KADIN
Hiç gitmedim ki…(Lale ÇOLAK)
Emekçi bir ailenin yüzü daima devrime dönük ayçiçeğiydi. İnsanlaşmanın, zenginleşip zenginleştirmenin küçük ustası…

Lale yoldaşı 8 Ocak 2001’de sonsuzluğa uğurladık, henüz 26 yaşındaydı. Çokyönlülüğün, öğrenme açlığı ve öğrenmeye açıklığın, başarma azmi ve kazanma iradesindeki ısrarın capcanlı örneğiydi…
10 yıllık mücadele yaşamında; devrim ve sosyalizm özleminden, örgütünden ve yoldaşlarından, daha önemli ve öncelikli hiçbir şey olmadı! O bu seçimi, örgütlü bir devrimci yaşama adımını atarken yapmıştı. Bu yüzden hep sakınmasızdı, hep kavgadaydı, hep yaşama sevinciyle doluydu, ölümle de aynı netlikle buluştu!..
“Emekçi bir ailenin yüzü daima devrime dönük ayçiçeği… İnsanlaşmanın, zenginleşip zenginleştirmenin küçük ustası. Her eylemin, her öne atılışın bir bedeli vardır ödenmesi gereken..
Lale cezaevlerinin de gediklisidir. Tıpkı ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ filmindeki Barış’ın siyasi koğuşun kapısından ‘Kızlaaarrr!..’ diye seslenişi gibi o da bize seslenirdi kendisini özlememize bile meydan bırakmadan birkaç ay sonra: ‘Arkadaşlaaarr, ben geldim!..
Her şeyiyle gelirdi; eksikliklerinin acısını derinden duyarak, öğrendiklerini coşkuyla paylaşmaya hazır olarak gelirdi. ‘Neler yapmalıyım/neler yapmalıyız?’la dolu olarak gelirdi. Sol elini yitirmiş, geleceği kazanmış olarak gelirdi…”
Kısa süren yaşamına çok şey sığdırdı. Katkıları da tekyönlü ve göreli değildi. TİKB’nin işkencede devrimci direniş geleneğini ’90’ların ikinci yarısında da temellerinin atıldığı ’80 öncesinin pürüzsüzlüğüyle sürdüren bir gelenek taşıyıcısıydı.
Onu yitirişimizin 10. yıldönümünde, Lale’nin ’96 SAG-Ölüm Orucu günlerinde, eylemdeki siyasi tutsakların “Biz içerdeysek siz dışardasınız!..” çığlığını işçi ve emekçi yığınlara taşımak için düzenlenen eylemlerden birinde gözaltına alınışından sonraki deneyim aktarımını yayınlıyoruz:
İnadına değil, bilinçle direnmek
(*)
Cezaevleri Genel Direnişi, eylemliliklerle birbiri ardına patladığı ve yükseldiği bir dönemdeyiz. Bu süreçte bir korsan sonrası yakalanıyoruz. Resmi bir polis otosu zınk diye yanımızda duruyor. Otonun geldiğini farketmiş ama çıkmaz sokaktan dolayı geç kalmıştık. İt sürüsü gibiler, silahlar üzerimize doğruluyor. Silah var sanarak çok korkuyorlar. Yanımda bir yoldaş var, çok tecrübeli değil. O andan itibaren kendi açımdan “kurtulma” şansım olmadığını biliyorum. Ve benim her hareketim yanımdaki yoldaş üzerinde etkili olacaktı. Tip benzetmişlerdir düşüncesiyle, gayet sakin olaydan habersiz biri edasıyla “Ne var, ne istiyorsunuz” diyorum. “Ne olduğunu sen çok iyi biliyorsun” deyip üstümüze çullanıp kelepçeliyorlar ve karakola götürülüyoruz.
