İŞÇİ SINIFI

Katliamın 10. yılı (III)

Asıl hedef insanların örgütlülükleri, duyarlılıklarıydı. Saldırı onların bir araya gelerek harekete geçmelerini engellemek içindi

Katliamın 10. yılı (III)

Esmehan EKİNCİ, 19 Aralık’ta cezaevlerine dönük katliam sırasında Niğde Cezaevi’nde tutuklu bulunuyordu. Yaklaşık 7 ay Ölüm Orucu yaptıktan sonra “hayati tehlike sınırında” denilerek tahliye edilen tutsaklardan biriydi.

Eylemin bitiminden sonra gördüğü tedavilere rağmen sakat kalan Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) Dava tutsağı Esmehan EKİNCİ’nin, 19 Aralık saldırısını nasıl okumak gerektiği, F ve D tipi cezaevleri, Ölüm Orucu Direnişi’nin ardından ciddi sağlık sorunlarına rağmen tedavileri engellenen, ölümcül hastalıkları olduğu halde tahliye edilmeyen ve yeniden cezaevlerine döndürülmek istenen tutsaklarla ilgili olarak kendisiyle 2004’te yapılan söyleşinin bir bölümünü yayınlıyoruz:

Alanlarda karşı duruş

Biz Ölüm Orucu‘na 19 Aralık saldırısının hemen arkasından başladık. F tipi cezaevlerinin açılmasına yönelik tartışmalarsa çok öncesinden başlayan bir süreçti. O dönem geniş bir kamuoyu F tiplerinin açılmaması gerektiği noktasında hemfikirdi. Herkes kendi cephesinden bir şeyler yapmaya çalıştı. Duyarlı, demokrat, devrimci binlerce insan alanlardaydı. Bu konuda aydın ve sanatçılar, birçok kurum çaba harcıyor kafa yoruyordu. Bunları yok sayarak bugünü değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü bahsettiğimiz insanların tümü halen bu ülkede yaşıyor. F tipi cezaevleri konusunda halen duyarlılar. F tipleri açılırken Başbakan Ecevit, ‘kan dökülecek‘ demişti. Kan dökülmesi hedeflerinden biriydi. Bu nedenle yüzonyedi devrimciyi katlettiler. Yüzlercesini sakat bıraktılar. Duyarlı olan insanlar, devletin politikaları başta olmak üzere pekçok bilgiye sahiptiler ve kan döküleceğini bilmekteydiler.

Bu konudaki duruş, 19 Aralık’tan sonra Ölüm Oruçları devam ederken, devletin de baskılarının artması, ölümlerin peşpeşe gelmesiyle birleşik olarak, insanların F tiplerine karşı olan duyarlılığı noktasında gitgide sönümlenen bir süreci getirdi. Diğer taraftan bu sönümlenmeye karşılık olarak, devletin saldırıları da tam tersine daha da şiddetlenerek, ivmelenerek devam etti. İnsanları artık bu noktada tümüyle sindirmeye, yıldırmaya dönük bir saldırıya dönüştü. Bu durum bana 12 Eylül‘ü çağrıştırdı. Saldırının asıl hedefi insanların örgütlülükleri, duyarlılıklarıydı. Saldırı onların bir araya gelerek harekete geçmelerini engellemek için yapıldı. Saldırının bu denli şiddetli olması, duyarlılıklarını değil fakat insanların bir araya gelmesini ve harekete geçmesini belli oranda engelledi, diye düşünüyorum.

Genel olarak da ‘F tipi’ cezaevleri konusunda devrimci hareketlerde saldırıları göğüsleme noktasında bir zayıflık ortaya çıktı. Bu zayıflığın getirdiği zorlanmalarla birlikte süreç birçok alanda tek tek insanlarımızın bunu daha fazla omuzlamasını dayattı. Bu durum tam da devletin istediği bir şeydi. Çünkü küçük bir gruba saldırmak onları sürecin dışında bırakmak daha kolaydı. Bu yüzden saldırılarını gün geçtikçe daha da pervasızlaştırdı. Oysa 19 Aralık öncesinde binlerce insan alana çıkarken yine saldırıyordu, dövüyordu ama binlerce insanı günlerce gözaltına almayı, binlerce insanı tutuklamayı, kaçırmayı, vb. başka şeyleri göze alamıyordu.

