TİKB bu yıl 41. kuruluş yıldönümünü kutluyor. Bu vesileyle farklı kuşakları temsilen onbir yoldaşımızla yaptığımız bir röportajlar serisi yayınlayacağız.İlk 3 yoldaş 1975 sonrası kuşağın temsilcileri. İkinci 5’li grup 12 Eylül’ün hemen ertesinde 1989-’95 arasında örgütlenmiş kadrolarımız. Son 3’lü ise 2000’ler sonrası kuşağın temsilcileri.
/e-mail yoluyla iletilen aşağıdaki metni, TDH’nin içinde bulunduğu durum, yaşanılan sorun ve sıkışmalar ve buradan çıkış konularındaki arayışların bir parçası olarak gördüğümüz için okuyucularımızın bilgisine sunuyoruz./
SUNUŞ
TİKB bu yıl 41. kuruluş yıldönümünü kutluyor.
Bu vesileyle farklı kuşakları temsilen onbir yoldaşımızla yaptığımız bir röportajlar serisi yayınlayacağız.
İlk 3 yoldaş 1975 sonrası kuşağın temsilcileri. İkinci 5’li grup 12 Eylül’ün hemen ertesinde 1989-’95 arasında örgütlenmiş kadrolarımız. Son 3’lü ise 2000’ler sonrası kuşağın temsilcileri.
TİKB’nin kurucu kadrolarının hemen ardından gelen 1975 sonrası ‘ikinci kuşağımızı’ temsil eden yoldaşların 3’ü de kadın. ’89 sonrası kuşağın temsilcilerinden ikisi, son kuşağın temsilcilerinden de ikisi kadın.
Bu tablo, TİKB’nin kuruluşundan beri süregelen karakteristik özelliklerinden birini yansıtır: TİKB 1979’daki kuruluşundan itibaren kadınların yönetici kademelerde ve müfrezelerinde belirgin bir yer ve ağırlık taşıdığı, bu anlamda bir yönüyle ‘Amazonlar örgütü’dür. Bu özelliğimiz bizim için gurur kaynağıdır!
Kökleri ’68’lere uzanan 41 yıllık bir geçmişi geride bırakırken bir taraftan sadece kendimizden kaynaklanmayan bütün olumsuzluklara rağmen TİKB’yi yaşatıp bayrağımızı yere düşürmemiş olmanın gururunu yaşıyoruz; öte taraftan, tümüyle kendi yapısal ve dönemsel zaaf ve yetersizliklerimiz yanında içimizde boy gösteren yorgunluk ve tükenmişlikler sonucu bu görkemli tarihin ve TİKB’nin prestijinin lekelenip bu denli zayıf düşmüş/düşürülmüş olmasının utancı içindeyiz.
Bizler Marksizm-Leninizm’in kılavuzluğunda sınıfsız komünist topluma ulaşma tarihsel amacını benimsemiş komünistleriz. Burjuvazi ve gericiliğin ‘dıştan’ gelen saldırıları kadar bizi ‘içerden’ vuran oportünist çürüme ve saldırılar nedeniyle ne kadar ağır darbeler yemiş, ne kadar yaralanmış ve kan kaybetmiş olursak olalım düştüğümüz yerden kalkmasını biliriz!..
Bugün TİKB saflarında kavgayı sürdüren dört kuşaktan komünistlerin bayrağı düşürmemekteki kararlılığı, bu inancın, umut ve iradenin en açık göstergesidir!
***
Damlada okyanus olmak…
Hangi dönemde, nasıl devrimci oldunuz? Hangi etkenler sizi böyle bir tercihe yöneltti?
İlk filizler -devrimci düşünce olduğunu bilmeden- 12 Mart döneminde lisede başladı. Deniz’lerin idamını radyodan yatılı okuldaki arkadaşlarla dinlediğimizde çok etkilenmiştik. Daha sonraki yıllar okuduğum yayınlardan, romanlardan da etkilenerek genel olarak sistemi anlamaya başladım.
