DÜNYA
Bugüne düşürülen ışık -II
…Bugünkü krizin (de) merkezindeki sorun, devlet iktidarı ve olanaklarının yeniden paylaşımıdır.
// Aşağıdaki yazı, 2007 yılının genel bir değerlendirmesi kapsamında Ufuk Çizgisi dergisinin 8 Şubat 2008 tarihli sayısında yayınlanmış olan Türkiye ile ilgili bölümün bir parça kısaltılmış halidir. Fakat yazıdaki alt çizmelerin hepsi, o zamandan yapılmış dikkat çekme ve uyarı amaçlı vurgulardır.
Yazı, burjuvazinin iki farklı kanadı arasındaki iktidar savaşımının özünü ve kaynaklarını bir kez daha hatırlatmanın yanında onun bu denli sert ve inatçı bir süreç olarak yaşanmasının temel nedenlerinden biri olarak devletin neoliberal dönemde de süren -hatta bazı yönlerden artan- ‘ekonomik’ işlevi ile bunun özellikle de yaklaşan kriz koşullarında kazandığı önemle sorunun bağlantısını kurmaktadır. //
2007 TÜRKİYESİ
“(…) 2007 Türkiyesi’ne damgasını vuran olgu/süreç/dinamik olarak her halükarda karşımıza, rejim krizindeki derinleşme ve iktidar savaşlarındaki kızışma olgusu çıkar. 2007 Türkiyesi, temelde bununla karakterize olmuştur çünkü. …
Bu seferkinin farkı
Genellikle tek bir boyuta, ‘siyasal krize’ indirgenen, onun da kendi içinde ‘yönetememe krizi’ne doğru daraltıldığı rejim krizini kısaca, Cumhuriyet’in üzerine kurulduğu paradigmaların iflası, egemenlik sisteminin geleneksel yapılanma ve yöntemlerindeki tıkanma ile rejimin iç dengelerinin bozulması şeklinde tanımlayabiliriz. Herhangi bir siyasal krizden farklı olarak -tabii onu da içerecek şekilde- sistemde bir tıkanma anlamına gelen “rejim krizi”nin bu temel unsurlarından da görüleceği üzere sorun, siyasal boyutun yanında ideolojik, idari, hukuksal, kurumsal ve yöntemsel boyutları da olan çokyönlü bir sıkışma ve dengesizleşme halidir ve meselenin temelinde, bütün sınıfların ve toplumsal güçlerin geleneksel yapılarını ve konumlarını değiştirmekle kalmayıp burjuva karşı devrim kampı içinde de güç kaymalarına neden olan ekonomik-toplumsal etken ve gelişmeler yatmaktadır.
Yine yaygın olan yüzeysel bir algılamanın tersine bu kriz, toplumun ve sermayenin değişik kesimleri arasındaki ideo-kültürel değer yargıları ve yaşam tarzı farklılıklarından kaynaklanan mikro ölçekteki bir “medeniyetler çatışması”nın ortaya çıkardığı öznel bir sonuç olmayıp, 1980′lerden sonra dünya çapında ve Türkiye’de yaşanan neoliberal dönüşümün ortayaçıkardığı nesnel bir sonuçtur.
(…)
Bugünkü rejim krizinin hangi yönüne ya da bileşenine bakarsak bakalım, 1980′lerde izlenen neoliberal yeniden yapılanma politikalarının bu rolünü görebiliriz.
Örneğin, mevcut rejim krizini burjuvazi açısından bu denli ağırlaştıran temel etken olarak sermaye bloku içerisindeki parçalanma ve güç kaymaları, Türkiye’de de 24 Ocak Kararları ile yürürlüğe konulan ve 12 Eylül askeri faşist darbe zoruyla uygulanan neoliberal ekonomik politikaların ürünü(dür). Bugünkü krizin (de) merkezindeki sorun, devlet iktidarı ve olanaklarının yeniden paylaşımıdır. Bu çatışmanın taraflarını oluşturan ‘80 öncesinin taşra burjuvazisinin yükselişi ile geleneksel iktidar blokunun bazı bileşenlerinin -sadece siyasal değil ekonomik bakımlardan da- güç ve konum kaybı yaşamaları, bu ekonomik (ve siyasi) politikalardan kaynaklanmamış(tır).