Ölüm Orucu’na giren, ölümü göze alan, F tipi saldırısını en önde göğüslemeye çalışan insanlar, her şeyi göze almış insanlardır. O dönem önde duranlar bugün, çok farklı hastalıklar, sakatlıklar, rahatsızlıklar, eksiklikler taşısa da inançlarında hiçbir değişiklik yoktur. Mücadele etme istekleri, özlemleri her zaman olduğu gibi bugün de vardır, varolmaya da devam edecektir. Asıl olarak bugün, bütün halkların haklarına yoğun bir saldırı var. Bizler, ÖO gazileri olarak saldırının bizden bağımsız olduğunu düşünmüyoruz. 19 Aralık’tan önce dönemin başbakanı Bülent Ecevit, ‘Bu ülkede cezaevleri sorunu çözülmeden IMF programları hayata geçirilemez‘ demişti. Nasıl çözdüğünü hepimiz biliyoruz. Yüzonyedi devrimcinin katledilmesi, yüzlercesinin sakat bırakılması pahasına F tipleri devlet erkanı tarafından kan banyoları eşliğinde açıldı. Saldırının önceliğini, işçi sınıfının öncülerine tanıdılar.

Saldırı tüm kesimleredir!

Bundan sonraki sürece baktığımızda, Yeni İş Yasası, Kamu Reformu Yasa Tasarısı, Yerel Yönetimler Yasası, YÖK Yasa Tasarısı, Ceza İnfaz Yasası‘nın daha da ağırlaştırılması… Bunların bütününe baktığımızdaysa ortaya çok vahim bir tablo çıkmaktadır. Yıllarca verilen mücadeleler sonunda komünistlerin, devrimcilerin, işçi sınıfının, emekçi memurun, öğrenci gençliğin kanı canı pahasına almış olduğu tüm haklar kökten budanmaktadır.

Bu noktada işçi sınıfı ve emekçi halklara yönelik saldırılar doğal olarak Ölüm Orucu’ndan tahliye olanları da bir şekilde etkileyecektir. 399. Madde‘nin ilk uygulama sürecinde biz şunun farkındaydık. Bizim ölmemiz onları çok fazla ilgilendirmiyordu ama diğer taraftan bizim cephemizden o bir ölüm değil direnişti. Bugün ise D tipi, ‘L tipi‘ gibi farklı cezaevlerinin açılması, özellikle yeni yasayla birlikte içerde iş yurtlarının açılması, tek tip elbise zorunluluğunun yeniden gündeme gelmesi… ki bunlar 19 Aralık’ta gündemde olan şeylerdi. Onun için bunlar yeni planlar değildir. Sistem uzun vadede hayata geçirmek istediği tüm yasaları muhalefetin olmaması nedeniyle çok daha ağırlaştırarak hızlı bir şekilde geçirmektedir. Tabii ki, önceliği devrimcilere tanısa da, asıl olarak saldırı toplumun tüm kesimlerine yöneliktir.

Devlet politikası

Cafer GÜRBÜZ, ’96 Süresiz Açlık Grevi (SAG) gazisi Wernicke-Korsakoffludur ve bugüne kadar hastalığında hiçbir düzelme olmamıştır. Birçok hastane ve doktor raporu mevcuttur. Bunun ötesinde Cafer için rapora bile gerek yok. Dış görünüşe baktığınızda bile rahatsız biri olduğunu anlamanız mümkün. Sokağa çıktığında herkes ona yardım etmeye çalışıyor, bu denli hasta olan bir insana dahi saldırmaları, tutuklama kararı çıkarmaları, bu saldırıların boyutlarını ve ciddiyetini ortaya koymaktadır. Yoksa bu sadece Adli Tıp Kurumu‘ndaki bilmem hangi adamın faşist olması ya da kötü veya iyiniyetinden kaynaklanan bir olay değildir; bu bir devlet politikasıdır.

