İŞÇİ SINIFI
Cin şişeden çıktı bir kez…
Kürt ulusal hareketinin gündeme getirdiği “iki dilli yaşam” ve “yerel özerklik” yönelimleri, demokratik bir hak olarak meşrudur
Kürt ulusal hareketinin “iki dilli yaşam” ve “demokratik özerklik” konularında yaptığı hamleler, Kürt sorununun çözümü diye bir derdi, geleneksel inkar ve tasfiye politikalarını kısmi bazı değişikliklerle inceltip zamana yayarak sürdürmenin dışında bir planı ve düşünsel hazırlığı olmayan bütün çevreleri fenersiz yakalayıp dengelerini bozdu.
Makyajlar fena aktı
Özellikle de seçimlere kadar hiçbir adım atmadan vaziyeti idare etme hesabı içindeki AKP ile onu hala “demokratikleşmenin sürükleyici gücü” olarak gören liberaller ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Kendilerini öyle bir kaybettikler ki, düne kadar “demokratlığı” kimselere bırakmazlarken, bugün Genelkurmay ve Yargıtay Başsavcısıyla, MHP ve Onur Öymen gibilerle benzer tepkiler gösterip aynı dili konuşuyorlar. AKP’li Meclis Başkanı, “Cumhuriyet savcılarını harekete geçmeye” çağırıp BDP’yi yeni bir kapatma davasıyla tehdit ediyor.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik ise, Kürt hareketinin her ikisi de sapına kadar burjuva demokratik bir karaktere sahip bu talep ve adımlarını, “Türkiye’deki demokratikleşme sürecine ve açık toplum arayışlarına suikast teşebbüsü olarak” görüyor. “Bu memlekete komünizm gerekirse, onu da biz getiririz” mantığıyla ünlü Kemalist bürokratik devlet zihniyetinin güncel bir versiyonu sergileyen Ömer Çelik aslında çok faydalı bir iş yaptı. AKP’nin Kürt açılımının içyüzünü ve bu konudaki ikiyüzlülüğünü gözlere sokmakla kalmadı; günümüzde sermaye ve uşaklarından burjuva sınırlar içinde bile hala “demokrasi” ya da az-çok “demokrat bir tutum” beklentisi içinde olmanın nasıl ahmakça bir yanılsama olduğunu bir kez daha hatırlattı.
Devlet dili ve refleksleriyle konuşan liberal düşkünlük
Kürt hareketinin her iki konudaki açılımı da, öz olarak burjuva demokratik talep ve önerilerdir. Kapitalizmi ve burjuva ulus devleti aşan ‘devrimci’ bir özellik taşımaları şurada dursun, kapitalizmin tarihi boyunca, onun enine ve derinlemesine gelişmesine hizmet edip bunu hızlandırıcı bir rol oynamışlar. Sosyalist proletaryanın büyük önderlerinden Lenin, burjuva ulus devletin baştan federal-kantonal bir temelde örgütlendiği Amerika ve İsviçre’de kapitalizmin gelişmesindeki hız ve etkinlikten hareketle, “ekonomik koşulları ya da yaşayış tarzı bakımından az da olsa özelliği olan, farklı bir ulusal bileşime sahip vb. bölgeler için özerklik tanımayan bir ülke modern değildir” der. Devamında, “…kapitalizmin gelişmesi için özerklik bir gerekliliktir” diye bir kez daha vurguladıktan sonra toplumların “iktisadi ve siyasi bakımlardan gelişmesinin en büyük engellerinden biri” olarak tanımladığı “bürokratik merkeziyetçi” bir idari yapılanma ve yönetim sistemi altında “…kapitalizmin geniş, etkili, hızlı ve özgür gelişiminin olanaksız olacağının, en azından son derece zorlaşacağının” altını çizer.
Nitekim, sermayenin akışkanlığının önündeki idari ve coğrafi tüm engelleri kaldırmayı hedefleyen 1980′ler sonrasının neoliberal yeniden yapılanma sürecinde, sınıfsal varoluş biçimi ve kimliklerin yerine etnik, dinsel, bölgesel vb. farklılık ve aidiyetleri geçirerek bu temelde bir toplum ve iktidar örgütlenmesi öneren postmodern yeniden yapılanma stratejileri de bu yüzden yerelleşmeyi ve bölgeciliği teşvik eden bir yapıdadır.
Yerel yönetimlere özerklik tanınması koşulunu getiren ve AB’nin stratejik belgeleri arasında yer alan “Avrupa Şartı”, bunun en açık kanıtıdır. Fakat, Türkiye’deki rejimin taşlaşmış bürokratik merkeziyetçi yapılanması yanında Kürt sorununda bugüne dek izlenegelen inkar ve asimilasyon politikaları gözönüne getirilecek olursa, bunlar ‘radikal’ adım ve açılımlardır. Bugünün koşullarında, Türkiye somutunda belirgin bir ‘demokratik’ karaktere sahiptirler.
Zaten özellikle de kendilerini “demokrat” olarak pazarlayıp “Türkiye’nin demokratikleşme yolunda ilerlediği” masalıyla zihinleri uyuşturmaya çalışan burjuva liberal tayfayı açmaza sürükleyen de budur. Hem liberal demokrat geçinip hem de devlet zoruna dayalı bir anadil yasağını ya da taşlaşmış bürokratik merkeziyetçi bir idari yapılanma ve yönetim anlayışının sürmesini açıkça savunabilmenin olanağı yoktur.