İştahlı iştahlı telefona sarılıp TEM’e bildiriyorlar. Başka bir tim eşliğinde şubeye götürülüyoruz. Biz yoldaşla birbirimizi tanımadığımızı söylemiştik. Yoldaşın, evinin alındığımız bölgeye yakınlığından dolayı bırakılabileceğini, tesadüfen oradan geçtiğine inanacaklarını düşünmüştü. Benden eminler, tip tarifi verilmiş. Şubeye götürüldüğümüzde bizi başka bir örgütten sanıyorlar, gözlerimiz hemen bağlanıyor. Bir odada ayakta bekletiliyoruz. Burada bir adam var ve sürekli sorular soruyor. Sordukları sorulara cevap vermiyorum, yoldaş da konuşmuyor. Ona biraz yükleniyorlar (kaba dayak) beni tanıyıp tanımadığını sorduklarında boğuk bir ses duyuyorum; “Tanıyorum” diye. O an hemen bağırarak “Hayır, ben tanımıyorum” diyorum. Bu arada GBT araştırılıyor, bize sordukları sorular ise oyalama maksatlı özel sorulardı. Cevaplamıyorum. “Bu kız kaşarlanmış belli, bak ulan bu kız senden yiğit” vb. şeyler söylüyor yoldaşa. GBD’lerimiz geliyor, TİKB eylemlerinden alınmalarım çıkıyor. Bana kaşarlanmış diyen “Ulan bu TİKB’liymiş, zaten belliydi, yoksa ben bunu konuşturmasını bilirdim” diyor. Bu sözler işkencecilerin acizliklerini ve örgütümüzün, yoldaşlarımızın işkence tezgahlarında yarattıkları geleneği ne kadar açığa vuruyordu. İşkencecilerin ağızlarına yakışmıyordu ama bu müthiş gurur vericiydi benim için. “TİKB’liler direnir”, kendi içlerinde bunu itiraf etmiş durumdalar. Yoldaşlarımın, örgütümün yarattığı geleneğe leke sürmeyecek, işkencecilere bir tokat da ben vuracak ve bir TİKB’liye yakışır bir şekilde çıkacaktım oradan. Bu konuda hiçbir tereddüt yaşamadım.
TİKB timi gelip bizi alıyor. Müdür veya şeflerinin odasına götürülüyoruz. Beni görür görmez sanki azılı bir katil bulmuşcasına zevkten dört köşe olup tekme tokat girişiyor biri. Şubede farklı bir eylemden alınmış yoldaşlar var, ikisiyle hemen yüzleştiriliyorum. Onlar tanıdıklarını ve kod ismimi söylüyorlar. Bana onları tanıyıp tanımadığımı sorduklarında “Tanımıyorum” diyorum. Yan odaya özgeçmişimle ilgili sorular sormak için götürüyorlar. Erkek arkadaş diğer tarafta kaldı sesimi ona da duyurabilmek için bağırarak “Bunları geçelim, siz işinizi yapın ben de suskunluğumu” diyorum. Her şeyde olan sabırsızlığım burada da var. Formalitelerle uğraşmak istemiyorum. Nasılsa bir şey söylemeyeceğim onlara. “Çok acelecisin” diyor biri. İlk gece yoğun bir kaba dayaktan geçiriliyorum. Gelen giden “Oooo eski dostumuz gelmiş, kız her taşın altından çıkıyorsun, akıllanmadın mı daha, bu kaçıncı oldu. Bu sefer kurtuluşun yok, burada görmediğin işkencelerin en büyüğünü göreceksin, ona göre düşün” diyorlar. “Siz işkencecisiniz ve asla benim dostum olamazsınız; ne diyecek ne de düşünecek bir şeyim var!” diye bağırıyorum. “Görüşeceğiz” diyorlar. Evet görüşeceğiz. Ama ben değil onlar diz çökecekti bir kez daha.