Aynı şekilde, burjuva devletin sadece klasik örgütlenme biçimi ve işleyişinde radikal değişiklikler talep etmekle kalmayıp, bugüne kadar onun tekelinde olan bir çok temel ekonomik ve siyasi işlevin artık ondan alınarak çoğu dolaysızca emperyalist burjuvazi ve tekellerin elinde olan kurum ve kuruluşların eline verilmesi neoliberal yönelimi(dir) bugünkü krizin önemli neden ve bileşenlerinden bir diğeri.
Cumhuriyetin üzerine kurulduğu bütün paradigmaların dikişlerini patlatan, güçlü bir işçi sınıfı ve halk hareketinden duyulan korku dışında onun bütün temel korkularını azdıran toplumsal-siyasal dinamiklerin harekete geçişi ve güç kazanmasında da görebiliriz biz bu dönemin neoliberal strateji ve uygulamalarının sadece ideolojik ve politik etkiyle de sınırlı kalmayan doğrudan ve dolaylı etkilerini, vb.
B- Bu rejim krizinin merkezinde, rejimi tarihi boyunca korkutan dinamiklerin -özellikle de Kürt dinamiğinin- harekete geçişinden de çok, karşı devrim blokunun kendi içindeki derin güç parçalanmasının yatması, onu daha önceki diğer bütün rejim krizlerinden ayıran tayin edici farklılıkların ikincisini oluşturur.
Egemen sınıflar bloku içerisindeki parçalanma ve iktidar çekişmesi olgusu, daha önceki rejim krizleri sırasında da karşımıza çıkar. Özellikle de Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yaşananlarla -bazı yönlerden onların bir devamı olan- 1938, 1946-’50 ve 1957-’60 krizleri, zaten asıl olarak bu temelde yaşanmış kilitlenmelerdir. Fakat Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yaşananlar hariç bunların hiçbirinde parçalanma, bugünkü kadar büyük ve derin, kutuplaşma bu kadar keskin olmamıştır. Ayrıca bunların her birinde, karşı karşıya gelen klikler önceden de zaten egemen sınıf bloku içinde yer alan kesimlerdir. Çatışma, bunların o kesitteki ekonomik ve siyasal çıkarlarındaki farklılıkların büyümesi üzerine patlak vermiştir.
Bu seferkinde ise, önceleri egemen sınıf bloku içinde değil, en irileri bile onu çevreleyen halkada yer alan, asıl olarak 1980 sonrası yaptığı atakla zuhur etmiş bir gücün (daha önceleri ‘orta burjuvazi’ konumundaki taşranın ticaret ve sanayi burjuvazisi) iktidar olanaklarının değişen güç dengelerine göre yeniden paylaşımı talebi söz konusudur.
Doğası gereği bu, geleneksel iktidar yapılanması içerisinde bazı güçleri eski konumlarından edecek bir taleptir ve özellikle bu kesimler için sorun bir varlık-yokluk sorunu özelliğine sahiptir. Krizi ağırlaştıran ve kronikleştiren bir etken olarak bunların direnişi bundan dolayı sert ve hırçın, bundan dolayı inatçıdır.
Krizin bu ‘merkez noktası‘nın yakalanıp buna dayalı olarak yaşanan çatışmanın aslında sermayenin iki değişik kanadı arasındaki çıkar ve iktidar savaşımı olduğunun görülmesi, hem tarafların niteliği ve amaçları konusunda (örneğin AKP’nin liberal demokrat bir yönelimi temsil ettiği ya da Genelkurmay ile arkasında mevzilenen güçlerin en azından anti emperyalist bir özelliğe sahip oldukları vb. şeklinde) aptalca yanılsamalara kapılmanın önünü alacağı kadar, çatışmanın alevlenme ya da geçici yatışma kesitlerinde konjonktüre dayalı zigzaglar çizilmemesi açısından da tayin edici öneme sahiptir.
