20. yüzyıldaki sosyalizmi inşa pratiklerinin devlet konusunda Marksizm’e zıt yönde bir gelişme seyri izledikleri eleştirisi yerden göğe kadar haklı bir eleştiridir. Hiçbir mazeret teorisi bu gerçeğin üzerini örtemez
H:Selim Açan
20. yüzyıldaki sosyalizmi inşa pratiklerinin Marksist teoriye uygunluğu ekseninde bir tartışmada özellikle iki nokta öne çıkar: Tek ülkede sosyalizmi inşa yöneliminin doğruluğu-yanlışlığı ile devlet konusundaki pratiğin seyri.
Bazı eleştiriler bu ikisi arasında dolaysız bir neden-sonuç ilişkisi görürler. Proletaryanın bilimsel sosyalizm öğretisinin temellerini atan Marx ve Engels, muzaffer bir proleter devrimin tarihsel amaçları doğrultusunda ilerleyebilmesinin ancak Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinde gerçekleşecek birleşik bir devrimle mümkün olabileceği görüşünde oldukları halde tek ülkede -üstelik Rusya gibi geri bir tarım ülkesinde- sosyalizmi inşa yönelimine girilmesinin kendisini “teoriden sapma” olarak görenler, devletin azmanlaşması dahil sonrasında yaşanan bütün deformasyonları başlangıçtaki bu sapmanın kaçınılmaz sonuçları olarak değerlendirirler.
Bu tezlerden ilki, bize göre, dogmatik bir Marksizm anlayışının dışavurumudur. Marksizm’in devrimci ruhu yerine lâfzını esas alan mekanik yorumuna dayanır. Şabloncu karakteri nedeniyle Marx ve Engels’in Avrupa merkezli birleşik bir devrimi esas aldıkları dönemle artık bir dünya sistemi haline gelmiş olan kapitalizmin tekelcilik yanında eşitsiz gelişmeyle karakterize olan emperyalizm aşaması arasındaki farkı gözardı eder. Dönemler arasındaki farklılığın yanı sıra koşullardaki farklılaşmayı da dikkate almayan bu düz mantık, başlangıçta yıllarca özellikle Almanya’da başarıya ulaşacak bir proleter devrim beklentisi içinde olan Bolşeviklerin bekledikleri bu desteğin gel(e)meyeceği bütün çıplaklığıyla ortaya çıktıktan sonra (1925 Eylül’ü) sosyalizmi inşa yönelimine girdikleri gerçeğini de bir kenara bırakır. “1917 Ekim’inde iktidarı ele geçirmiş olan devrimci proletarya, üstelik o kadar badire atlattıktan sonra o koşullarda başka hangi yolu tutabilirdi” sorusuna somut bir yanıtı yoktur bu dogmatik eleştirelliğin.
20. yüzyıldaki sosyalizmi inşa pratiklerinin devlet konusunda Marksizm’e zıt yönde bir gelişme seyri izledikleri eleştirisi ise yerden göğe kadar haklı bir eleştiridir. Hiçbir mazeret teorisi bu gerçeğin üzerini örtemez. Buna yeltenilmesi dahi farklı türde bir dogmatizmin (daha doğrusu düşünce donmasının) ifadesidir. “Tarihimize sahip çıkıp sosyalizmi savunduğunu” zanneden bu refleksif tutum, sahiplerini baştan Marksizm dışı bir zemine sürükler; tarihsel hatalarımızdan ders çıkarmamızın önüne set çekmekle kalmaz teorimizin bu konuda bıraktığı boşlukları görüp üzerine düşünmemizi de engeller.
Meramımızın daha iyi anlaşılabilmesi için, burjuvazinin sınıf egemenliğine son vererek iktidarı ele geçiren devrimci proletaryanın sosyalizmi inşa sürecinde neden ve nasıl bir “devlet”e ihtiyaç duyacağına dair bazı hatırlatmalarda bulunmak yararlı olacaktır.
Marksizm’de proletarya diktatörlüğünün zorunluluğu
Marksizm, kapitalizmden sınıfsız komünist topluma geçiş sürecinde (komünizmin alt/başlangıç aşaması olarak sosyalizm evresinde) proletaryanın devlete ihtiyaç duyacağını kabul etmesiyle anarşizmden ayrılır. Birazdan değineceğimiz özellikleri nedeniyle Engels’in “sözcüğün gerçek anlamında devlet olmayan devlet” olarak tanımladığı bu devleti -kendisi de bir ‘diktatörlük’ biçimi olan demokrasi gibi her türlü diktatörlüğü de sınıf karakterinden soyutlayarak ele alan küçük burjuva liberallerin tüylerini diken diken eden bir kavramla- “proletarya diktatörlüğü” olarak tanımlar.