İkimizi de yukarıya hücrelere çıkarıyorlar. “Bunu ayrı yere koyun, diğerleriyle yan yana olmasın” dedikten sonra, hücrelerin arka tarafına götürüp kalorifer borusuna kolumdan kelepçeliyorlar. Gece yarısını çoktan geçmişti sanırım. Durduğum yerden sesimi duyurmaya çalışıyorum. Hücrelerde sessizlik hakim. Bayan yoldaşa ulaşmaya çalışıyorum olmuyor. Sabahleyin tekrar aşağıya indiriliyorum. Tanımadığım yeni bir ses papazlık yapıyor. Dosyamı kelime kelime ezberlemiş, rolünü çok iyi biliyor ve oynuyor. Ben bunların hiçbirine yabancı değilim. Hem bizzat yaşadıklarımdan, okuduklarımdan ve dinlediğim deneyimlerden biliyorum. “Dostane” bir şekilde, “Bak (…) kendine eziyet ettirme, sana sadece bir soru soruyorum, sorumlun kim onu söyle yeter. Zaten altında kimse kalmada, onları aldık ve seni verdiler. Sorumlun, çalışma alanların ve anahtarların evleri… bu kadar”. Hiçbirine cevap vermiyorum. “Bak sen hiç askıya da alınmamışsın, mahvolursun, tamamen sakat kalırsın, yazık değil mi?..” diyor. Ben de bu kez “İndiriyor musunuz, kaldırıyor musunuz… ne yapacaksanız yapın; söyleyecek bir şeyim yok” diyorum. Bu yaptığım ikinci sabırsızlık. Bunun yanlış olduğunu da o anda hemen düşünmüştüm. Çünkü bu benim devrimci yaşamda aşmam gereken bir eksikliğimdi ve bunu onların kullanmasına izin vermemeliydim. “Çok sabırsızsın ama öyle hemen değil, yavaş yavaş işkence yapacağız sana” diyor papaz tüm “iyiliğini” takınarak. Sabırsızlığımı yakaladıkları için bekleterek çözeceklerini düşünüyor olabilirlerdi. Ama sökmeyecekti hiçbiri.
Şube süreci boyunca örgütümüzün yarattığı direniş geleneğine leke sürmemek, şehit yoldaşların “gülümseyen yüzleri ve denetleyen gözleri” karşısında da iyi bir sınav verecektim. Sadece bunları düşündüm. Bir daha hiçbir aceleci tavırda bulunmuyorum. Sürekli ayaktayım. Birisi saçlarımdan tutup koridorda koşturuyor. 8-10 tur attıktan sonra, “Hadi biraz dinlen” diyor. Halbuki kendisi soluk soluğa… Sonra tekrar başlıyor. Bu defa ayaklarımı hiç hareket ettirmiyorum. Sürüklüyor, kafamı duvarlara vurmaya başlıyor. Başka bir odaya götürülüyorum. Burada bir anda beş altı kişi üzerime çullanıyor. Erkek yoldaşla hiçbir bağlantım yok. Durumunun pek iyi olmadığını baştaki tavırlarından biliyorum. “Sen şimdi açlık grevindesindir, değil mi?” diyor müdürleri. Cevap vermiyorum. Askıya alacaklarını söyleyip yukarıya çıkarıyorlar. Sonra ‘tezgahta yer yokmuş’ uydurmasıyla indiriyorlar.