Fakat öbür yandan da Kürtler, yaptıkları bu son politik hamleyle, sadece “Kürt açılımı” adı altında yürütülmeye çalışılan zamana yayılmış sinsi tasfiye sürecinin seyrini farklılaştırıp taktik inisiyatifi ele geçirmekle kalmamışlar, Türk tekelci burjuva düzeninin şoven sinir uçlarına dokunarak hükümeti de devleti de öfkelendirmişlerdir. Dolayısıyla Kürtlerin bu doğal ve meşru hak taleplerinin yanında yer almak, bu kez bu öfkeye hedef olmayı da beraberinde getirecektir.
Sakala da bıyığa da tükürmemek için bunlar da, yine devletten duymaya alıştığımız beylik bir ipe un serme teorisine sarılmışlardır: “Kürtler, hem zamanlama hem de içerik olarak Türk toplumunun henüz hazır olmadığı fiili tutum ve taleplerle ortaya çıkarak Kürt açılımını zora sokmuş, pişmiş aşa su katmışlardır”!!! İfade biçimleri ne kadar farklı görünürse görünsün sonuçta bunlar, söze, bazı özgürlükleri tanıyormuş gibi görünerek başlayıp araya bir “ama…” yerleştirdikten sonra o “ama”nın arkasını sınırlamalar ve yasaklarla getiren 12 Eylül Anayasası tipinde bir “demokratlık”tır. Sırtını iktidarda olan güce dayayan “kadrolu demokrat”lığın, “AKP tipi liberallik”in kaçınılmaz sonucudur bu hale düşmek!..
Bıçağın iki tarafını da görmek ama…
Kürt ulusal hareketinin gündeme getirdiği “iki dilli yaşam” ve “yerel özerklik” yönelimleri, demokratik bir hak olarak meşruluğu yanında kendisini bu kez oyalayarak yormayı hedefleyen sinsi tasfiye planlarına darbe indiren zamanlamasıyla da desteklenmeyi hak eden yerinde bir taktik hamledir. Bu noktada mırın kırın, tereddüt ve yalpalama olamaz!.. Ancak bu destek, savunulan politika ve projelerin bulanıklıklarına, sınırlılıklarına ve içerdiği tuzaklara gözlerini kapatan bir tekyanlılık biçimini de almamalıdır. Çünkü sosyalist proletaryanın demokratizmi, sadece her türlü baskı ve ayrımcılığa, bürokratik zorba bir merkeziyetçiliğe tereddütsüz karşı çıkmakla sınırlı bir demokratlık değildir. Bu konulardaki ilkesel karşıtlık, onun demokratlığının bittiği sınırı değil, sadece başlangıç noktasını oluşturur.
Devrimci proletarya, esas olarak, sınıf gerçekliğini perdeleyen, sınıfsal farklılık ve çelişkilerin açığa çıkıp belirginleşmesini engelleyen, bu temellerde bir saflaşma ve mücadelenin gelişmesini frenleyip saptıran engel ve çitlerin ortadan kalkmasını amaçlar. O, bütün ülkelerin işçileri ve emekçileri arasında, her türlü ulusal, dinsel, kültürel önyargı ve düşmanlıkların silinip eşitsizlik, baskı ve ayrımcılığın bütün biçimleriyle ortadan kalktığı mümkün olan en geniş gönüllü birlikteliklerden yanadır. Bunun ilk ve en temel koşulunu da, zora ve baskıya dayalı her türlü ayrımcılık ve birlik ısrarı karşısında net ve kararlı bir tutum almak oluşturur.
Fakat, anadil yasağının kalkması ya da nüfusun ulusal bileşim bakımından türdeş olduğu bölgelerde yaşayan insanlara günlük yaşamlarını kendi karar ve tercihleri doğrultusunda düzenleme hakkının tanınması vb. gibi demokratik adımlar, sosyalist proletaryanın bakış açısından, ulusal sorunun özünü oluşturmadıkları gibi onun çözümü anlamına da gelmez. Dolayısıyla, onların ulusal sorunun çözümü kapsamında bile parçayla sınırlı ve göreli karakterini gözardı edecek şekilde ‘her şey’ haline getirip kayıtsız-koşulsuz desteklemeyi savunmak da tutarlı bir sosyalist yaklaşım ve tutum olarak görülemez. Kaldı ki, Kürt ulusal hareketinin gündeme getirip savunduğu biçimiyle “demokratik özerklik” talebi, en başta sorunu merkezi iktidar sorunundan kopartan reformcu bir sınırlılığa sahip olmanın dışında, Sovyet tipi toplumsal örgütlenmenin kötü bir kopyası olmakla kalmayıp kendisiyle bile çelişen bir dizi kafa karışıklığı, tutarsızlık ve bulanıklıkla malüldür. Devrimci eleştirellikten uzak gözü kapalı bir sahiplenme, bu yönüyle de yanlış ve zararlı bir tutum olur.
Ancak tüm bunlara karşın, bugünkü somut durumda, Kürt ulusal hareketinin gündemleştirdiği “iki dilli yaşam” ve “demokratik özerklik” taleplerinin tartışılması sırasında hala “ama”ların arkasına sığınmak ya da genel bir sosyalizm ve devrim propagandasıyla yetinmek, kaçamağa başvuran titrek bir duruş olmaktan başka bir anlama gelmez!..