DÜNYA
Bugüne düşürülen ışık- IV
“Ergenekon operasyonlarını nasıl ele almalıyız…”
// Aşağıdaki notlar, Ergenekon Davasının açıldığı günlerde yazılması planlanan bir dizinin içeriğine ilişkin öneriler olarak Agustos 2008 tarihinde kaleme alınmıştır.
Bu notlarda özgün yön olarak:
a) Çatışmanın özü ve tarafları konusundaki liberal ya da cuntacı eğilimlerle sınırların net çekilmesi yanında bu tür savruluşların tarihteki benzerleri hatırlatılmakta, bu anlamda onların ideolojik bakımdan tarihsel köklerine işaret ediliyor,
b) siyasal gücün yeniden paylaşılması çatışmasındaki şiddetlenme ile Türk tekelci burjuvazisinin yeni bir kriz dalgasının anaforunda yeni bir büyüme (yoğunlaşma) hamlesi gerçekleştirmek zorunluluğu ile karşı karşıya bulunması arasındaki ilişkinin altı tekrar çiziliyor; şu günlerdeki karşılıklı hamleler sırasında yeni örneklerine tanık olduğumuz devletin sadece kurumları arasında değil ayrıca her kurumun kendi içinde de yaşanan yarılma-cepheleşme ile bu temel arasındaki ilişki şöyle kuruluyor: “ … Egemen sınıflar bloku içinde yaşanan çatışmanın -ordu ve yargı da dahil burjuva devletin belli başlı bütün kurumlarını da neredeyse ortadan bölecek şekilde- neden bu kadar keskin bir saflaşmaya yol açıp neden bu kadar sert geçtiği, ayrıca onun sadece siyasal bir güç savaşı olmayıp ölümüne bir ekonomik savaş boyutuna da sahip olduğu, bu yönüyle de sadece bir ‘geçmişle hesaplaşma’ olmayıp bugün ve gelecek için yürütülen bir savaş olduğu ancak bu temelde daha açık ve anlaşılır hale gelebilir…” ;
c) Çatışmada rolü olan “dış” etkenler kapsamında GOP stratejisi ve enerji nakil hatlarının güvenliği bağlamında özellikle de ordu içindeki ABD-İsrail ve AB yanlıları ile “Avrasyacı” eğilimler arasındaki sürtüşme boyutuna dikkat çekiliyor;
d) “Kontrgerillanın tasfiye edildiği” yanılsamalarına ya da bu tip örgütlenme ve faaliyetleri yakın geçmişle (Kürt savaşı) ile sınırlandıran yüzeysel kavrayışlardan kopuş noktası olarak Ergenekon tipi örgütlenmelerin tarihteki yeri ve rollerine dair hatırlatmalar eşliğinde sorunun emperyalizm çağında burjuvazinin konumu ve egemenlik yöntemlerindeki değişmelerle olan bağlantısına dikkat çekiliyor ;
e) ve sorunu sadece “çözümleme”, “teşhir”, “propaganda” faaliyeti sınırları içinde ele alan yaklaşımlardan temel bir farklılık noktası olarak, “ … ancak kuyruğu açığa çıkarılan bu çetelere şayet ‘dokunulmamış’ olunsaydı Türkiye’de neler yaşanabilirdi?..” sorusuyla bağlantılı, “TDH -ve biz- buna ne kadar hazırlıklı olduğumuzu kendimize hiç soruyor-sorguluyor muyuz” tayin edici sorusunu gündemleştiriyor. “… TDH’nin genelinin kabak gibi açıkta ve şaşkın yakalanmaktan kurtulamadığı 12 Eylül darbesi karşısında sergilenen tarihsel utanç ve iflas tablosunun, sonuçları bu kez çok daha ağır olabilecek yeni bir versiyonunu sergilemekten -ne acıdır ki bu kez bizi de- alıkoyacak, yani yine aynı korkunç tarihsel aymazlık içinde olunmadığını gösterecek hangi somut kanıt ve göstergelere sahibiz?..” diye soruyor. Devrimcilik anlayışı ve devrimci öncülük misyonunun kavranışı açısından turnusol kağıdı özelliğine sahip bu soru, gündemdeki yerini ve önemini günümüzde hala koruyor. //
***
Ergenekon soruşturması ve iddianamesinin, lafı öyle fazla yaymadan fakat “sol piyasa”da da hakim olan parçayla sınırlı, konjonktürel yaklaşımların üzerine çıkacak bir perspektifle ele alınıp işlenmesi düşüncesi yerinde, devrimci bir yönelim.