Askı noktasında beni sınadıklarını biliyorum. Kolum üzerinde çok duruyorlar. Benim zayıf noktan olabileceğini düşünüyor olmalılar. Oysaki şubede hiçbir zaman ‘askıya alınmam’ rahatlığını duymadım. Tersine bunu kullanacaklarını bildiğim için hep hazırlıklıydım. Hem askıya alınmadan da ağır işkencelerden geçebilirdim. Asıl mesele, devrim ve sosyalizm yüce idealiyle yürüdüğümüz bu yolda düşmanla karşı karşıya kaldığımız bu psikolojik savaş alanında da bayrağı yere düşürmemekti. Ben bunu yapacaktım. O ana kadar duymadığım bir ses gelip omuzlarımdan aşağıya bastırıyor: “Sapasağlam bu, hem kırılırsa Baltalimanı’na götürür baktırırız, asalım…” diyor. Yukarıya çıkarıyorlar, bir kez düz askıya alınıyorum. Hiçbir tepki vermiyorum. Askıya alınmayı hep istiyorum ama zevkine varamadan birilerinin “Ne yapıyorsunuz kırılacak” sözlerinden sonra indiriliyorum. Bu kez “Saçlarından asalım” diyorlar. Saçlarımı tepeden toplayıp bir bezle birlikte saçlarımı düğümlüyorlar. Havaya kaldırıyorlar. Saçlarımın vücudumu taşıyacağını düşünmüyorum ama ayaklarım yerden kesildi. Saçlarım derimle birlikte kopuyordu sanki. Bazen uzun bazen kısa olmak üzere defalarca indirip kaldırıyorlar. Bu arada düğümü sağlamlaştırmayı da unutmuyorlar. İndirip yere yatırıyorlar, ayaklarımı havaya kaldırıp patlayana kadar falakaya çekiyorlar. Tüm güçleriyle vurduklarından vücudum geriye kayıyor. “Ne o konuşacak mısın?” diyorlar. Tüm bacaklarım uyuşuk, vargücümle vücudumu ileriye doğru itip “Devam edin!” diyorum. Sonra bırakıyorlar. Ayaklarımı ıslattıktan sonra tekrar devam ediyorlar.
Bu arada bırakıp önceden alınan arkadaşlardan başka birini getiriyorlar. Tanıdığını, adımı, nerelerde gördüğünü söylüyor. Sonra da bayanı getiriyorlar. O da “Tanımıyorum” diyor. Bana sormuyorlar bile. Yine ayakta bekletilmeye devam ediyorum. Biri aptalca sırıtıp saçlarımı keseceğini söylüyor; ‘saçıma taktılar’ diye düşünüyorum. Gelip yanda sağlam kalmış taraftan kesiyor, salak aklınca tepki vereceğimi düşünüyor. Kendi kendime, “Temizlendiğinde Sezen Aksu stili olacak” deyip gülüyorum içimden… Böyle anlarda insanın espri yönünü kaybetmemesi gerekiyor.
“Poşet getirin!..” diyor şefleri. Bu yöntemi daha önce duymadığım gibi pratikte de yaşamamıştım. Yere yatırıyorlar. İki kişi dizlerimden, iki kişi kollarımdan, biri karnımdan yere bastırarak poşetle ağzımı, burnumu kapatıyorlar. Hiçbir şekilde nefes alamıyorum; biri de göğsümü bastırıyor. Çok kısa, yarım nefes dahi alamayacağım aralıklarla poşeti kaldırıp tekrar kapatıyorlar. “Bu yönteme dayanamayacaksın” diyor şefleri. O an öleceğimi hissettim. Ter içindeyim ve istemsiz kasılmalar yaşıyorum. Bir an son sözlerimi söylemeyi düşündüm, kendimden geçiyorum. Yarı baygınım ağzımı açıyorlar. Tepemde ‘Konuşacak herhalde…’ sözlerini duyuyorum, kendime gelince bunlara hangi son sözleri söyleyeceğimi kuruyorum. Bunlara son sözlerim, “Devam edin, ağzımdan tek bir kelime dahi duymayacaksınız” olmalı, öyle de yapıyorum. Kudurmuş köpekler gibi devam ediyorlar. Tazyikli suya tutacaklar, “Elbiselerini çıkar” diyorlar. Çıkarıyorum, bu benim şube süreçlerinde uyguladığım bir tavır. Elbiselerini çıkarmamak onları çileden çıkarırken, senin rahat rahat çıkardığını görmekle de aynı tahammülsüzlüğü sergiliyorlar. Özellikle ulusal harekette feodal kültürü kıramamış ya da küçük burjuva devrimci kadın militanlara karşı bu noktayı kullandıklarını biliyorum. Ben çok rahatım. Çünkü onlar onursuzluklarıyla her gün alçalırken, ben onurumla dimdik duruyordum karşılarında. Çünkü ben devrimi, yeniyi ve örgütümü temsil ediyorum. Onlarsa çürümüşlüğü… Üstümü çıkarmama sinirleniyorlar. Tecavüz edeceklerini söylüyorlar. Birisi, “Bu utanmaz, önceden de böyle tavır koymuştu” diyor. “Tavır” kelimesini bastırarak ve alayla söylüyor.
