DÜNYA
Bugüne düşürülen ışık- III
Türkiye’nin 1980 sonrası geçirdiği değişim, gelişmenin eşitsizliği yasasıyla birlikte- tekelci sermayenin yapısını ve onun kendi iç ilişkilerindeki hiyerarşik dengeleri de değiştirmiştir.
SÜRÜNCEMELİ KRİZ (Ufuk Çizgisi, 17 Ağustos 2007, sayı: 67)
(…)
Bu yanılgıların temelinde, cumhurbaşkanlığı seçimi sorununun ‘geleneksel’ kalıplar temelinde dar bir ‘siyasal’ perspektiften ele alınması yatıyor. Sorunun hem geçmiş hem de geleceğe dönük yönleri olan ‘tarihsel’ boyutu yanında asıl daha belirleyici etken olarak ‘yapısal’ ve ‘ekonomik’ boyutları yeterince hesaba katılmıyor…
Bizim kastettiğimiz değişim, 1980 sonrası dünya çapında yaşanan neoliberal büyük dönüşümün basıncıyla ve onun bir parçası olarak Türkiye’de de ekonomiden siyasete, sınıfların yapısından sınıflararası ilişkilere, toplumsal ilişkilere yön veren değer yargılarından kültür ve sanata kadar hayatın her alanında yaşanan değişim ve dönüşümlerin burjuvazinin egemenlik yöntemlerinde ve devletin yapılanmasında da zorunluluk haline getirdiği değişim. Bu süreç Türkiye’de rejimin geleneksel yapısının dikişlerini patlatmıştır. Onun Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana üzerine oturduğu bütün temel dengeleri bozacak şekilde pandoranın kutusunu açmış, bilinen ya da sonradan ortaya çıkan bütün karşıt dinamikleri harekete geçirmiştir. Bugün bu durum karşımıza “toplumsallaşmış -bir yönüyle de süreklileşip kronikleşen- bir rejim krizi” olarak çıkmaktadır…
(…)
Sorunun ana kaynağı
Türkiye’nin 1980 sonrası geçirdiği sosyo-ekonomik, toplumsal, kültürel değişim -kapitalizmin doğasından kaynaklanan gelişmenin eşitsizliği yasasıyla birlikte- tekelci sermayenin yapısını ve onun kendi iç ilişkilerindeki hiyerarşik dengeleri de değiştirmiştir. 24 Ocak kararları ile onun önünü açan 12 Eylül askeri faşist cuntası döneminde atağa kalkan ve palazlanarak büyüyen burjuva kesimler, ekonomik güçlerindeki bu büyümeye paralel olarak devlet yönetimi üzerinde de ona denk bir etki ve söz sahibi olmak talebi içindedirler. Tabanını günümüzde de Anadolu kökenli KOBİ sermayesinin oluşturmaya devam ettiği bu kesim (AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinde Türkiye ortalamasının dahi üzerine çıkarak büyük oy aldığı illerin çoğu, dikkat edilirse KOBİ ağırlıklı kentlerdir ve A. Gül’ün adaylıkta ısrarına ilk açık ve güçlü desteğin yine bu kesimlerin çatı örgütü olan TOBB‘dan gelmesi tesadüf değildir) siyasal-toplumsal varoluşunu -iktidardan pay talebi de içinde olmak üzere- ortaya çıktığından beri ağırlıklı olarak ‘muhafazakar’ bir söylem temelinde, “İslami” çizgide ifade edegelmiştir.
Bugün cumhurbaşkanlığı seçiminde de yaşanan çatışma, 12 Eylül sonrası atağa kalkan bu kesimlerle ordu, yargı ve yüksek bürokrasi başta olmak üzere devletin yapılanmasında eski etki, güç ve konumlarını kaybetme tehdidiyle karşı karşıya bulunan statükocu güçler arasındaki iktidar çekişmesinden başka bir şey değildir. Bundan dolayı serttir, bundan dolayı kıran kırana geçmektedir, bundan dolayı inatçıdır ve bundan dolayı gelip geçici olmayıp belli bir süreklilik kazanmış haldedir.
(…)
…yüzde 47′ye yakın oy alarak çıktığı 22 Temmuz seçimlerinden sonra bile AKP eğer bu konuda geriye doğru bir adım atacak olsaydı, bu onun için siyasal bir intihar olurdu. Seçimlerde elde ettiği ezici sonuca rağmen temsil ettiği güçler bakımından bu sadece iktidar olamamakla kalmayıp siyasal (ve ekonomik) gücün yeniden paylaşımı iddiasından da vazgeçme anlamına gelirdi. Bu yönüyle çatışma, eşitsiz gelişme temelinde kazanılmış bir hakkın talep edilmesi ile sahip olunanın verilmek/paylaşılmak istenmemesi temelinde ‘dünden bugüne’ sarkan, ‘düne ait’ bir hesap kapatma sorunu olarak algılanabilir fakat bu eksik olduğu ölçüde de yanlış olur.