(…)
Çıkarılan taslak çerçeve, konuya dair söylenmesi gerekenleri genel hatlarıyla içeriyor. (…)
1) Önerilen taslak plandaki 1. ve 2. madde, hem konuya ilgi uyandıracak popüler bir giriş hem de meselenin doğrudan özüne gidiş açısından uygun bir başlangıç olur. Yalnız bu parçada işleyeceğimiz temel tez, “birbirlerinin rövanşı özelliğine de sahip olan bu davaların temelinde -toplumsallaşmış- rejim krizinin yattığını” söylemekle sınırlı kalmamalı. Bizim çözümlemelerimizi, meseleyi daha çok güncel-siyasal yönlerle sınırlı ele alan yüzeysel ve bulanık yaklaşımlardan ayırdedici yönlerin başında gelen bu tezin, bu kez kalıp gibi tekrarlanıp durması, fazla işlevli ve eğitici olmaz. Onu bu süreç özgülünde biraz daha açmak, bizzat Ergenekon operasyonunun açığa çıkardığı somut veriler ışığında değişik yönlerden biraz daha işleyip derinleştirmeye çalışmak, bizi ve süreç çözümlemelerimizin temel taşlarından birini oluşturan tezimizi de geliştirici olacaktır.
Bu yaklaşımdan hareketle, özellikle Ergenekon operasyonu özgülünde meselenin özellikle şu yönlerinin altının belirgin bir netlikte çizilmesi gerekli(dir):
a) Çatışmanın temelinde sermayenin değişik kesimleri arasındaki iktidarın yeniden paylaşımı kavgası yatıyor. Gerek sınıfsal konumları, gerekse ideolojik yönelimleri ve bugüne kadarki somut siyasal-toplumsal pratikleri ile -kendi içlerinde de parçalı bir bütünlük oluşturan- bu kanatların hiç biri için “demokrat”, “halkçı”, “ilerici” vs. sıfatlarını yakıştırmanın nesnel bir temeli ve dayanağı yoktur.
Bu kavga, “liberallerle-darbeciler”, “reformcularla-tutucular”, “dünyaya açılmacılarla-içe kapanmacılar” (Bu noktada Ergenekoncuların da, ABD’ye ve NATO’ya uşaklığın kendisine değil bazı yönlerine, AB’ye ve onunla ekonomik-siyasi ilişkilerin bütününe değil pazarlığın fiyatına ve sınırlarına “itiraz” dışında -daha çok bu konularda “şantaj” amacıyla- bunlara ek olarak Rusya-Çin-İran eksenine yakınlaşmak gibi bir “dünyaya açılma” yönelimine sahip oldukları gerçeği gözden kaçırılmamalıdır) ya da “emperyalist projelerin taşeronları ile bağımsızlıkçılar” vb. arasındaki bir kavga olarak nitelenemez. Bunların hepsi, özü bırakıp görüntüye aldanan ve sonuçta açıkça veya fiilen şunun ya da bunun kuyruğuna takılmaktan başka sonuç üretmeyecek ahmaklıklardır.
Bu görüşler aslında, 1930’lu yıllarda faşizm üzerine tartışmalar sırasında da, “sınıf olarak tekelci sermayenin mutlak egemenlik ihtiyacının ortaya çıkardığı bir biçim olarak” onun özünü yakalayamayanların ya da 1970’li yılların tartışmaları sırasında özellikle Poulantzas’ın Yunanistan, Portekiz ve İspanya’daki faşist cunta rejimlerinin çözülüşüne dayandırarak temellendirmeye çalıştığı “sermayenin dünyaya açılma yanlısı kesimleri liberaldir-iç piyasaya yönelik üretim yapan kesimleri otarşi yanlısı, dolayısıyla faşisttir” şeklindeki yapısalcı zırvalıklarının güne taşınan yeni türevleridir.