Bu çatışmanın, yine neoliberal yeniden yapılanmanın zorunlu gereklerinden biri olarak burjuva devletin klasik örgütlenme biçimi, geleneksel egemenlik yöntemleri ve politikalarında köklü değişiklikler yapma mecburiyetinin yani sıra rejimin tarihsel korkularını hortlatan dinamiklerin harekete geçip güç kazanmasıyla birleşmiş olması, durumu her iki taraf açısından da ama geleneksel olanın korunmasından yana olan statükocu kanat açısından çok daha korkutucu kılmaktadır. Birincisi -devletin yeniden yapılandırılması mecburiyeti- zaten atı değiştirmek mecburiyeti doğmuşken bir de dereyi geçme mecburiyetinin doğmuş olması gibi büyük bir risk demektir. Bu yetmezmiş gibi buna bir de Kürt ulusal kurtuluş dinamiği başta olmak üzere sermayenin genel çıkarları ve rejimin geleceği açısından her iki kanat tarafından da ‘ortak tehlike‘ olarak görülen dinamiklerin devrede girişinin eklenmesi, krizi ağırlaştıran, çatışmayı keskinleştiren faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Daha önce andıklarımızla birlikte böyle bir çakışma hali, daha önceki rejim krizlerinin hemen hiçbirinde yoktur. …
(…)
C- Şimdilerde yeni bir krizin ayak seslerinin duyulduğu ekonomi alanında sürekli bıçak sırtında bir yürüyüş koşullarında yaşanıyor olması, bugünkü rejim krizini daha öncekilerden ayıran bir diğer temel farklılıktır. Bu, krize derinlik ve keskinlik kazandıran etkenlerden biri olmanın yanında, kullanılan yöntemlerden çözüm imkanlarının sınırlılığına kadar birçok konuda karşımıza çıkar. Biçimi ve zamanlaması bile borsaya tabi olarak şekillenen 27 Nisan “e-muhtırası” buna 2007 yılından bir örnek olarak verilebilir. Keza herbirinde krizin yeni boyut ve görünümler kazandığı 2002 ve 2007 seçimlerinin her ikisinde de sandıklardan çıkan sonuçları tayin eden etkenlerin başında yine ekonominin durumu gelir. Birincisinde 2001 krizinin kamçıladığı yığın tepkisi geleneksel parti yapılarını ve o güne kadarki siyasi dengeleri yerle bir ederken; ekonomide istikrar yanılgısı ve daha fazla iyileşme hayalleri AKP’yi son 22 Temmuz seçimlerinde yüzde 47′ye ulaştıran temel etkenlerden biri olmuştur.
Kapitalizmin emperyalizm aşaması, sermayenin artık ‘herhangi bir kar’ ile yetinemez hale gelip ‘azami kar’ ihtiyacının bir mecburiyet özelliğini kazanması ile karakterize olur. Azami kar arayışı ve yönelimi ise her zaman azami egemenlik gerektirir, bunu şart koşar. Bu ikisini birbirinden kopuk olarak ele alıp düşünmek, tutarlı ve devrimci bir emperyalizm kavrayışı açısından mümkün değildir.
Türkiye’de bugün halen sürmekte olan rejim krizini doğuran süreçlerin önünü açan neoliberal yeniden yapılanma yönelimi ve stratejisinin özünü de zaten bu bütünlük ilişkisi temelinde her iki yönde de büyüyen ihtiyaçların karşılanması oluşturur. Çünkü kapitalist emperyalist sistemin geleceği ve sermayenin bütün kesimleri açısından olduğu kadar farklı sermaye grupları ve tek tek tekeller açısından da tarihin bu kesitinde bu sorun, dünya çapında olduğu kadar ülkeler özgülünde de ayakta kalabilme, varlığını sürdürebilme sorunu ve savaşımı özelliğini kazanmıştır. Geride kalanın sadece küçülmekle kalmayıp yutulma tehlikesiyle de yüz yüze kalmaktan kurtulamadığı vahşi bir rekabet savaşımı söz konusudur artık.