Sorunun yapısal olduğu kadar tarihsel perspektif açısından da dün’den gelen, dün’de başlayan bir boyutu olduğu ölçüde, bugün üzerinden yakın ve uzak dönem itibariyle geleceğe de uzanan bir yönü ve boyutu olduğu asla gözden kaçırılmamalıdır.
Siyasetin artan ekonomik değeri
Çatışmanın bu denli sert ve inatçı seyredip önümüzdeki sürece de uzanacağı şimdiden somut belirtileriyle görülmeye başlanan ‘süreklilik‘ kazanmasının temel belirleyenlerinden bir diğerini siyaset ile ekonomi arasındaki ilişki oluşturmaktadır. Bu konuda neoliberal demagoji, “devletin ekonomi üzerindeki etkinliğini ortadan kaldırarak siyasetin ekonomiden kovulduğu” yanılsamasını yaratmakta başarılı olmuştur. Halbuki gerçekte siyaset, neoliberal dönem öncesinde olduğundan çok daha fazla, sadece çok daha arsızca ve dolaysızca tekelci sermayeden yana olacak şekilde ekonominin içindedir. Büyük bir cari açık sorunu ve dış kaynak bağımlılığı başta olmak üzere bağımlı kapitalizmin yapısal zaaflarından dolayı zaten büyük ve önemli olan siyasetin ekonomik değeri, şimdilerde dünya borsalarında yeni bir kriz dalgasının köpürmekte olduğu tarihsel koşullarda çok çok daha artmış olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ekonomi üzerinde de tayin edici etkilerde bulunacak olan siyasal kararların alınma süreç ve mekanizmalarında tayin edici mevzileri elde bulundurmanın hayati önemi bu koşullarda olağan zamanlardan kat kat artmıştır. Çatışmanın sertliğinin de, doğurabileceği bazı risklere rağmen A. Gül isminde ısrarın da, “çözülmüş” gibi görünen konuların bile tekrar tekrar yeni birer çatışma konusu halini aldığı krizdeki süreklileşme eğiliminin de tayin edici nedenlerinden biri bu etkende yatmaktadır.
Karşı karşıya olunan yeni eşik
Türk tekelci burjuvazisi bugün yeni bir hayati eşiğin önündedir. Bu eşiği kısaca, ‘yeni bir temerküz hamlesi/zorunluluğu’ olarak tanımlayabiliriz.
Bu zorunluluk başlıca iki yönlü basınçtan kaynaklıdır: Bunlardan birincisi, neoliberal dönüşümün birinci etabını oluşturan 1980 sonrası süreçte yapılan sıçramanın gelip dayandığı sınırlardır; diğeri ve asıl belirleyici olanı ise dünyadaki sermaye birikim süreçlerinin geldiği yeni evre ve buna bağlı olarak uluslararası emperyalist sermayenin yönelimlerinde, hareket biçim ve yöntemlerinde ortaya çıkan yeni eğilimlerdir. Bu sonuncu etken, ortaya çıkan likidite bolluğuna bağlı olarak sermayenin genişlemiş yeniden üretim süreçlerinde yeni bir tıkanmanın yaşanmaması için bu likiditenin akacak, daha doğrusu yutacak yer, alan, bölge, sektör arayışlarındaki yeni yoğunlaşma şeklinde özetlenebilir. Türkiye’ye özellikle son bir yıldır özellikle de bankacılık, sigortacılık, emlak, iletişim ve önümüzdeki süreç itibariyle de enerji sektörlerinde daha yoğun olmak üzere yabancı sermaye girişindeki artış, bu yönelimin ortaya çıkardığı sonuçlardan biridir.
Dünyanın en büyük emperyalist tekellerinin bile ilgi alanlarına giren konularda “Türk pazarı”na daha fazla dalmaları, sermaye yapısı ve büyüklüğü itibariyle onlarla aşık atabilmenin çok uzağındaki Türk tekelci burjuvazisini ya sermaye yapısını güçlendirip elindeki kaynakları bir biçimde büyüterek yeni bir sıçrama yapmak ya da kendi ülkesi içinde bile KOBİ durumuna düşmek gibi bıçak sırtı bir durumla karşı karşıya bırakmaktadır. Çelişkinin iki kutbu arasındaki farkın bu kadar keskin olduğu bu hayati kavşakta Türk tekelci burjuvazisinin handikapları avantajlarından daha fazladır. Ve bunların en başında da onun yapısal zaaflarından birini oluşturan kaynak yetersizliği ile kaynaklarını çoğaltma imkanlarının sınırlılığı gelmektedir. Siyasetin, daha doğrusu karar mekanizmalarında etkin konumlarda olmanın (iktidarın) ekonomik anlam ve değeri işte bu noktada çok daha artmaktadır.