Üniversiteye başladığımda halen kendime devrimci nitelemesini yapmadan genel bir düşünceye sahiptim. Düşüncelerimin olgunlaşıp hızlanmasında 1974-75 yıllarında üniversitelerdeki o hareketlilik ve devrimcilerin etkin olmasıyla 12 Mart değerlendirmelerinin yoğun bir şekilde tartışılması benim daha kolay öğrenmemi sağlayan çok hazır bir ortam sunmuştu. Bu hazır ortamda, hiç kimseyi tanımak için özel bir çaba harcamadan, tartışmaları, toplantıları izliyordum. Elimde defterle sürekli not tutuyordum. Yurda gelince o notları değerlendiriyor ve düşünüyordum. Toplantılarda referans verilen kitapları satın alıyor, o kitapları okuyordum. Dıştan gezinerek öğrenme sürecim bazı kişilerin dikkatini çekmiş. Benimle konuşmak istediler. Hatta beni polis zannedecek kadar kafaları karışmış. Dıştan gezdiğim için kuşkulandıklarını daha sonra ifade ettiler. Sohbet ettiğimiz zaman benim teorik olarak epey bilgili olduğumu farkettiklerinde ortak tartışma ve sohbetlere katılmaya başladım. O süreci daha çok okuyarak değerlendirdim. Beni asıl o dinleme ve okuma süreci etkilemişti. Yanı sıra, faşist saldırılara karşı anti faşist eylemler oluyordu. Bunların içine girerek pratikte gözlemleme olanağım oldu.
Birincinin devamı olarak neden TİKB’yi seçtiniz?
TİKB’yi seçmeden önce o dönem Halkın Kurtuluşu vardı. Tercih yaparken üç biçim vardı: Biri THKP-C geleneği, diğeri TİKKO geleneği, diğeri de Halkın Kurtuluşu’ydu. Benim asıl etkilendiğim Halkın Kurtuluşu’ydu. Okuduğum ML kitaplardakine en yakın bulduğum oydu. O nedenle çok fazla bilgim olmasa da sınıf mücadelesini ülke koşullarına uyarlayabilecek bir siyaset olduklarını düşünerek onları daha yakından tanımaya çalıştım. Onlarla tanıştıktan kısa bir zaman sonra, henüz örgütlü bir yaşamın içine girmediğim süreçte ayrışma yaşandığını duydum. Daha sonra, özellikle kendilerini muhalefet olarak tanımlayan grubun eleştirilerini ve söylemlerini daha yakın buldum. Bu şekilde muhalefet hareketiyle birlikte hareket etmeye karar verdim.
Yazılarını okudukça muhalefetin düşüncelerini daha fazla benimsedim. O sıra Ankara’da ODTÜ öğrencisiydim. Muhalefeti tanıdıktan sonraki süreçte tanıdığım insanlar muhalefetin o radikal söylemlerinin aksine örgütçülüğü erteleyici, sadece teorik olarak birikim gerektiğini söyleyen kişilerdi ve bu beni huzursuz etti. Çünkü ayrışmayı gerektiren bir neden değildi bu zaten. O dönem bunu tam anlayamasam da sonradan düşündüğümde muhalefet hareketinin yekpare bir hareket olmadığını anladım. Epey bir çelişki yaşadım. Halkın Kurtuluşu’nun argümanlarına bakınca sonuçta o da içime sinmiyordu. Ama bir yandan da bir şeyler yapmak gerektiğini düşündüğüm için işin ucundan tuttum. Çünkü o dönem politik ortam canlıydı; her yerde çatışmalar, grevler yaşanıyordu. Bu süreci yaşamın içinde çözmek gerektiğini düşündüğüm için muhalefet örgütlenmesi içindeki birimlerde yer aldım.
Daha sonra İstanbul’da tekrar üniversite yaşamına başladığımda bulunduğum kentteki muhalefetten yoldaşlarla iletişime geçince bu sefer muhalefette ayrılık sürecindeki düşüncelerini paylaşan yoldaşlarla tanışınca sonuçta yerimi bulduğumu düşündüm. Daha sonraki süreçlerde de örgüt yaşamı içinde yer aldım.
Size göre TİKB’li olmak ne anlama gelir? Ya da soruyu şöyle soralım: TİKB’yi farklı kılan ve TİKB yapan temel değerleri nasıl tanımlarsınız?
TİKB’yi diğer yapılardan farklı kılan en temel özellik sınıf eksenli radikal bir hareket olmasıdır. Sınıf eksenli bir hareket olmadığında reformist burjuva partilere dönüşen yapılar oluyor ya da radikallik adına sadece askeri eylemler amaç ediniliyor. Sınıf eksenli radikal bir hareket olması TİKB’nin ayırdedici özelliğidir.