Bu zırvalıkların bir yüzünde de, Kemalist-cuntacı bir geleneğin genetik etkilerinden bir türlü kurtulamamak ile bu “kurtuluşu” tekelci sermayeden bağımsız, daha çok şekilsel ve doğrusal bir “darbe karşıtlığı”na indirgeyen küçük burjuva liberal demokratizm vardır.
Bu bağlantılara işaret edilmesi, sorunun ideolojik boyutu yönüyle de yaklaşımlarımıza tarihsel bir arka plan/derinlik kazandıracaktir.
b) Özellikle liberalizme meyyal ahmakların gözünü boyayan bir özellik olarak “bazı tabulara dokunulması” ya da “daha bir yıl önce yüzde 47 oy almış işbaşındaki bir hükümet hakkında dahi kapatma davası açılabilmesi” gibi “Cumhuriyet tarihinin ilklerinin” yaşanmasının temelinde yatan etken olarak, tekelci sermayenin -ve onun her bir kanadının, her bir birimi, her bir tekel, her bir bireyinin- her alanda “mutlak güç-azami hegemonya” ihtiyacındaki büyümenin tarihsel ve konjonktürel nedenleri, lafı yaymadan başlıklar halinde derli toplu ortaya konulmalıdır.
Bu noktada devletin, neoliberal yeniden yapılanma sürecinde, sadece siyasi güç ve egemenlik aracı olarak değil, ekonomik güç ve savaş aracı olarak da kazandığı önemin nasıl büyüdüğü hatırlatılmakla kalınmamalı; yeni bir kriz dalgasının -bu sadece ekonomik değil, hegemonyanın bütün yönlerden sarsıldığı daha genel ve sistemik bir kriz, orta sınıflar içinde bile yeni umutsuzluklar ve arayışların hortladığı dünya çapında derinleşen toplumsal bir kriz, “küreselleşmenin faziletleri ve yeni dünya düzeni” demagojilerinin pullarının döküldüğü ideolojik bir kriz- kabarmakta olduğu şu kesitte “devlet himayesi ve korumacılık” eğilimlerindeki güçlenmede de yansımasını bulan “azami egemenlik” ihtiyacındaki genel büyümenin altı çizilmeli.
Dünya çapında gözlenen bu genel eğilimi Türkiye özgülünde daha da büyüten “konjonktürel” bir etken olarak: “Türkiye’nin en büyük 500 firmasının toplamının bir Toyota ya da Wall Mart dahi etmediği” Türk tekelci sermayesinin mevcut konumunu koruyabilmek için dahi yeni kaynaklara olan ihtiyacındaki artışın altı çizilmeli; paranın dünya çapındaki hareketinin, yönünün ve temin koşullarının değişeceği kapıdaki kriz ortamında bunun nasıl “devlete daha fazla yaslanma” ihtiyacı doğurduğu vurgulanmalı. (Bu arada şu Çalık grubunun “önlenemeyen yükselişi” ya da TOKİ’nin AKP hükümetleri döneminde çıktığı toplam 15 trilyon civarındaki ihalenin 10,5 trilyondan fazla kısmının “AKP yanlısı” şirketler tarafından “kazanılması” gibi kimi somut verilerle de desteklenmeli bu tez).