Marx ve Engels’in bu konudaki yaklaşımları o kadar net ve açıktır ki, işçi sınıfı hareketine tarihsel bir perspektif açıklığı kazandırmak amacıyla birlikte kaleme aldıkları ilk programatik metin olan Komünist Manifesto (Şubat 1848) dahil başlangıç ve olgunluk dönemlerinin değişik çalışmalarında karşımıza çıkar. Alman İdeolojisi (1845 sonu- 1846 başı), Felsefenin Sefaleti (1847), Fransa’da İç Savaş (Nisan-Mayıs 1871), Gotha Programı’nın Eleştirisi (Mayıs 1875), Anti Dühring (Ocak-Temmuz 1878), Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (1884) bunların başlıcalarıdır.
Devrimci proletaryanın bilimsel sosyalizm öğretisinin ve onun omurgasını oluşturan diyalektik materyalist yöntem ve tarih anlayışının değişik yönlerden açımlandığı bu temel eserlerin yanı sıra hem Marx hem de Engels’in birlikte ya da ayrı ayrı yazdıkları çok sayıda mektupta da görürüz Marksist önderlerin proleter devlet konusundaki yaklaşımlarını. Bunların en bilinenlerinden biri de Marx’ın J. Weydemeyer’e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli mektuptur. O mektubunda da Marx, konuya yaklaşımlarının özünü hiçbir yorum (ve ek kanıt) gerektirmeyecek kadar açık bir dille özetler:
“Modern toplumda sınıfların varlığını ya da bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetme onuru, haliyle bana ait değildir” diyerek başlar sözlerine Marx, sonra şöyle devam eder: “Benden çok daha önce burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik yapısını açıkça anlatmışlardır. Benim yeni olarak tanıtladığım şey: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihsel aşamalar ile sıkı ilişki içinde bulunduğu, 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı, 3) Bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret bulunduğu gerçeğidir.” (Marx’tan Weydemeyer’e 5 Mart 1852 tarihli mektup, Seçme Mektuplar, sf. 40, italikler Marx’a ait, abç).
Bu satırları kaleme alışından 23 yıl sonra (1875’te) Marx, bu kez Gotha Programı’nın eleştirisi sırasında aynı netlik ve kesinlikte konuşmayı sürdürür:
“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” (Alman İşçi Partisinin Programının Kenar Notları, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, sf. 41, altını çizen Marx)[1]
Uzun sözün kısası, Marksist teorinin kurucularının kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde proletaryanın, sosyalizmin düşmanlarını baskı altında tutmakla kalmayıp (proletarya diktatörlüğünün klasik devletle örtüşen yönü) yeni bir üretim tarzı ve toplumsal ilişkiler sisteminin inşası sırasında kaldıraç olarak kullanacağı (onun genellikle gözardı edilen kurucu işlevi) proletarya diktatörlüğünün zorunluluğuna dair görüşleri, başka konuları ele aldıkları sırada geçerken değindikleri önemsiz bir ayrıntı ya da kalem sürçmesi değildir. Marksizm’in devrimci özüne düşman ya da yabancılaşmış olanlar bu iddiadadırlar. Örneğin Kautsky. Ona göre, proletarya diktatörlüğü “Marx tarafından bir kez, o da geçerken, rastlantı olarak zikredilmiş bir deyim(dir)”. Ama “genel olarak iktisadi bakımdan geri kalmış ülkelerden, proletaryası geri olan ülkelerden çıkan sosyalistler” buna sarılmaktadırlar. Günümüzün liberalleşen dönekleri de aynı iddiadadırlar.
Halbuki bu konunun nasıl özsel bir ayrıma denk geldiğini Lenin Devlet ve İhtilâl’de çok net bir dille ortaya koyar:
“(…) Yalnızca sınıflar savaşımını kabul eden biri, bundan ötürü bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir.
Marksizm’i sınıflar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak. Marksisti bayağı küçük (ve büyük) burjuvadan temelde ayırt eden şey işte budur.