Dönemsel olarak gereken neyse onu yapıyorlar. Amaç insanların ölmemesi olsaydı, Filiz GÜLKOKUER yıllardır cezaevinde ölmek üzere olan bir insan; onu çıkarmaları gerekirdi. Adli Tıp Kurumu’nun Filiz’e rapor vermesi gerekirdi. Filiz’e rapor vermeyenlerin bizi salıvermeleri politik bir karardır. Ya da yıllardır felçli bir şekilde cazaevinde kalan bir insanın bırakılmaması, bizim bırakılmamız bir dönemsel politikanın sonucudur. Onun ötesinde bugün insanların tekrar tutuklanması da devletin bir politikası, yoksa ortada o insanların iyileştiğine dair bir gösterge yoktur.

Devlet her dönem kendi politikalarını hayata geçirecek kadrolarını oluşturuyor. Bunların doktor olması veya farklı mesleklerden olması sonucu değiştirmiyor. Onun için ‘Cafer’e nasıl rapor vermezler?’ diye düşünmek veya şaşırmak yanlış olur. Burada görülmesi gereken devletin bu dönemki politikalarıdır. Bunun için koltuk değneğiyle yürüyen, başındaki sallanmadan dolayı denge sorunu yaşayan, her şeyi unutan bir insanı dahi cezaevine koymak, onun için tutuklama kararı çıkarmak çok normaldir. Böyle bir insana ‘cezaevinde yaşayabilir’ raporu veren bir doktorun ‘Ben politika yapmıyorum, görevimi yapıyorum’ diyebilmesi mümkün değildir. İnsanları inandırabilmesi için, gerçekten ‘pervasızca yalan söylüyorum’ demesi gerekir.

Doktor raporunda şöyle diyor: ‘Sorulan sorulara doğru cevap vermiştir’! Ama Cafer, Adli Tıp’tan eve geldiğinde ‘Ne sordular?‘ dediğimizde soruları hatarlamadı. Şimdi sorulara cevap veren bir insanın eve geldiğinde hatırlamamasını nasıl açıklayabiliriz? Cafer’e, ‘Sorulan sorulara doğru cevap verdi’ diye rapor verilmesi açık bir meydan okumadır. Sakat da olsa, hatırlayamasa da, hiçbir şey yapamasa da, biz sonuçta direnen insanları cezaevine koyacağız, mesajı vermektir bu! Cafer’in ÖO Direnişi’nde yer alması fiziksel olarak mümkün olmasa da o duyguları hala taşıyor olması, direnen bir insanın cezaevine konması için yeterli bir nedendir!..

Yaşlı insanlara bok yedirenler, bakkaldan yumurta almadığı için çocukları uçurumdan atan mantık budur. Sorun karşı koymak ya da koymamak değil, genel olarak kendi dışındaki bütün insanlara yönelmesidir. Bu yüzden, Tuncay’ın ölümünden sonra mahkemelerin Tuncay‘a ceza vermeleri, öldükten sonra dahi ceza verecek kadar saldırgan ve intikamcı bir tutum izlemeleri, sonuçta Cafer’e neden rapor verilmediği, tıp açısından değerlendirilecek bir konu değil, asıl olarak politikanın uygulanış tarzında herhangi bir değişikliğin olmamasıdır. [Tuncay GÜNEL, 11 Nisan 2001’de, Ölüm Orucu’nun 123. gününde ölümsüzleşti]