Egemen sınıflar bloku içinde yaşanan çatışmanın -ordu ve yargı da dahil burjuva devletin belli başlı bütün kurumlarını da neredeyse ortadan bölecek şekilde- neden bu kadar keskin bir saflaşmaya yol açıp neden bu kadar sert geçtiği, ayrıca onun sadece siyasal bir güç savaşı olmayıp ölümüne bir ekonomik savaş boyutuna da sahip olduğu, bu yönüyle de sadece bir “geçmişle hesaplaşma” olmayıp bugün ve gelecek için yürütülen bir savaş olduğu, ancak bu temelde daha açık ve anlaşılır hale gelebilir. (Çatışmanın siyasi, ekonomik, ideolojik, toplumsal boyutlarının bu iç içeliği, AKP hakkında verilen şu son karardan da görülebilir. Anayasa Mahkemesi o kadar ince dengeler kurarak öyle bir karar formüle etmiştir ki, bu hem “piyasaların satın alabileceği” bir karardır hem yeniden bir seçime gidilecek olunsa bile ağırlaşmış olarak yeniden üreyecek bir siyasal krize -daha doğrusu onda ve rejim krizinde yeni bir ağırlaşmaya- meydan verilmemiştir hem AKP ve destekçilerini hem de laikçileri tatmin edecek yönlere sahiptir…)
c) Çatışmanın bugün bu denli kızışmasının, bu arada sınırlarının bazı “tabulara” dokunacak şekilde genişlemesinin özgün konjonktürel nedenlerinden biri de, BOP’la bağlantılı bölgesel gelişmelerde, özellikle de enerji ve enerji nakil yollarının güvence altına alınması noktasında dünyanın belli başlı tüm emperyalist güçlerinin taraf olduğu çekişmelerin son aylarda aldığı seyirde aranmalıdır. Bunlar bilinen konular (…)
Bu bağlantı Ergenekon operasyonunda kendisini özellikle iki noktada göstermektedir:
1)ABD (+İsrail) ve AB’nin üstü fazla da örtülü olmayan destek ve onayı ve muhtemelen istihbarat desteği, 2) Ordunun mevcut komuta kademesinin, daha doğrusu bu kliğin temsil ettiği ABD’ci eğilimin, Rusya-Çin-İran eksenine oynamak gibi “maceracı” bulduğu eğilimlerin temsilcisi/uzantısı Ergenekoncu kliğin “ölçüyü kaçıran” simge isimlerine “dokunulmasına” sessiz ve seyirci kalması…
Melih Aşık, 29 Temmuz tarihli yazısında, “kimlerin gözaltına alınıp tutuklanacağına dair isimler dahi ABD, İsrail ve AB tarafından belirlenip bildirildi” iddiasında bulunuyor. O kadar değildir elbette ama ABD ve özellikle İran faktöründen ötürü İsrail’in bu konudaki eğilim ve beklentileri, bu operasyonun kapsam ve sınırlarını da tayin eden etkenler arasında anılmalıdır.
2) Ergenekon operasyonu ve davası ile ne kontgerilla tasfiye edilmiştir ne de “darbeciliğin cesareti kırılmış, en azından bundan böyle onlara da dokunulabileceği korkusu” yaratılmıştır. Bu konuda farklı bir düşünce yok zaten, bu içerikte vurgu ve bölümlemeler taslak planda da var. Fakat bu konuda da meseleye tarihsel bir derinlik kazandıracak daha farklı bir hat izlenme(li).
Ergenekon tipi örgütlenmeleri asıl olarak Kürt savaşına bağlayan ve geçmişi itibarıyla da en fazla Susurluk‘a kadar götüren yüzeysel yaklaşımlar oldukça yaygın. Halbuki bu tür örgütlenmelerin temeli, sonuçta her biri birer “azınlık iktidarı” olan bütün sömürücü sınıf diktatörlüklerinin mayasında vardır.
Örneğin, feodalizm döneminde -hatta Roma ve Bizans‘tan beri- bunlar daha çok casusluk, suikast, zehirleme, düşmanla gizli işbirlikleri geliştirme vb. yöntemlerini kullanan gizli komplo örgütlenmeleri biçiminde karşımıza çıkarlar. Burjuvazinin sınıf olarak iktidarı ele geçirmesiyle birlikte kapitalizm döneminde, baskı ve egemenlik aracı olarak burjuva devlet cihazını yetkinleştirme yönündeki her adımla birlikte -ki, kapitalizmin tarihsel olarak misyonunu tamamlayıp kaçınılmaz sonuna doğru ilerleyişine paralel olarak gelişen bir süreçtir bu ve ona bunu anımsatan her toplumsal patlama ve devrimci başkaldırı girişiminin arkasından biraz daha ivmelenmiştir- bir yönüyle de bu konuda bir yetkinleşme, yani kitleleri denetim altında tutup toplumda gitgide daha küçük bir azınlık halini alan burjuvazinin egemenliğini koruyup sürdürmeyi sağlayacak yol, yöntem, mekanizma ve kurumsal yapılanmaların geliştirilmesi süreci olarak seyretmiştir.
