağlayan neoliberal yeniden yapılanma, İran İslam Devrimi, eski SSCB’nin dağılması, Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da yaşananlar,vb, vb, vb.) de devreye girmesiyle, bunlar (iç ve dış) arasındaki etkileşimin yanında istense de önü alınamayan bir bütünlük halinde gelişen ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel vd. “büyük dönüşüm” dinamiklerinin işlemesiyle, T.C’nin geleneksel yapılanmasının dikişlerini patlatan neredeyse bütün dinamikler -fiilen “yokluk” derecesinde en zayıf olan ve hala ‘potansiyel’ bir tehdit konumunu aşamayan işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketinin devrimci bir temelde harekete geçişine dayalı devrim ve sosyalizm/komünizm tehdidi maalesef hariç olmak üzere- harekete geçmiş, değişik yönlerden değişik yoğunluk ve şiddette rejimin geleneksel yapısını, güç dengelerini, işleyiş ve mekanizmalarını bozunuma uğratmaya başlamıştır.
1980 sonrası itibarıyle bunlardan ilk ‘başını kaldıran’ İslamcı dinamik olmuştur. İdeolojik-siyasi bakımdan 1979′daki İran İslam Devrimi’nin esinleyici rolünün -ve el altından desteklerinin de- etkisiyle fakat asıl olarak 12 Eylül zorbalığı eliyle uygulamaya konulan 24 Ocak neoliberal programının açtığı kulvara hücum eden Anadolu sanayisi ve orta burjuvazisinin ekonomik yönden olduğu kadar sosyal ve kültürel yönlerden de palazlanıp güçlenmesine dayalı olarak adeta patlama yapan bu hareket, solun vahşice ezilmesinin yanında 12 Eylül cuntasının önüne açtığı imkanlardan da yararlanarak 1980′li yıllar boyunca toplumsal etkinliğini yoksul emekçi sınıflara doğru genişletip derinleştirmekle kalmamış; kendi aydınlarını, kendi basınını, kendi örgütlenme ağlarını vs vs. yaratıp gücüne güç katmıştır. 1980′li yıllar boyunca güç biriktirme aşamasında olduğu için tekelci burjuvazinin en iri kesimleri ve geleneksel devlet güçleri tarafından ciddi bir tehlike olarak görülmemekle kalmayıp, önceleri devrimci harekete ve “yıkıcı ideolojilere karşı”, sonrasında da “Kürt bölücülüğüne” karşı devlet tarafından desteklenip himaye gören bu dinamik, 1990′lı yılların ortalarından itibaren içlerinden bazılarının tekelleştiği ve sektörlerinde “Türkiye’nin 1 numarası” haline geldiği ekonomik güçlenme ve nüfuz artışına paralel olarak merkezi iktidardaki güç ve yetki paylaşımının da kendilerine güçleriyle orantılı yeni bir konum verilecek şekilde yeniden belirlenmesini talep eder ve bunu zorlar hale gelmişlerdir. Rejim krizini doğuran temel dinamiklerden biri budur ve 28 Şubat ile 27 Nisan bu gerilimden doğan sonuçlardır.
1980′lerin ortalarından itibaren uç vermeye başlayan, fakat asıl 1990′lardan sonra hissedilir hale gelip giderek şiddetlenen “rejim krizi”ni doğuran ikinci temel dinamik, Kürt ulusal hareketinin patlak vermesidir. 1984′ten itibaren üstelik devrimci bir gerilla hareketi temelinde ortaya çıkıp 1990′ların başından itibaren ulaştığı yığınsallık, gelişkin örgütlülük, bölgesel ve uluslararası etkinlik vd. yönleriyle rejimin asıl büyük “başbelası” haline gelen bu dinamiğin harekete geçişi, sadece geleneksel bir korkuyu hortlatmakla kalmamış; devletin egemenlik biçim ve yöntemlerinden devlet içindeki güç dengelerine, politik taktik farklılıklardan dış politika ve ilişkilere kadar istisnasız her konu ve alanda geleneksel sistem ve dengeleri alt üst eden sonuçlar doğurmuştur. Tabii ki sürecin sonraki evrimi malumdur, ama geleneksel tarz ve yöntemlerde ısrarın artık geçerli olamayacağı görüşü MİT tarafından bile benimsenir hale gelmiştir ve Kürt sorununa ilişkin stratejik farklılıklar sorunu, günümüzde de rejim krizinin temel öğelerinden birini oluşturmaya devam etmektedir.
24 Ocak Kararları ve 12 Eylül sonrası temelde bir “zorunluluk” olarak ortaya çıkan ve Türk tekelci burjuvazisinin de ulaştığı gelişme aşaması itibarıyle zaten bir bakıma mecbur ve teşne olduğu ekonominin, devletin, siyasetin, toplumun, kültürün vd, vd. yeniden yapılanması kapsamında ortaya çıkan ya da bu sürece eklenen yeni dinamikler kapsamında örneğin AB süreci, burjuva devletin dünya çapındaki yeniden yapılanmasına yeni çizgi ve boyutlar kazandıran 11 Eylül sendromu gibi etkenler, Balkanlar, Kafkasya ve Irak’ta yaşananlar, AB konusunda daha çok bir demagoji konusu olarak kullanılan “bölünme sendromu”nun ABD’nin GOP ile birlikte ete kemiğe bürünmüş olarak toplumsal ölçekte yeniden hortlayıp kızışması, toplumun yaşadığı sarsıntılar, değer yargıları, beklenti ve ihtiyaçlarında ortaya çıkan değişimler vb. gibi daha bir dizi iç ve dış, sadece ekonomik ve siyasal olanla sınırlı kalmayan bir dizi etken, temel parametrik değişimlere işaret etmeye çalıştığımız rejim krizine eklemlenen, onu kızıştırıp ona yeni çizgi ve boyutlar kazandıran irili ufaklı gelişme ve dinamikler kapsamında hep akılda ve gözönünde tutulmalıdır.
– “.. seçimlerin galibinin rejim krizinin ta kendisi olacağını ortaya koymaktadır” şeklindeki bir öngörü de doğru değil(dir).
“Rejim krizi” o kadar “kolay” ve o kadar “çabuk” çözülebilir olsaydı, böylesine derinleşmiş ve keskinleşmiş olarak bugüne kadar sürmezdi, bu birinci nokta. İkincisi, 22 Temmuz tam tersine siyasi krizi dahi hafifletici-öteleyici bir sonuç doğurmayabilir; onu bir dönem için öteleyebilse dahi rejim krizi biraz da sandıktan çıkan sonuçlara ve güç dağılımına bağlı olarak belki daha derinleşmiş ve şiddetlenmiş olarak, belki hemen belki de 3 vakte kadar ama mutlaka kendini yeniden gösterecektir.