Marksizmin gerçekten anlaşılıp kabul edildiğini, işte bu denektaşı ile sınamak gerekir.” (Lenin, Devlet ve İhtilâl, sf. 49)
Marksizm’de işçi devleti=Komün tipi devlet
Kapitalizmden komünizme geçiş süreci olan sosyalizm aşamasında egemen sınıf konumuna yükselmiş olan proletaryanın hem sınıf düşmanlarını baskı ve denetim altında tutmak hem de yeni bir üretim tarzı ve toplumsal ilişkiler sistemini örgütlemek için devlete ihtiyacı olduğunu kabul etmekle birlikte Marksizm bu devleti -Engels’in sözleriyle- “sözcüğün gerçek anlamında devlet olmayan devlet” olarak tanımlar.
Bu iktidar örgütlenmesinin sömürücü sınıfların egemenlik aracı olan klasik devlet biçimlerinden farkını vurgulamak için kullanılan tanımlardan biri de “komün tipi devlet” kavramıdır.
Komün tipi devlet modeli, Marksizm’in kurucu önderlerinin masa başında ürettikleri bir kavram olmayıp bizzat proletarya hareketi tarafından devrimci pratik içinde (Paris Komünü sırasında) yaratılmış bir biçimdir. Bu tarz bir iktidar örgütlenmesinin diğerlerinden niteliksel farkı yanında proletaryanın tarihsel amaçlarına uygunluk açısından taşıdığı devrimci anlam ve önemi anında fark eden Marx ve Engels, onu sahiplenmekle kalmayıp Komünist Manifesto’da tek değişikliği (daha doğrusu açımlamayı-tamamlamayı) bu konuda yaparlar. Manifesto dahil o güne kadarki eserlerinde ‘proletaryanın siyasal iktidarı devrimle ele geçirerek kendisini egemen sınıf konumuna yükseltmesinin ve proletarya diktatörlüğünün zorunluluğunu’ vurgulamakla yetinmişlerken, Paris Komünü’nün ortaya koyduğu örnekten hareketle onu proletarya diktatörlüğünün somut biçimi olarak teoriye mal ederler.
Marx, Komün deneyiminin anlamını şöyle tanımlar:
“Komünün gerçek sırrı şuydu: O, özünde, bir işçi sınıfı hükümeti, üretenlerin mülk edinen sınıfa karşı mücadelesinin sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayabilecek olan en sonunda keşfedilmiş siyasal biçimdi.” (Fransa’da İç Savaş, sf. 87)
Fransa’da İç Savaş’ın Almanca baskısına 1891’de yazdığı Giriş’te, devletsiz bir toplumsal yaşamın olamayacağına dair boş inancın işçiler arasında dahi ne kadar yaygın ve etkili olduğuna dikkat çeken Engels, bu dar kafalılığı sarsmak amacıyla şunları söyler:
“…tüm toplum için ortak olan işlerin ve çıkarların bugüne kadarkinden farklı bir şekilde, yani devlet ve onun yüksek düzeyli makamları olmadan gözetilemeyeceği düşüncesine çocukluktan itibaren alışılmış olması, devletin bu şekilde yüceltilmesini kolaylaştırır. Ve insanlar, sadece, kendilerini kalıtsal monarşi inancından kurtarıp demokratik cumhuriyete bağlılık yemini ettiklerinde bile, muazzam derecede cesur bir adım atmış olduklarına inanır (…)
Şu söz, sosyal demokrat dar kafalıyı (Philister) son zamanlarda yine iyice dehşete düşürmüş durumda: Proletarya diktatörlüğü. Pekâlâ beyler, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komünü’ne bakın. Paris Komünü, proletarya diktatörlüğüydü.” (Fransa’da İç Savaş, sf. 27)
Proletaryanın devrimci önderleri, Komün’ün önemini ise geleneksel devlet cihazının parçalanmasında görürler. Manifesto’ya birlikte yaptıkları ekte bunu şöyle ifade ederler:
“Paris Komünü, özellikle bir şeyi, ‘işçi sınıfının hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemeyeceğini’ tanıtlamıştır.” (Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’nun yeni Almanca baskısı için 24 Haziran 1872 tarihinde kaleme aldıkları son önsöz)
Komün deneyiminin sıcağı sıcağına yapılan olağanüstü bir çözümlemesi olan Fransa’da İç Savaş yapıtında Marx, Komün’ün çığır açan bu devrimci kopuş özelliğini, burjuva devlet biçimlerinin Fransa tarihi özgülünde seyriyle bağlantılı olarak şöyle dile getirir:
“…Komün, devlet iktidarının şu ya da bu (Meşrutiyetçi, anayasal, cumhuriyetçi ya da imparatorlukçu) biçimine karşı gerçekleştirilen bir devrim değildi. Devletin kendisine karşı, toplumun bu doğa üstü düşüğüne karşı gerçekleştirilen bir devrimdi (…) Onu egemen sınıfların bir kesiminden bir başkasına aktarmaya yönelik bir devrim değil, bu iğrenç sınıf egemenliği mekanizmasının kendisini parçalamaya yönelik bir devrimdi (…) Dolayısıyla, Paris’teki kaderi ne olursa olsun (dünyayı dolaşacak -nba).” (Fransa’da İç Savaş, sf. 146)
“Sözcüğün tam anlamıyla artık bir devlet olmayan” bu iktidar örgütlenmesinin ayırt edici özellikleri nelerdir? Bu sadece bir bilgilenme sorusu değil, tarihsel pratiklerimizin yoldan çıktığı noktayı da görmemizi sağlayacak bir anahtar özelliğine sahiptir.