Bence TİKB’li olmak politikalarda tutarlı olmak, o tutarlılığı oportünist yöntemlere başvurmadan sürdürülebilir bir politika haline dönüştürebilmektir. Yani, sınıf çalışmasını eksene koyarak diğer mücadele biçimleri ve araçlarıyla bütünleşik bir çizgiyi her koşulda uygulayabilmek… Örneklendirmek gerekirse şunu anlatmak isterim: 12 Eylül’den önceki süreçte koşullar anti faşist çatışmaların çok yoğun olduğu bir süreç olmasına rağmen o süreçte ekseni kaybetmeden sınıf eksenli işçi komiteleri kurmayı bir hedef haline getirmek, sınıfın örgütlenmesinin illegal temelde olması gerektiği bilinciyle hem Orak-Çekiç gibi illegal bir yayın organını çıkararak işçi ve emekçilere ulaştırmayı sıkıyönetim koşullarında ve daha sonra cunta koşullarında silahlı korumalar eşliğinde dağıtmaya varacak yöntemlerle sınıfa ulaşmayı sağlamak, diğer taraftan o günün koşulları içerisinde ajitasyon propaganda yapabilmek için izinsiz mitingler, kahve konuşmaları, duvar yazılamaları, bildiri dağıtımları Orak-Çekiç dağıtımları düzenlemek; bunların hepsini bütünleşik olarak yapabilmek tutarlılıktır.
Bugünden geriye doğru baktığınız zaman nelerle gurur duyuyor, nelerin pişmanlığını yaşıyorsunuz?
Halkın Kurtuluşu’ndan ayrışma sürecinde eleştirdiğimiz konuları pratiğe geçirmek, illegal örgütlenme ve radikal eylemler konusunda bunların yaşama geçirilmesi, buna bağlı olarak biçimlenen kadroların 12 Eylül’ün zorlu koşullarında, işkencede, cezaevinde ve mahkemede direnişçi ve baş eğmez tutumları TİKB’nin gurur duyulacak belli başlı yanlarıdır. Bu konularda çok şey yazılıp söylendiği için bunları detaylı anlatmaya gerek duymuyorum.
Ayrışma sürecinde benim olaya müdahale edecek konumum olmadığı için bu konuya biraz dıştan bakarak değerlendirme yapacağım. O dönemki ayrışmamız Halkın Kurtuluşu’nun geldiği noktaya baktığımız zaman kendi gücümüzü yeterince değerlendirerek o örgütte asıl güç haline gelebilirmişiz. Ama bunun yerine ayrışmayı seçmek doğru bir tutum olmamış.
İkinci olarak, 12 Eylül öncesi dönemde, kuruluş sürecinde özellikle Halkın Kurtuluşu ve başka yapıların alabildiğine açık çalışmasına tepki olarak illegal yapılandırmamızı sağlam tutmamız doğruydu, bunun yanı sıra açık alan çalışmasına onların gözüyle bakarak, kendi lehimize dönüştürme çabasına girmedik. Açık alan çalışmasına girebilmemizin olanakları o dönem çok fazlaydı. İçimizde DİSK’in kurucusu bir yoldaş bile vardı, ama bunu yeterince değerlendiremedik. Açık alan çalışması nasıl olmalı ve ne yapılmalı üzerine kendi perspektifimizden çok fazla program geliştirilemedi. Bu eksikliği 12 Eylül’den sonraki ’90’lı yıllarda DSB çalışmasıyla kısmen gidermeye çalıştık. Ancak o dönem AFMK (Anti Faşist Mücadele Komiteleri) çalışmasıyla DSB (Devrimci Sendikal Birlik) çalışmasının aynı anda gündemde olması nedeniyle legal ve illegal çalışmanın birbirine karışmasının önü alınamadı. Operasyonlara açık bir hale gelindi. Özellikle örgütlenme alanında kitleselleşmenin getirdiği geniş alanı kucaklayıcı bir örgütlenme ve partileşme süreci gerçekleşmediği için kitlelere doğru gittikçe örgüt kültürünün daha da silikleşmesine ve grup yapılarının çoğalmasına neden oldu. O dönem politik olarak sınıfa müdahale edebilmemiz için varolan sendikaları ele geçirmek ve politikaları oradan da zorlamak gerekiyordu, ancak biz taban örgütlenmelerine verdiğimiz çabayı bu konuda yeterince veremedik.
Biz kuruluşumuzdan itibaren stratejik hedeflere kilitlenmiş bir hareket olarak davrandık, sınıf çalışmasında taktik manevralar gerçekleştirebilmeyi, taktiklerle stratejiyi bütünleştirebilmeyi, taktikleri oportünizmden ayırmayı, esnekliği, yerleşik bir örgüt politikası haline getirebilmeyi gerçekleştiremedik. Sendikal yönetimlere girme konusunda tek tek örnekler oldu ancak bu daha çok memur sendikalarında oldu. Özellikle TKP oportünizminin çöreklendiği işçi sınıfı sendikalarında daha zengin taktik ve politikalar geliştirebilmek esneklik ve manevralar yapabilmek zorundaydık. Ancak daha önce sözünü ettiğim gibi bunu yapabilecek partileşme sürecini tamamlayamamış bir yapı olarak bu eksikliğimiz bizi zayıf kılıyordu.