Daha önceki tarihsel dönemler itibarıyla Fransa’da Napolyon‘un ve Fouche‘nin, Avusturya’da Metternich‘in, Prusya’da Bismark‘ın geliştirdikleri yöntemler, kurdukları sistemler ve buna uygun kurumsal yapılanmalarla Rusya’da çarların Okrana’sında cisimleşen yetkinleştirme örneklerinin ardından bu konuda asıl büyük sıçrama 1930’ların koşullarında Nazi‘lerin iktidar örgütlenmesi özgülünde kendini göstermiştir. Oradan ABD’de özellikle de Edgar Hoover‘in 30 yılı aşkın başkanlığı sürecinde FBI somutunda yeni çizgiler kazanarak “Soğuk Savaş” sürecinde bütün NATO ülkelerine ihraç edilen bir model özelliğini kazanmıştır.
Burjuvazinin sınıf olarak egemenlik yöntemleri ve bunun kurumsal yapılanmasındaki değişimin tarihsel seyri, bunları tayin eden temel etkenler ve tarihsel devamlılık ilişkisi içinde gelişen ortak yönler ilişkisini yakalamaya yöneldiğimiz taktirde, şu anki konumuz -Ergenekon tipi yapılanmalar- sınırları içinde özellikle şu temel nokta görüş alanımız içine girer:
Ekonomide olduğu gibi siyasette de -ki toplumsal ve ideolojik hegemonya ile birlikte bunlar aslında birbirlerinden ayrı ele alınıp düşünülemeyecek olan, birbirleriyle iç içe gelişen, birbirlerine sıkı sıkıya bağımlı olan bir ve aynı egemenlik sürecin ana yüzlerinden ikisidir- gücün yoğunlaşması ve merkezileşmesi ihtiyacı ve yöneliminin büyümesi ve yakıcılaşması ölçüsünde, kural tanımayan bir teröre, provokasyona, kitle kırımlarına vd. dayalı yöntemlere ve onları profesyonelce uygulayabilecek kurumsal yapılanmalara olan ihtiyaç da doğrusal bir biçimde büyümektedir; yani azami iktidar ihtiyacı ve hırsındaki artış, azami terör ve azami provokasyon ihtiyacı ve gözüdönmüşlüğünü de beraberinde getirmektedir.
Bunu bir başka yönden şöyle de açıklayabiliriz, toplumda gitgide daha küçük -ve gitgide daha asalak- bir azınlık halini alan burjuvazi, sınıf olarak ne kadar büzüşüp daralır, emperyalizm aşamasına geçişle birlikte tarihsel misyonunu çoktan tamamlamış bir sistemin temsilcisi olarak toplumsal dayanaklarındaki zayıflamayı ne kadar derinden hisseder, onları yeniden üretip sürdürmekte ne kadar zorlanmaya başlarsa, sınıf olarak iktidarını koruyup sürdürebilmek için sözünü ettiğimiz yöntem ve örgütlenmelere olan ihtiyacı da o denli büyür ve azar. Hem bu tür yapılanmaların onun iktidar yapılanması içindeki yeri ve rolleri artar hem de bunlar aracılığıyla düzenlediği provokatif terörist faaliyetlerin çapı ve şiddeti büyür. Bu aslında burjuvazinin sınıf iktidarının ve kapitalizmin karakterinden kaynaklanan yapısal bir özellik ve eğilimdir ve tarihsel gelişmenin genel yönü de zaten bu doğrultudadır.
Bu gerçeği, yine tartıştığımız konu sınırları içinde tarihten de görebiliriz: Önceleri muhaliflere karşı daha çok bireysel suikastler, baskı, takip, taciz, vb. sınırları içinde kalan baskı ve terör uygulamaları, emperyalizm aşamasına doğru ilerleyişle birlikte önce gizli servislerin “muhalif” örgütlemeler kurup ya da onların içine sızarak provokasyonlar hatta kitle kırımları düzenleme düzeyine sıçramış (Kendi Çarı’na bile suikast düzenleyen örgütler kuran Okrana bu konuda zirvedir) ; Reichtag yangını ya da Kristal Gece provokasyonlarında olduğu gibi Nazizm bu işleri “mükemmel bir sistem” düzeyine yükseltmiş; sonra ABD’de başkanı bile izleyip sonra da suikastle ortadan kaldırma cüreti boyutlarına varmış ve nihayet İtalya’da seçim sonuçlarını bile ayarlayıp hükümetler kuran, başbakanları ortadan kaldırtıp tren garlarını bombalayan Gladio örneklerinden geçilerek hala şaibeli yönler taşıyan 11 Eylül‘lere gelinmiştir.
