Kapitalist sistemin içinde bulunduğu kriz, dönemsel yani gelip geçici olmayıp sistemin doğasından kaynaklanan yapısal bir krizdir
Kapitalist sistem tarihinin en büyük krizlerinden birini yaşıyor. Bu dönemsel yani gelip geçici bir kriz değil. Sistemin doğasından kaynaklanan yapısal bir kriz. Ayrıca sadece ekonomiyle de sınırlı kalmayan, ekonomiden siyasete, ideolojik-kültürel hegemonyadan uluslararası ilişki ve dengelere kadar hayatın her alanında yerleşik denge ve mekanizmaları sarsan genel bir kriz.
Üstüne bir de pandeminin binmesi, sistemin bütün dengelerini allak bullak etti.
Bu gerçek kendini uluslararası ilişkiler alanında da gösteriyor. 1990’larda ABD’nin mutlak hegemonyası altında “tek kutuplu” bir dünyanın kurulduğu iddia ediliyordu. Devrimlerin, ulusal kurtuluş mücadeleleri ve sosyalizmin devrinin bir daha geri gelmemek üzere geçtiği anlamında “tarihin sonu” ilan edilmişti. Bugün ABD, zayıflayan yaptırım gücünü koruyup yerlerde sürünen karizmasını nasıl kurtaracağının derdinde.
Çünkü sadece kriz değil emperyalizmin eşit olmayan gelişme yasası da hükmünü yürüttü. ABD artık ne rakipsiz ne de her dediğini yaptırabilecek durumda. Karşısındaki en güçlü rakip ise Çin. Neoliberalizmin atağa kalktığı 1980 sonrasında dünya kapitalizminin ucuz emek deposu ve başlı başına bir kıt’a büyüklüğünde pazar alanı olarak kapitalist sistemin nefes borusu işlevini gören Çin, aradan geçen 40 yıl içinde sessiz ve derinden giderek bugün neredeyse her alanda ABD’ye kafa tutabilecek bir konuma geldi. Dünya ekonomisi ve ticaretinin yanı sıra emperyalist hegemonya mücadelesinin ağırlık merkezi de zaten bu yüzden Güneydoğu Asya-Pasifik bölgesine kaydı.
ABD, geçen yıl yayınlanan Güvenlik Strateji Belgesi’nde Çin’i “ABD için en büyük tehdit/baş düşman” ilan etti. Trump döneminde başlamış olan Çin’i yalnızlaştırıp geri çekilmeye zorlama stratejisini Biden devraldı. Biden yönetimi işbaşına gelir gelmez Çin düşmanlığında vites büyüttü. Asya-Pasifik bölgesindeki geleneksel müttefikleri olan Japonya, Avustralya ve Güney Kore dışında Hindistan’ı da yanına çekerek Çin’i hem ekonomik hem de askeri yönlerden çevreleme çabalarına hız verdi. ABD’ye paralel olarak Avrupa Birliği (AB)’de 30 yıldan beri ilk kez Çin’e yaptırım uygulamaya yöneldi, bu arada Çin’le imzaladığı yatırım anlaşmasının onay sürecini askıya aldı.
ABD bir taraftan Çin diğer taraftan geleneksel müttefikleriyle ilişkilerini sağlamlaştırıp rakibinin altını oymaya çalışıyor. ABD bunu daha çok milliyetçi temellerde “Çin korkusu”nu kışkırtıp askeri gücünün üstünlüğünü konuşturarak yapma çabasında. Çin ise ekonomik ve ticari üstünlük ve avantajlarını kullanıp “müttefik satın alma” stratejisi izliyor. Fakat son zamanlarda o da askeri gücünün ucunu gösterip saldırgan bir diplomasi izlemeye başladı.