Komün tipi devletin karakteristik özellikleri
Komün’ün burjuva devlet cihazını parçalamak için attığı adımların başında, tüm devlet görevlilerinin seçimle belirlenmesi ve kendilerini seçenler tarafından her an görevden alınmalarının (geri çağrılma-azletme) mümkün olması gelir. Bunun devamı olarak, en aşağısından en yükseğine kadar hiçbir devlet görevlisine herhangi bir ayrıcalık tanımamakla kalmayıp maaşlarının da ortalama bir işçi maaşını geçemeyeceği kuralı konulur.
Engels’in tanımlamasıyla bu iki önlem, “Başlangıçta toplumun hizmetkârları olan devlet ve devlet organlarının, toplumun efendileri durumuna dönüşmesini -ki önceki bütün devletlerde görülen kaçınılmaz bir dönüşümdür- önlemek için” Komün’ün kullandığı iki “şaşmaz araç”tır. Silahlanma hakkı ve yetkisinin halkın dışında, ondan kopuk, dahası ona yabancılaşıp düşmanlaşan ordu ve polis gibi özel birimlerin elinden alınmasıyla birlikte düşünüldüğünde ‘komün tipi devlet’ örgütlenmesinin özsel farkını-ruhunu bunlar oluşturur. Lenin, Devlet ve İhtilâl’de bu adımları, devletin artık devlet olmayan bir şeye dönüşmesi anlamında “niceliğin niteliğe dönüşümü durumunun ta kendisi” olarak tanımlar.
Zaten hangi tarihsel koşulların basıncıyla neden ve nasıl bir seyir grafiği izlediği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte 20. yüzyıl pratiklerimizin yoldan çıktığı nokta da burasıdır; Komün tipi devletin bu özsel özelliklerinin adım adım terk edilmesi, önce içlerinin boşaldığı kabuklara dönüşmesi, çok geçmeden bütünüyle terk edilmesidir. Sonuçta Engels’in yukarda aktardığımız alıntıda işaret ettiği olumsuz “dönüşüm” ne yazık ki bizim sosyalizmi inşa pratiklerimizde de yaşanmıştır.
Paris Komünü, düzenli ordu ve polisi dağıtarak yerlerine bütün halkın silahlanmasını geçirir. Daha önceki devlet örgütlenmelerinde sömürücü bir azınlığın sömürülen çoğunluğu denetim altında tutmakta kullandığı bu özel baskı aygıtlarının bu yolla dağıtılması, bir yönüyle Komün’ü doğuran tarihsel koşulların mümkün hatta zorunlu kıldığı bir önlemdir. Silah teknolojisi ve savaş tekniklerinin günümüzde geldiği düzey ve gelecekte alabileceği olası biçimler o günlerin koşullarına kıyasla ‘olağanüstü’ olarak nitelenebilecek ölçülerde değişmişken hâlâ bu ilkenin (“Bütün halkın silahlanması”) papağan gibi tekrarlanması ile yetinen bir “sosyalist devrimcilik” anlayışını da âsâr-ı atika (eski eserler -nba) müzesine kaldırmak gerekir.