İki güncel fakat tayin edici etken
Siyasetin ekonomik önem ve değeri konusunda ‘rutin‘ imkanlar dışında tekelci burjuvazi açısından stratejik önemde iki somut dinamiği özellikle anmak gerekir: Bunlardan biri ‘fırsat‘ özelliğini taşıyan enerji özelleştirmeleri başta olmak üzere bazı stratejik sektörlerde kamu eliyle dağıtılacak yeni yağma imkanlarının varlığıdır. Ciddi ve büyük bir ‘tehlike‘ özelliğini taşıyan ikincisi ise dünya piyasalarında kabarmakta olan yeni krizin kazanabileceği boyutlar karşısında korunma imkanlarıdır.
Birincisi üzerine fazla yorum gerekmez. Burada “bal tutan parmağını yalar” kuralı geçerli olacaktır. Fakat enerji ve iletişim gibi hayati sektörlerin yanında şimdi bir de bunlara eklenmiş olan su gibi temel kaynakların denetiminde avantajlı bir konumda olmanın buna sahip olabilenler ile olamayanlar arasında nasıl stratejik bir fark ve üstünlük yaratacağı tasavvur edilebildiği ölçüde, bunun basit bir avanta sağlamanın ötesindeki anlamı da daha iyi görülebilir. İşin kriz ve korunma boyutuna gelince, burada da avantajlı bir konumda olmak tayin edici bir öneme sahiptir.
Şu an hangi yöne evrilip ne ölçüde derinleşeceği belirsiz olmakla birlikte mali piyasalarda yaşanmakta olan sarsıntı yeni bir kriz dalgasına dönüşmeyecek olsa bile, Türkiye’ye giren sıcak paranın da ana kaynağı durumunda olan “carry trade” piyasalarında bir daralmanın yaşanacağı hemen hemen kesinleşmiş gibidir. Bunun anlamı, AKP’nin son 4,5 yıllık “ekonomik başarısı”nı da belirleyen sıcak para girişinde büsbütün bir kesilme yaşanmayacak olsa bile muslukların eskisi kadar akmayacağıdır. Zaten yeni bir kaynak sorunu ve sıkışmasıyla karşı karşıya bulunan tekeller açısından, artık damlayacak bu kaynaklardan kimin daha fazla ve daha kolay yararlanabileceği sorunu, bu durumda çok daha hayati bir önem kazanmış olacaktır…
Büyük resmi unutmamak
Bu cümleden olmak üzere, cumhurbaşkanlığı seçimi özelinde aslında Türkiye bundan sonra da hemen her önemli iç ve dış, siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunun çözüm sürecinde karşılaşacağı bir gerçeği yaşamaktadır: “Çözüm”lerin dahi yeni sorunlar ve gerilimler ürettiği bir çözümsüzlük süreci…
Türkiye 22 Temmuz’da bir erken seçime güya cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan tıkanıklığı çözmek üzere gitti. Sandıktan çıkan sonuçlar bir yönüyle eskiye oranla netleşmiş ve meşru bir çözüm imkanı içeriyordu; fakat bir yönüyle de krizi daha ağırlaşmış olarak önümüzdeki günlere ve geleceğe taşıdı. CHP’nin tutumundan yüksek yargı adına üretilmeye başlanan yeni fetvalara, Ahmet Necdet Sezer’in giderayak sergilediği tutumlardan henüz kartlarını açmamış olan ama dişlerinin gıcırtısı duyulmaya başlanan 27 Nisan muhtıracısı Ordunun olası tutumlarına kadar bütün belirtiler, bu çatışmanın süreceğini, önümüzdeki süreçte bu krizin her fırsatta bir biçimde yeniden alevlendirileceğini gösteriyor.
Ekonominin karşı karşıya bulunduğu tehditlerin yanında -hele bu bir de 2001′dekine benzer yeni iflaslar ve işsizlik dalgaları yaratacak bir krize dönüşecek olursa- özellikle Kürt sorunu ve ABD’nin İran konusundaki taleplerinin karşılanması süreçleri bu restleşmelerin muhtemel kızışma noktaları olarak öne çıkacağa benziyor. Kısacası, Türkiye cumhurbaşkanlığı krizini çözdüğünü sandığı noktada yeni kriz süreçlerine yelken açıyor.
Bu toz duman içerisinde pusulanın şaşırılmaması için, günün içinden değil büyük resmin içinden bakarak geliştirilebilecek tutarlı ve militan devrimci bir stratejik perspektif ihtiyacı her zamankinden önemli ve her zamankinden yakıcı bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkıyor!..