Büyük emperyalist tekellerin, özellikle de mali sermayenin dünya çapında ulaştığı büyüklüğün, güç yoğunlaşması ve merkezileşmesinin kazandığı boyutların doğurduğu asli sonuçlardan biridir bu. Bu bağlamda, kapitalizmin tarihi boyunca her zaman ekonomik bir güç ve araç işlevini de görmüş olan devletin bu özelliği ve fonksiyonu, neoliberal demagojilerin iddialarının tam aksine, günümüzde de azalmamış artmış, sermayenin sınıf olarak bütünü açısından olduğu kadar değişik sermaye grupları ve tekeller açısından da bu aracın gücüne ve fonksiyonlarına duyulan ihtiyaç hayati bir önem kazanmıştır. Onu doğuran nedenler ve merkezinde yer alan iktidarın yeniden paylaşımı talebiyle birlikte düşünülecek olursa bugünkü rejim krizinin neden bu kadar derin ve inatçı, çatışmanın neden bu kadar sert geçtiği biraz daha açıklık kazanmış olur.
TÜSİAD ya da Doğan medyanın AKP’ye her diklenişinin öncesi ya da sonrasında işin altından mutlaka büyük bir kamu ihalesi ya da özelleştirme hazırlığının çıkması bir tesadüf müdür? “Bunlar kendi burjuvazilerini yaratıyorlar” yakınmasının sermayenin sözcüleri tarafından bile sık sık gündeme getirilmesi kaderin bir cilvesi midir? Ya da 2007′ye damgasını vuran olaylar içinde yer alan Nisan mitingleri sırasında olduğu gibi “laiklik muhafızları” olarak kolaylıkla mobilize edilebilen kentli orta sınıfların bu militanlıklarının arka planında devletle olan en küçük işlerini dahi artık eski kolaylıkla sürdüremez hale gelmelerinin yarattığı öfkeyi görmemek mümkün müdür? Her şey bir yana, ekonomik faktörlerin rejim krizi ve iktidar savaşları üzerindeki tayin edici etkisini, Bonapart taslağı Genelkurmay Başkanı’nın “ağzımızı açsak borsa düşüyor, nasıl davranacağımı ben de şaşırdım…” yakınmasından daha iyi ne anlatır?
Ekonomik faktör, 2007′de rejim krizinin seyri üzerinde daha çok stabilize edici, çatışmanın hararetini sınırlandırıcı, bu arada AKP ve temsil ettiği sermaye kesimlerinin pozisyonunu ve hareket kabiliyetlerini güçlendirici bir rol oynadı. Fakat görünen o ki, burjuvazinin bütününe de yarayan bu “saadet dönemi” 2008′de sona ermekle kalmayacak; patlama ihtimali giderek artan yeni bir ekonomik kriz, rejim krizini de alevlendirmekle kalmayıp kitleler faktörünü de işin içine daha geniş çaplı olarak sokacaktır.
Tabii burada önemli olan, bunun kimlerin önderliğinde, nasıl gerçekleşeceği sorunudur. Emekçi yığınların çıkarları ve sınıf hareketinin geleceği açısından olduğu kadar devrimci hareketin konumu ve geleceği açısından da burada hem tarihsel bir fırsat ama aynı ölçüde de büyük tehlikeler birlikte yatmaktadır. 2008′in seyrini ve 2007′den ne ölçüde farklılaşacağını, biraz da bu olasılıklardan hangisinin, ne ölçüde, nasıl gerçekleşeceği tayin edecektir.
D- Bugünkü rejim krizinin, en az kendisi kadar ağır bir toplumsal krizle iç içe geçmiş olarak, ‘toplumsallaşmış bir rejim krizi‘ biçiminde yaşanmakta oluşu, onu daha önceki benzerlerinden ayıran özgün özelliklerden sonuncusunu oluşturur.