Kendi geleceğine sahip çıkmak

12 Eylül’den bu yana halka yönelik olarak devletin saldırılarının en uç örnekleri yaşandı. Bunlar defalarca teşhir edildiği halde bu konuda bir adım atılmadı; bunları teşhir etmenin tek başına fazla bir yararı yok. Teşhirin etkisi ancak kitleler bu konularda alanlara çıkarak tepkilerini dile getirdikleri zaman anlam kazanır; geri adım attırılabiliyor. Ne var ki, emekçi kitleler evlerine, köşelerine çekildiklerinde saldırgan yüzlerini yeniden gösteriyorlar. O yüzden bu noktada bir beklentiye girmek yanlış olur, devletin sakatlanan bu insanları yeniden cezaevine koymayacağı beklentisine girmedik. Bu konuda belli adımlar atıldıktan sonra insanların birdenbire ‘Bundan sonra böyle olacak’ diye rehavete kapılması, ‘Bundan daha kötüsü olmaz‘ diye düşünmesi aslında saldırının şiddetlenerek devam etmesindeki en büyük etkendir. Bizim cephemizden baktığımızda da devletin bizleri yeniden cezaevine almayacağını düşünmek, çok ciddi bir yanılsama demektir. Bizim için şu çok net; bize bugüne kadar yapılan saldırılardan daha dikkatli saldıracaklarını biliyoruz. Çünkü halka yönelik çok yoğun ve bütünsel bir saldırı mevcuttur. Daha önce olduğu gibi, önceliği bize vereceklerdir!

Bir romanda okumuştum; halk hareketi gelişiyor, emekçilerde belli bir hoşnutsuzluk var. Yönetenler kendi aralarında konuşuyorlar: ‘Örgütlü olmayan, herhangi bir gruba dahil olmayan sıradan dört adamı asalım nasılsa kimse tepki göstermeyecektir‘ diyorlar. Sıradan dört kişiyi asınca herhangi bir tepki gelmiyor; gelmediği için bu da genele gözdağı oluyor. Duyarlılık gösterildiği dönemlerde Adli Tıp, fiziksel olarak sağlığı çok bozuk olmayan insanlara da rapor verdi. Çünkü o zaman bir sahipleniş vardı. Direnişi bir sahipleniş, Ölüm Oruççularını da bir sahipleniş vardı. Bu sahiplenişten kaynaklı Ölüm Orucu yapmamış insanları dahi tahliye ettiler. Bu dönem ise sahiplenişi kırmak için, kitlelere gözdağı vermek için ‘Bakın biz bunu da, onu da, sakat olanı da tutuklarız, ayağınızı denk alın!’ demek için devrimcilerden başladılar saldırıya. Cafer’in durumunda olanları dahi tutuklaması, bu noktada sahiplenişin zayıflamasının sonuçları diye düşünüyorum.

Bu sahiplenişten kastım Ölüm Orucu’ndan tahliye olmuş insanları sahiplenmeleri değil, kendi sorunlarını, kendi direnişlerini, kendi geleceklerini sahiplenmeleridir. Gazetelerden okuyoruz, sendika çalışmaları yaptı diye sendikacıları gözaltına alıp F tipine götürüyorlar. Basın açıklaması yaptı diye saldırıyorlar, gözaltına alıyorlar, yarın bu insanlar da bizim yaşadıklarımızı yaşayacaklar. Bu toplumda yaşayan herkes bilir ki, direnen insanlar sonuçta gözaltında, cezaevinde yaşayacaklardır. Cezaevinde kaldığımız dönemde oraya gelen adliler şunu söylüyorlardı: ‘Hiç aklıma cezaevine gireceğim gelmezdi, o yüzden cezaevlerini hiç düşünmedim‘!..

Cezaevi, emekçilerin kendi haklarını savunduğu zaman gidebileceği, girebileceği yerdir. Sonuçta, insanların direnişleri, cezaevindeki sorunları sahiplenmesi, kendisinin onursuzca kölece yaşamı kabul etmemesi, buna karşı çıkması anlamına gelir; çünkü cezaevi kendisini bekleyen çözülmesi gereken bir sorun olarak durmaktadır.

Daha fazlası

İlgili

Close