Şube süresince bol bol tazyikli suya tutuluyorum, yere yatırıp rahmime hortumla uzun süre su tutuyorlar. Su bana işkence olarak gelmiyor. Vücudumu ayarlayabiliyorum, titremiyorum. Ayrıca müthiş susamıştım, yüzüme tuttuklarında bu ihtiyacımı da gideriyorum. Vantilatörün önünde tutulup biraz kuruduktan sonra el ve ayak parmaklarıma elektrik veriyorlar. Vücudumda, sonra da kafamın etrafında dolaştırmaya başlıyorlar. Beynim yerinden fırlayacak gibi. “Buna elektrikten de bir şey olmuyor” diyorlar. Soru falan sormuyorlar, sırf eziyet olsun diye yaptıkları belli. Tekrar falaka ve poşet yöntemi. Bu kez vücudum çok rahat. Yeni karşılaşılan yöntemlerde bile paniklemedn bu yönteme karşı vücudumu nasıl ayarlayabilirim diye düşünüldüğünde biz de onların ani ve yeni yöntemlerine karşı, karşı yöntemler geliştirebiliriz. Nefesimi ayarlayabiliyorum. Vücudumdaki kasılmalar da durunca “Ne o, artık kasılmıyorsun, lan yoksa poşet delik mi?” deyip poşeti kontrol ediyorlar. Poşet sağlam. “Ulan bunlar her şeye alışır” deyip bırakıyorlar.
3. gece oldu, uykusuzum. Uyurla uyanıklık arasındayım. Önce ayaktaydım, sonra oturduğumu ve uyuduğumu görüyorum. Vurup uyandırıyorlar. Tekrar uyuyorum. Bu ara, başta sordukları soruları tekrar duyuyorum: “Sorumlun, anahtarların evleri, kimlerle görüşüyorsun”… Birkaç yoldaşın ismini söylüyorlar, biri de uydurma… Rüyayla gerçek arasında hissediyorum kendimi. Günlerce uykusuz düşürüp çözmeye çalışma farklı bir yöntem, bunu farkediyorum. Önce sordukları sorulara tepkim ne oldu diye beynimi zorluyorum, evet hiçbir şeye cevap vermediğime emin oluyorum. Başıma birini dikiyorlar ve uyuduğum anda tekmeyi indiriyorlar.
4. gün iki erkek arkadaşı getiriyorlar, benim alınmamdan sonra ifadelerini tekrar yazdırıyorlar. İşkenceciler, “Sen kendine boşuna eziyet ettiriyorsun, senin konuşmana gerek bile yok. Nasılsa üstüne yıllarca yatacağın kadar ifade var, kurtuluşun yok” diyorlar. Ayaklarımı zorla buzun içine koyuyorlar. Tedavi olduğunu biliyorum, engellemeye çalışıyorum. Üç-dört kişi zorla bastırarak koymayı başarıyorlar. Sonra tuzlu suda gezdiriyorlar. O gün akşam hücrelere çıkarılıyorum. Ama hücrelere değil, yine kalorifer borusuna kelepçeleniyorum. Başıma bir gardiyan koyuyorlar. “Bu kesinlikle uyumayacak” diyor papazım. Bunu önceden de tanıyorum, yukarıya çıkarırken de, “Ya bu bizim eski dostumuz, niye işkence yapıyorsunuz hayvanlar” diye kendi arkadaşlarına küfür ediyor. Ben hemen uyuyup kalıyorum, gardiyan cinsel tacizde bulunuyor. Bağırıyorum, “Uyursan böyle olur, bana uyutmayacaksın dediler” diyor. Kendimi zorluyorum ama olmuyor. Kelepçeyi kolumdan zorla çıkararak yere uzanıp uyumuşum. Bunu uyandığımda farkediyorum. Kelepçeli kolum morarmış, gardiyan değişmiş ve ikinci gardiyanın da kaldırmadığını anlıyorum. Tekrar aşağı indiriliyorum. Vücudumdaki morluklara ilaç sürüyorlar, ben de tuvalete gidip yıkıyorum. Bunun üzerine dövüp yukarıya çıkarıyorlar. Bir daha indirmiyorlar.