Şu üstünkörü hatırlatma bile, sistemdeki çürüme ve asalaklaşmanın derinleşmesine paralel olarak çaptaki büyümeyi görmek için herhalde yeterlidir.
Kurumsal ağırlığın artışı, cüret ve eylemlerin büyümesi sürecinin Türkiye özgülündeki gelişme ve sıçrama momentleri konusunda da, Susurluk ve Kürt savaşının da gerisine giden bir tarihsel hatırlatma kanımca yararlı ve ufuk açıcı olur. Bu tarihsel geçmiş İttihat Terakki‘ye dayanır. Halaskar Zabitan ve Teşkilat-ı Mahsusa‘dır bunların atası. Sonra M.Kemal devralır bu mirası, Topal Osman ve çetesi gibi özel silahşör guruhları yanında İstiklal Mahkemeleri gibi “resmi” kurumlar aracılığıyla görür bu işlerini. Sonra 6-7 Eylül olaylarının kışkırtılması ya da Tan Matbaası’nın basılması provokasyonları vardır. 12 Mart’ta Kültür Sarayı’nın yakılması, vapur batırılması vb. sahnelenir. Sonra 12 Eylül öncesi, 12 Eylül döneminde Çatlı’lara-Çakıcı’lara ihale edilen “Ermeni savaşı”, sonra ‘93 Konsepti, “1000 operasyon”... böyle uzanır gelir.
III- Ergenekon soruşturması ve iddianamesinin sınırlılılığı ve yüzeysel yönleri başta olmak üzere ‘görünen yüzüne’ dair devrimci sol çevreler tarafından yapılan değerlendirmeler üç aşağı-beş yukarı aynı. Söylenmesi gereken çok şeyi hemen herkes görüyor ve söylüyor. Gerçi bu sınırlar içinde dahi insana kimi zaman, “bu kadar kalıplaşmış, bu kadar geri ve sığ değerlendirmeler hala nasıl yapılabilir” dedirten fikir fukaralığı örneklerinden tutalım, “herkesten farklı, özgün tezler icat etme” çabasına girerek devlet, faşizm, sermayenin karakteri vb. gibi meselenin daha a,b,c’sine dair konularda bile 30-40 yıl önce tüketilmiş tartışmaların ipliği defalarca pazara çıkmış tezlerinin tekrar ısıtılmaya kalkışılmasına kadar “ilginç” tablolarla karşılaşmak da mümkün.
Fakat bunlar da bir yana, bütün değerlendirmelerde ortak olan dikkat çekici bir nokta daha var:
İç ve dış bir dizi “özel” etken ve gelişmenin üst üste gelişinin zorlamasıyla ve yine bir dizi pazarlık ve uzlaşma sonucu çizilen dar sınırlar dahilinde ancak kuyruğuna basılıp, kuyruğu açığa çıkarılan bu çeteye şayet “dokunulmamış” olunsaydı Türkiye’de neler yaşanabilirdi?..
Bir milyonu aşkın komünistin, ilericinin, insan hakları savunucuları da dahil her türlü “rejim düşmanı”nın birkaç hafta içinde -gözaltına vs. dahi alınmadan- ele geçirildikleri yerde kesilip katledildiği Endonezya’daki 1964 kırımına benzer bir askeri faşist darbe hazırlığı içinde oldukları ve bu ortamı oluşturmak için nasıl örgütlenip yıllardır hangi haltları yedikleri ucundan kıyısından da olsa şimdi somut kanıtları ve eylemlerle ortaya dökülen bu gözü dönmüş faşist katliam şebekesi, stratejik planları doğrultusunda çok değil bir kaç hamle daha yapabilmiş olsaydı neler olurdu?..
Peki, sınıfa ve emekçi kitlelere kendi bağımsız sınıf çıkarları doğrultusunda hem değerlendirilmesi gereken imkanlar ve fırsatlar hem de mümkünse kaçınılması, fakat her halükarda hazırlıklı olunması gereken tehlikeler konusunda “burunlarının ucundan ötesini” göstermekle yükümlü “devrimci öncülük” iddiasının bu temel gereğinin hakkını verebilmek açısından bizler bu gidişin, burnumuzun ucuna kadar gelen tehlikenin ne kadar farkındaydık?.. Ve buna uygun bir hazırlığımız var mıydı?..