TİKB’nin bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyor, bu noktaya gelişini nelere bağlıyor, nasıl açıklıyorsunuz?
Bunu dünya koşullarından, ülke koşullarından bağımsız değerlendiremeyiz zaten. Emperyalist kapitalist sistemin, kendini karşı devrim cephesinde, sınıf mücadelesinde konumlandırması geçmiş dönemlerden çok daha kapsamlı. Diğer taraftan geriye dönüşlerle ML’nin yaşam bulduğu ülkelerdeki emperyalist kapitalist sisteme dönüşen yapılarıyla sınıfı arkadan kuşatan bir karşı devrimci dalganın gelişmesi… bütün bunlar karşısında ML partilerin yeni strateji ve taktikler geliştirecek, yeni mevziler kazanacak iç dinamikleri zayıfladı. Çünkü, kapitalizmin sosyalizm korkusuyla geliştirdiği geçmiş dönemdeki sosyal reformlarla sınıf çelişkileri gelişmiş kapitalist ülkelerde bile silikleşmişti. Bu, gelişmiş kapitalist ülkelerde ML partilerin reformist bir yola girmesinin önünü açtı. Geri ülkelerdeyse sosyalist devrimini yapmış ülkelerden esinlenen devrimci yapılar o ülkelerdeki geriye dönüşlerle birlikte kendi özgül koşullarını dikkate alarak geliştirebildikleri bir teorik yapılanmayı başaramadılar. Buna bağlı olarak da örgütlenmeleri biçimsel kalmaya mahkum oldu. Koşullarına uygun bir teori geliştiremeyen bu yapılar, kendini tekrar eden biçimsel bir örgütlenmeye dönüştü. Ya da tasfiye oldu.
Bu durumda bizim kendimizi yeniden üretmemiz, dünya ve ülke koşullarına uygun olarak yeniden konumlanmamız gerekiyordu. Ancak, diğer yapılar ve diğer partiler için söylediklerim bizim kendi içimizde de etkilerini gösterdi. Bu dış etkenlerin bizi etkilemesinin başlıca nedenlerinden biri, partileşme sürecini tamamlamamış olmamızdır. Fakat buna rağmen 2000’lere gelene kadar gelişmiş bir örgüt pratiğimiz, bu pratiğe yön veren teorimiz hiçbir zaman oportünistleşmedi; koşullara ayak uydurmaya yönelmedi, revizyona uğratılmadı. Bu yüzden biz, pratiğimiz ve teorimizle iyi bir mirasa sahibiz. Bu koşullardan etkilenenler zaten mücadelenin dışına düştüler. Bu yanıyla ciddi bir erozyona da uğradık. Ancak çekirdek yapıdaki insanlar bundan etkilenmediler. Bu nedenle bundan sonrası için geçmiştekinden çok daha zorlu ve büyük görevlerle karşı karşıyalar. Geçmişte 10 yılda bir değişen süreçler şimdi neredeyse aylarla ölçülen sürelerle karşımıza çıkmakta. Bu yüzden bu sürece ayak uydurmak için her şeyden önce 21. yüzyılın dinamiğine uygun, o dinamiğe yanıt verebilecek bir donanıma, bilgi ve birikime ve her şeyden önemlisi de bu dönemin içinde yetişmiş genç kuşakları kazanmaya mecburuz. Buna uygun teorik-pratik ve programatik çok ciddi sorunlarla karşı karşıyayız. Ancak her sorun kendi çözümünü de beraberinde taşır, önemli olan buna ML bir bakış açısıyla bakabilmek. Bu bakış açısı bizi bugüne kadar taşıdı, bu bakış açısı bizi geleceğe de taşıyacaktır.
Bu durumdan çıkış için sizce ne yapılması lâzım?
Biz yıllardır çok sancılı bir süreç yaşadık. Bu süreci hep olumsuzluklarıyla konuştuk, bu doğrudur yaşadığımız olumsuzluklar çok fazladır. Fakat ben başka bir cepheden konuşacağım. Kuruluştaki programımızda sosyalist devrim ve demokratik devrim görevlerinin iç içe geçtiği tezimiz vardı. Daha sonra, 2012’de artık sosyalist görevlerin esas olduğunun altını çok net çizdik. Eski tezin bir ayağı olan burjuva demokratik devrim ayağı 21. yüzyıla girdiğimiz bu dönemde, özellikle de demokratik bilinç, uyanış, haklarının farkına varma, sınıf kimliğinin farkına varma anlamında kitlelerin mücadele bilincinde belirli bir yol alınması yaşandı. Buna başka şeyler de eklenebilir. Kapitalizm kendi yaşam biçimini oluştururken kitlelerin bilinçlerinde de dönüşüm yaratır. Bu dönüşüm sınıf farkındalığı oluşturur. Kapitalizmde çelişkiler keskinleştikçe demokratik anlamda hak alma mücadeleleri gelişir.