Yukarıya çıkarıldığında bayan yoldaşı gördüm, zafer işareti yapıyorum o da yapıyor. İyi olduğuna seviniyorum. Beni hücrelere değil, teşhis odası denilen yere götürüyorlar. Son güne kadar burada bekletildim. Üç gün sonra şubenin bir anda dolduğunu hissediyorum. Gürültüler koşuşturmalar var. Gazi barikatlarından alınan devrimci bir bayanı getiriyorlar yanıma. Dışarda gelişen son durumu ondan öğrenmeye çalışıyorum. Onda kendine güvensizlik ve korku hakim. Ve sürekli ağlıyor. Onu yatıştırmaya çalışıyorum, ara sıra sinirleniyorum bu tavrına. Sinirlenmek ondaki psikolojiyi daha da bozacak, kızmak devrim cephesindeki tavrını zayıflatacaktı. Açlık grevine başlamasını sağlıyorum. Tutanağı imzalıyor, başta imzalamamıştı ama birkaç kez işkenceye alındıktan sonra tutanağı imzalayacağını söylüyor. Ona açlık grevi yaptırdığım için de ayrıca dövülüyorum. Bayanı aşağı indirdiklerinde bir şehit haberi almış. “Aygün gibi bir şey” diyor. Tanıyorum, Aygün Uğur’du. Teşhis penceresinden diğer odaya bakan tarafta iki farklı siyasetten erkek arkadaş var. Biri direniyor. Onlara anma yapmayı öneriyorum, kabul ediyorlar. Hepimizin yumrukları havada, “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek”ten bir bölüm okuyorum. Hücreler tarafında olsaydık toplu olarak yapacaktık ve işkencecilerin yüreğine korku salacaktık ama olmadı. Yanımdaki arkadaş, “Seni götürürlerse çok kötü olurum” diyordu almaya geldiklerinde. İşkencecilerin “Hadi yine yoldaşlarına kavuşuyorsun, eski dostlarına…” lafları eşliğinde DGM’ye ve oradan da cezaevine götürülüyorum. Ben kazanmıştım.
Sonuç olarak kişisel olarak baktığım zaman iyi bir gözaltı geçirdim. Kolektif olarak oradaki tüm yoldaşlarla bunu yapabilmiş olsaydık tabii çok daha anlamlı olacaktı. Bütünde bu sağlanamadığı için tek başına kendi tavrımı bu noktadan bakınca çok fazla olumlu görmüyorum. Gözaltımın benim açımdan önemli yanı ise gözaltılarımın giderek daha iyi bir çizgide yükselen bir gelişim göstermesi. Örneğin, ilk gözaltımda, yoldaşlarıma olan duygusal bağlılığımdan dolayı ifade vermemem belirleyici olurken, bu giderek düşmanı daha iyi tanıyarak, hem yoldaşlarıma hem örgütüme hem de ideallerime olan bağlılığımın bir arada gelişmesiyle sağlamlaşıyor. Ne küçük burjuva gurur ne de kör bir inat. İnanç ve ideallerimi koruma uğruna alabildiğine inat, alabildiğine grur. Bir Temmuz sacığında yoldaşlarımızın zindanlardan estirdiği özgürlük rüzgarı ve şehitlerimizin denetleyen gözleri karşısında ise başım dik.
Biz Kazanacağız!
Yaşasın TİKB!
[Lale ÇOLAK‘ın anlatımı, Orak-Çekiç‘in Haziran 1997 tarihli 98. sayısından alınmıştır]