Ordu ve toplumsal yapının değişik katmanları içinde hala derin köklere ve yaygın bir örgütlülüğe sahip olan bu çete eğer bildiğini okuyabilseydi, her şeyden önce buna uygun bir pratik konumlanışı da içerecek şekilde çok yönlü bir hazırlık süreci olarak yaşanması gereken kafaça ve ruhça böyle bir ‘hazırlık’ içinde olunmadığı için -bazılarının gününü dahi önceden öğrendikleri halde- TDH’nin genelinin kabak gibi açıkta ve şaşkın yakalanmaktan kurtulamadığı 12 Eylül darbesi karşısında sergilenen tarihsel utanç ve iflas tablosunun, sonuçları bu kez çok daha ağır olabilecek yeni bir versiyonunu sergilemekten -ne acıdır ki bu kez bizi de- alıkoyacak, yani yine aynı korkunç tarihsel aymazlık içinde olunmadığını gösterecek hangi somut kanıt ve göstergelere sahibiz?..
Gündelik propaganda ve ajitasyon sırasında asıl olarak da teşhir amacıyla öylesine söylenilen bazı kalıp uyarı ve sloganların zaman zaman dillendirilmesi dışında var mı bunun sonucu farklılaştıracak kayda değer en küçük bir göstergesi ya da emaresi?…
Bu soruların hiçbiri, kimse tarafından, “nedense” gündeme getirilip sorulmuyor!.. Hemen herkes, “kontgerillanın, çetelerin, onların cinayet ve provokasyonlarının teşhisi ve teşhiri konusunda” yıllardır nasıl etkin bir cevvaliyet gösterdiğine dair arşivlerini karıştırıp eline geçen ne varsa böbürlenme vesilesi olarak ortalığa döküyor da; “nedense” hiç kimse, “biz sadece genelgeçer bazı hatırlatmalar ve uyarılarla da yetinmedik; teorik olarak şu çözümlemelerden hareketle konuya ilişkin şu temel tez ve tespitleri ortaya koyarak tehlikenin büyüklüğü ve ciddiliği konusunda iç bütünlüğü olan söyle sistematik bir aydınlatma ve propaganda faaliyeti yürüttük; fakat asıl tayin edici nokta olarak, süreç boyunca izlediğimiz şu genel devrimci siyasal çizgi ve siyasal faaliyet pratiği ile, önerdiğimiz şu şu şu devrimci taktik politikalar, örgütlenme ve eylem biçimlerini hayata geçirerek, sadece kendi güçlerimizi değil sınıfın ve emekçi yığınların etkileyebildiğimiz öncü kesimlerini de, düşünsel ve ruhsal bakımlardan olduğu kadar pratik deneyim bakımından da bu tür olasılıklara anında devrimci militan refleksler sergileyebilecek şekilde eğitip hazırladık, bu arada malzeme ve teçhizat yönünden de hazırlığımız buna uygundu…” diye çıkmıyor, daha doğrusu çıkamıyor ortaya. “Öncü” sıfatının ne ölçüde hak edilip gerçekten “Öncü” bir konumda olunup olunmadığının açık, somut ve nesnel bir göstergesi özelliğine sahip böylesine önemli bir siyasal konuda, meseleyi bir de bu yönden irdelemeye ne yönelen var ne de yanaşan!..