Yalnız burada zaten uygulamanın biçimi değil yaklaşımın ilkesel özü önemlidir. Aslolan silahlanmanın ve silah kullanma yetkisinin -tıpkı diğer devlet görevleri gibi- belirli kesim ve kurumlara tanınan özel bir ayrıcalık konusu olmaktan çıkarılıp bütün işçi ve emekçilere tanınmasıdır. Bunun ilkesel bir yaklaşım olarak benimsenmesi, hangi somut koşullar içinde hareket edildiğinin üzerinden atlamadan ama koşullar bahanesinin arkasına da saklanmadan bu ilkesel yaklaşıma uygun bir savunma-güvenlik siyasetinin izlenmesidir.
Dediğimiz gibi Komün tipi devletin “ruhunu” oluşturan olağanüstü önemdeki bu önlemlerin dışında Komün, din ve devlet işlerini radikal biçimde birbirinden ayırıp kilisenin ve din adamlarının ayrıcalıklarına son vermesi, eğitimi kilisenin elinden alıp herkes için zorunlu ve parasız hale getirmesi yanında kreşlerden başlayarak çocuklara çok yönlü bilgi ve beceriler kazandırmayı amaçlayan politeknik bir eğitim sistemini yaşama geçirmesi, kol emeğiyle sanatsal ve zihinsel emek arasındaki ayrımları ortadan kaldırmaya yönelmesi, tefeciliği ve faizi yasaklaması, kendisini belirli bir coğrafyaya ya da ulusa değil tüm insanlığa ait gördüğü için İşçi Cumhuriyeti ya da Evrensel Cumhuriyet olarak tanımlaması yanında merkeziyetçilikle yerel özerklikler arasında kurduğu ilişkiler yönüyle de insanlığın kurtuluşuna giden yolda henüz gerçekleşmemiş devrimler için yol gösterici özelliğini -kuşkusuz embriyonik olarak- hâlâ korumaktadır.
Yeri gelmişken burada bir parantez açıp Paris Komünü denildiği zaman akıllara sadece sözcüğün klasik anlamında devlet olmayan bir ‘devlet’ biçimi gelmesinin tek yanlılığına, bu anlamda darlığına da işaret edelim. Bu algı tümüyle yanlış değildir kuşkusuz ama topu topu 72 gün süren o kısacık ömrüne olağanüstü değişimler sığdırmış o toplumsal devrimin görkemi yanında çok soluk ve eksik bir kavrayıştır.
Kendisi de katliamdan kurtulmuş bir Komünar olan Arthur Arnould’un dediği gibi: “Paris Komünü bir ayaklanmadan ÖTE bir şeydi, BAŞKA bir şey. Bir ilkenin ortaya çıkışı, bir siyasetin olumlanmasıydı. Kısacası devrimler arasında bir devrim değil, bayrağının kıvrımlarında bütünüyle özgün ve karakteristik bir program taşıyan yeni bir devrimdi.” (Ortak Lüks/Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi, sf. 32)
Bu notu da düştükten sonra Komün’ün siyasal boyutunun tarihsel anlam ve önemi üzerinden devam edecek olursak, Lenin, Komün’ün ‘devlet olmaktan çıkan devlet’ özelliğini, “artık nüfusun çoğunluğunu değil, bir azınlığı (sömürücüleri) ezmek” için örgütlenmiş bir baskı aygıtı olmasında görür. “Komün, artık nüfusun çoğunluğunu değil, bir azınlığı (sömürücüleri) ezmesi gerektiği ölçüde, devlet olmaktan çıkıyordu; burjuva devlet makinesini kırmıştı; özel bir baskı gücü yerine, sahneye halk kalabalığının kendisi giriyordu. Bütün bunlar, sözcüğün gerçek anlamında devlete aykırı şeylerdir.” (Devlet ve İhtilâl, sf. 75)
Devlet denilen cihazın, iktidarı elinde bulunduran sınıfın hasımlarını denetim altında tutmak için gereksindiği özel bir baskı aygıtı olması özelliği değişmemekle birlikte proleter devleti kendisinden önceki sömürücü sınıf devletlerinden ayıran bu niteliksel fark tayin edici önemde olmakla birlikte devlete ihtiyacın kalmayacağı komünizmin amaçlarına uygunluk bakımından bu aracın nasıl örgütlenip işlediği de aynı ölçüde önemli ve tayin edici bir nitelik ölçütüdür. Bu konuda yine Lenin’e kulak verelim:
“Yalnızca demokratik temsile değil, bütün devlet yönetiminin kitlelerin kendileri tarafından aşağıdan yukarıya inşa edilmesine, kitlelerin hayatın bütün adımlarına etkin biçimde katılmalarına, yönetimde aktif olarak rol almalarına ihtiyacımız var. Eski baskı aygıtlarının, polisin, bürokrasinin, sürekli ordunun yerine halkın evrensel silahlandırılması, gerçekten evrensel bir milisin geçirilmesi… ülkenin sosyalizme doğru sağlam, sistemli ve kararlı adımlarla ilerlemesini sağlayan, sosyalizmi tepeden ‘indirerek’ değil, proleter ve yarı-proleterlerin büyük kitlesini devlet yönetimi sanatına, tüm devlet iktidarının kullanımına yükselterek bunu sağlayan yegâne yoldur … İşçi yoldaşlar! … Demokrasi yöntemlerini fiili pratik yoluyla hemen şimdi, kendi başınıza aşağıdan yukarıya doğru öğrenin -kitleleri yönetime etkin, doğrudan ve evrensel olarak katılmaları için harekete geçirin- yalnızca bu, devrimin tam zaferini, kesin, amaçlı ve sistemli ilerlemesini sağlayacaktır.” (Bütün Eserler, 24. Cilt, Progress Publishers, sf. 181-182, aktaran Elif Çağlı)
Komün tipi devlet örgütlenmesinin ayırt edici özelliklerinden bir başkasını da ‘yasama ve yürütme faaliyetlerini birleştirmek’ oluşturur. Onun bu özelliği, halkın iradesini temsil ettiği yanılsaması yaratan burjuva parlamentarizm ve temsili demokrasiden radikal bir kopuş anlamını taşır. Marx’ın “Komün, parlamenter bir organ değil, aynı zamanda hem yürütme hem de yasama gücüne sahip hareketli bir gövde olmak zorundaydı” sözünün altını kalınca çizen Lenin, burjuva parlamentarizmin ikiyüzlü aldatıcı karakterinin her eleştirisini hemen “anarşizm” olarak damgalayan liberal budalalıktan farklı olarak bu adımı, temsili kurumları halkın gözünü boyayan boş gevezelik mekanları olmaktan çıkaracak devrimci bir adım olarak tanımlar. Bu bağlam içinde sözlerini şöyle sürdürür:
“Burjuva toplumun satılık ve çürük parlamentarizminin yerine Komün, düşünce ve tartışma özgürlüğünün bir aldatmaca biçiminde yozlaşmadığı kurumlar koyar, çünkü parlamenterler kendileri çalışmak, yasaları kendileri uygulamak, uygulama sonucu ortaya çıkan şeyi kendileri denetlemek, seçmenlerine karşı doğrudan sorumlu olmak zorundadırlar. Temsili kurumlar kalır, fakat özel bir sistem olarak, yasama ve yürütme faaliyetinin ayrılması olarak, milletvekilleri için ayrıcalıklı bir konum olarak parlamentarizm artık yoktur. Bir demokrasiyi, hatta bir proletarya demokrasisini, temsili kurumlar olmadan düşünemeyiz; ama, eğer burjuva toplumunun eleştirisi bizim için boş bir söz değilse, eğer bizim burjuvaziyi alaşağı etme isteğimiz Menşevik ve Devrimci-Sosyalistlerde olduğu gibi (…) işçilerin oylarını avlamaya dönük bir ‘seçim vaadi’ değil de içten ve ciddi bir istekse, demokrasiyi parlamentarizm olmaksızın düşünebiliriz ve düşünmek zorundayız da.” (Devlet ve İhtilâl, s.65-66)
Sürecek…
Dipnot:
[1] Karl Kautsky, Marksizm’e ihanet ettikten sonra Marx’ın bu cümlesini 1922 yılında yayınladığı Proleter Devrim ve Programı kitabında şu şekilde tahrif eder: “Salt burjuva hükümeti devlet dönemiyle demokratik devlet dönemiyle salt proleter hükümetli devlet dönemi arasında, birinden ötekine geçiş dönemi bulunmaktadır. Buna, hükümetin genel kural olarak bir koalisyon hükümeti şeklinde olacağı bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder.” (Gotha ve Erfurt Programlarını Eleştirisi içinde, sf. 166//)