Rejimin kitle desteklerinde de bir sallantı ve zayıflama, bazen daralma ve parçalanma, en azından bir kuşku, belirsizlik ve buna dayalı bir güven krizinin ortaya çıkışı, özellikle de ağır seyreden rejim krizleri sırasında sık görülen bir durumdur. Hatta krize eklemlenmekle de kalmayıp, süreç içinde onu ağırlaştıran etkenlerden biri haline de gelebilir. Fakat bu toplumsal boyut, 12 Mart ve 12 Eylül öncesi örneklerinde olduğu gibi ya zaten rejimi krizini doğuran nedenler arasındadır ya da 1946 ve ‘57 sonrasında yaşandığı gibi krizden kaynaklı sonuçlardan biri olarak kendini gösterir.
Bugünkü durumun bu açıdan özgünlüğünü ise, birbirleriyle sık sık kesişmekle birlikte, yaşanan toplumsal kriz ile rejim krizi arasında ne nedenler ne de sonuçlar bağlamında dolaysız bir illiyet bağının bulunmayısı oluşturur. Bunların ikisi de sonuçta aynı kaynaktan, 1980′ler sonrasında yaşanan neoliberal değişim süreçlerinden kaynaklanmakla birlikte farklı mecralarda akan iki farklı kriz düzlemidirler. Fakat ikisinin de birbirleri üzerinde durumu ağırlaştırıcı etkileri yanında, bu yan yana gelme, aynı tarihsel kesit sırasında yaşanma halinin yarattığı riskler -değerlendirmesini bilen ve becerebilenler açısından tabii içerdiği fırsatlar da- büyüktür.
Sermayenin farklı kesimleri arasındaki iktidar savaşımından kaynaklanan rejim krizi, bu dengesizlik halini yaşarken bir de kendisini tehdit edici bir toplumsal muhalefetin basıncı ve baskısından uzak olmanın sağladığı ‘rahatlığın’ yanında toplumsal krizin yarattığı belleksizleşme ve belkemiksizleşmeden, kitle oportünizmi ve akışkanlığından, ahlaki ve moral çürümeden de yararlanarak toplumsal dayanaklarını genişletme imkanını bulurken; bütün toplumsal güç ve sınıfların sadece ekonomik değil ideolojik, kültürel, ahlaki ve moral yönlerden de sancılı bir değişim sürecinden geçtikleri toplumsal krizin yarattığı düşkünleşme, çaresizlik ve gelecek güvensizliği, rejim krizi ortamında küçük bazı menfaatler karşılığında kendini pazarlama ve bir “güç olduğu” yanılsamasını yaşama olanağını bulmaktadır.
Durum bu yönüyle, komünistlerin beceremediğini Nazizmin ve faşizmin becerdiği 1930′lu yılların Avrupası’nı çağrıştırmaktadır. Zaten 2007 yılının öne çıkan olgu ve olaylarının hemen hepsinde bu açıdan ürkütücü benzerlik ve uyarıcı belirtileri fazlasıyla bulabiliriz. Devletle ilişkileri artık daha dolaysızlaşmış hatta her çetede mutlaka birkaç subay ya da polisin çıktığı bir ‘personel birliği’ yaşanacak kadar iç içeleşmiş paramiliter çete örgütlenmelerinin yüzeye vuran yaygınlığından gözü dönmüş linç güruhlarının kolayca ve sık sık harekete geçirilişine, toplumun hemen her kesiminde genel ve bariz bir sağcılaşma yaşanmasından kentli orta sınıfların dahi kolayca mobilize edilir hale gelmiş olmalarına kadar 2007′ye rengini veren birçok gelişmeyi buna örnek verebiliriz. Zaten bugünkü rejim krizinin bu özelliğinin yakalanması, içerdiği tehlikeler ve olasılıkların görülebilmesi açısından önemlidir.