Halbuki bizim devrimci dünya görüşümüze, onun tarihsel materyalist yöntemine göre, teorimizi de politikalarımızı da, teoriden ne anladığımızı da pratiğimizin ne halde olduğunu da, hayatla ne ölçüde sahici bir ilişki içinde olduğumuzu da siyaset tarzımızı da, “bilinçsiz süreçlerin önünde giden bilinçli bir özne” konumunda mı yoksa “fiilen kendiliğindenci bir sürükleniş” içinde mi olduğumuzu da vd. bütün çıplaklığı ve dobralığıyla gösterecek ayna olarak “pratik”, teraziyi getirip koymuş önümüze…
Ne var ki -ve ne acı ki- biz de bu “sessizlik”in bir parçasıyız!.. Halbuki yapı olarak biz, 12 Eylül’ün zamanında öngörülüp devrimci militan tarzda karşılanışı başta olmak üzere -buna verebileceğimiz başka örnekler de var-, süreçlerin sadece her şey olup bittikten sonra “geriye doğru” çözümlenmesindeki yetkinliği ile değil, “öncülük” iddiası açısından ondan daha önemli bir özellik olarak asıl “ileriye doğru” tahlillerinin doğruluğu ve isabet derecesinin yüksekliği, siyasal sezgi ve öngörülerinin gelişkinliği sayesinde oynadığı rollerle gurur duyduğu bir tarihe ve geçmişe sahibiz. Eğer biz bugün “Ergenekon tipi bir faşist darbe” hamlesi ile yüz yüze kalacak olsaydık, aynı yüz ağartıcı tarihsel duruşu ve pratiği sergilemeye ne kadar hazır ve hazırlıklıydık?.. Öncüye ihtiyacın kendisini yakıcı biçimlerde hissettireceği o kritik ve tayin edici gelişmeler kapıya dayandığı taktirde, bırakalım sınıfa ve emekçi yığınlara yol gösterici olup öncülük edebilmeyi, kendimizi koruyup savunabilme imkan ve kabiliyetine, buna uygun bir yapılanma ve hazırlığa ne ölçüde sahiptik?..
Ne oldu, neden oldu, nasıl oldu da ’96’dan başlayarak bu konuda (da) ciddi hatalar işlemeye, vahim teorik-siyasal körlük örnekleri sergilemeye başladık?… Ergenekon operasyonu, “devrimci öncü” rolünün Leninist kavranışı temelinde, hiçbir kaçamağa ve mazeret arayışına sapmadan, öyle nesnelliklerin ya da neokoordinasyoncu bahanelerin arkasına saklanmaya kalkmadan, delikanlıca yanıtlamamız gereken bu hayati soruyu bir kez daha getirip koydu işte önümüze. Devrimciliği kendi arasında top çevirmekten farklı bir uğraş olarak ciddiye alan, “sınıfa ve emekçi yığınlara devrimci öncülük” iddiasına herkesten önce kendisi inanan ciddi ve tutarlı bir Leninist sosyal devrimcilik anlayışı, bir an önce silkinip kendine gelmeyi cidden istiyorsa ve bu yeniden doğuşun eğitici dinamiklerinden biri olarak hata ve yanılgılarından samimi olarak ders almak niyet ve cesaretine sahipse bu soruların üzerinden atlayamaz!..
Bu noktada, özellikle de 2007 Haziran’ında, yani bundan tam bir yıl önce bu sitede yaşanan “iç savaş olasılığı” tartışmaları ile ona öngelen ve ondan sonraki aylar boyunca değişik yönleriyle ele alınıp işlenen süreç çözümlemesi niteliğindeki yazı ve tartışmaların, yani teorik çözümleme ve tahlillerin, savunulan temel tez ve görüşlerin, onların gerisinde yatan daha temel bir etken olarak teori ve siyaset yapma tarzlarının bugünün somut verileri ışığında, yani pratiğin denektaşına vurularak dönüp bir daha incelenmesi yararlı olacaktır. Lazın mezartaşında, “Hastayum dedum dedum, sizleri inandıramadum!.. Ha şimdi n’oldi?..” yazıyormuş. Ergenekon operasyonu ve iddianamesiyle ortaya dökülen, ete kemiğe bürünen somut veriler ve olgusal gerçekler ışığında aynı soruyu dönüp kendimize bir soralım: “Ha şimdi n’oldi?..”
Dolayısıyla Ergenekon operasyonu ve iddianamesini, başkaları gibi sadece görünen yönleriyle sınırlı, sıradan bir teşhir faaliyeti kapsamı içerisinde değil de, teorik ve siyasal yönlerden olduğu kadar örgütsel ve pratik yönlerden de geleceğe dönük sonuç ve dersler çıkarma perspektifiyle ele alıp irdeleyeceksek, meselenin bu yönünü de hem içimizde hem de -tabii ki belirli sınırlar içinde TDH’nin genel bir aymazlığı ve sorunu olarak- dışa dönük olarak gündemleştirip tartışmalı/tartıştırmalıyız. Bizim sorunu ele alışımızı “farklılaştıracak” özgün ve cesur tutumlardan biri de bu olacaktır.