“Gerileyen” emperyalist konumundaki ABD (ve etkisiz eleman konumundan çıkamayan AB ve Japonya gibi geleneksel müttefikleri) ile “yükselen” emperyalist Çin arasındaki emperyalist hegemonya çekişmesinin merkez üssü G.Doğu Asya-Pasifik olmakla birlikte dünyanın diğer bölgeleri de bu çekişmenin dışında ve uzağında değil. Örneğin her iki kamp da yıllardan beri Afrika’da alttan alta süren keskin bir rekabet ve etkinlik yarışı içindeler. Benzer bir sinsi yarış Güney Amerika’da yaşanıyor.
ABD ve Avrupa’daki işbirlikçilerinin son aylarda Rusya’yı da hedefe çakıp Ukrayna gerilimini alevlendirmelerini bu bağlam içinde okumak gerekiyor. ABD ve AB, Rusya’yı köşeye sıkıştırmaktan çok ürküterek Çin’den uzak tutmayı amaçlıyorlar. “Korkutmaya dayalı ikna” taktiği de diyebiliriz buna. Nitekim bir taraftan Rusya’yla bütün köprüleri yıkacak sertlikte adımlar atmaktan kaçınırken öte taraftan daha çok Ukrayna, Polonya, Baltık ülkeleri gibi ayak takımını kullanarak Rus diplomatlarını sınır dışı etme ya da aralarında Türkiye’nin de olduğu 26 ülkeden 28 bin askerin katıldığı Defend Europe 21 Tatbikatı ile Alaska-Arktik bölgesinde yapılan Kuzey Kıyı Tatbikatı gibi askeri gövde gösterileri bu politikanın yansımaları.
Emperyalist güçler arasında dünya çapında kızışan emperyalist hegemonya rekabetinin Ortadoğu’ya da yansımaması düşünülemez. Nitekim bölgede de kartlar yeniden karılıyor son zamanlarda. ABD-İsrail ikilisi Suriye’de iç savaşın bu haliyle sürüp gitmesi politikası izlerlerken İran’ı hedefe çakan bir çevreleme siyaseti peşindeler. Bu arada Lübnan ve Ürdün her an karışabilir. Öte taraftan Suudi Arabistan ve Körfez gericilikleri bir taraftan İsrail’le açıktan ilişki kuracak kadar pervasız bir ABD’ye uşaklık politikası izlerken bir taraftan da ABD yönetiminin kendilerini her an satıp ayazda bırakabileceği korkusunu yaşıyorlar. Bu yüzden İsrail dahil bölgedeki hemen her güç el altından hiç umulmadık ilişkilere girerek yumurtalarını değişik sepetlere dağıtmaya çalışıyor.
Bölgedeki karşı devrim cephesinin bu kaypak ve istikrarsız gidişi Kürt özgürlük mücadelesi başta olmak üzere biz devrimci güçler ve halklar açısından manevra olanaklarımızı artırıyor belki ama kendi öz gücümüze güvenmeyi esas almayı bir an bile unutacak olursak başımıza yeni belalar açacak tuzakları da içinde taşıyor.
Zaten kendi aralarındaki çelişkiler ve sorunlar ne kadar büyük olursa olsun ABD’sinden Çin’ine, AB’sinden Rusya’sına bütün emperyalist güçler ve bölgedeki bütün gerici-despot rejimler halklara, devrime ve devrimcilere düşmanlıkta ortaktırlar. Birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bile bu temelde kolayca bir araya gelebilirler. Türkiye, İran, Irak ve Suriye rejimlerinin tarihi bunun sayısız örneğiyle doludur. Kürtler ve Kürt özgürlük mücadelesi söz konusu olduğu zaman bunlar aralarındaki sorun ve çelişkileri askıya alıp her an güç ve eylem birliği yapabilirler.
Taşların yerinden oynadığı günümüz koşullarında bu tarihsel reflekslere bugün birbirlerine şirin görünüp yakınlaşmak amacıyla Kürt özgürlük hareketine ve Rojava Devrimi’ne kalleşlik yapıp ona beklemediği tezgahlar kurma riski de eklenmiştir.
Bu nedenle bir yönüyle çok daha atak ve cüretkar ama bir yönüyle de çok daha uyanık ve tedbirli davranmamız gereken tayin edici bir döneme girdiğimiz unutulmamalıdır.