Yanı sıra, yıllardır yaşanan ve üstü örtülen kadın sorunu bugün kadınların isyanıyla kadın cinayetleri şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Kadınların boyun eğmeyişi ve farkındalıklarının oluşmasıyla isyanlara dönüşmekte ve bunun sonucunda kadın cinayetleri bir gösterge haline gelmiştir.
Köylülerin kendi yaşam koşullarını iyileştirme çabalarında krediler yüzünden doğrudan bankaları karşılarında bulmaları onları da doğrudan kapitalist sistemin karşıtları haline dönüştürmekte. Ayrıca kapitalizmin doğayı tahrip eden saldırısına karşı da köylülerde çevre duyarlılığı da gelişmektedir.
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte kapitalist sömürü biçimleri geçmiştekinden daha geniş sınıf tabakalarını doğrudan sömürü alanının içine dahil etmiştir. Çok azınlıkta kalan sömürücü tabaka artık orta boy işletmeleri dahi kendi sistemine bağladığı için çok geniş bir emekçi kitle ve ara sınıflar değişik oranlarda doğrudan kapitalizmin sömürüsüne maruz kalmaktadır. Bu da sosyalist devrime geçiş aşamasında sınıf ittifaklarının oluşabileceği çok daha elverişli bir zemin yaratmıştır. Diğer taraftan tekellerin çok daha uluslararasılaşmasıyla birlikte sınıfın enternasyonalist dayanışmasının zemini de yaratılmaktadır. Bunun örneklerini görüyoruz, yaşıyoruz. Bunlar, sınıf dayanışmasının olumlu yönden değerlendirilmesi gereken koşullarıdır.
Mücadele biçimleri de Gezi örneğinde olduğu gibi çok daha karmaşık ve daha üst boyutta değişik alanlarda karşımıza çok çabuk çıkmaktadır artık. Burada kazanılması gereken en önemli güç bu sistemin içinde yetişmiş genç işçi ve emekçilerdir. Çünkü onlar yaşam koşullarıyla bu sistemi dibine kadar tanıyan, acısını çeken ve ona karşı öfkeyi içinde barındıran sınıfın en dinamik unsurlarıdır. Görev olarak bunların farkına varmak ve umutsuzluk çemberini gücümüzü açığa çıkaracak, kitlelerin kendi gücünün farkına vardıracak örgütlülük ve eylemler önümüzdeki sürecin önünü açacaktır.
Geçmiştekinden daha geniş bir cephede mücadele etmek gerektiği ortadadır. Diğer taraftan yıllardır mücadele içinde yer alan insanlar değişik biçimlerde kendi yaşam zorluklarıyla boğuşurken tek tek bireyler olarak “Ben ne yapabilirim” düşüncesine sahip birçok insan vardır. Yukarda anlattığım koşullar bize geçmiş dönemdeki örgütlenme biçimlerinin yeterli olmadığını göstermektedir. Bugün alternatif bir örgütlenmeyi sadece komitelerden ibaret görmemeliyiz. Damlada okyanus olmayı başarmalıyız.
21. yüzyılda her birey kendi komünist gelişimini toplumun ve örgütün ihtiyaçları doğrultusunda tamamlamak zorundadır. Her bir damla, okyanusu oluşturduğunun bilincinde olmalıdır. Bu nedenle, kısa veya uzun süre mücadele içinde yer almış olan bütün devrimci ve komünistler kendilerini yetkinleştirmek zorundadır. Bu bilinçle hareket edildiği zaman herkes, bulunduğu konumda yapabileceği çok şey olduğunun farkına varır.
Bizim komünist örgütümüz kapitalizmin etki alanlarının hepsine cevap verecek programa sahiptir. Genel ajitasyon propagandanın dışına çıkarak her birey kendi bulunduğu alanı kapitalizme karşı insanları değiştirip dönüştürme örgütleme alanı haline getirebilir. Bu damlaların birleşmesi örgütlü mücadeleyi oluşturur. Yani ‘örgüt’ dediğimiz varlık bizim dışımızda, uzağımızda değildir.
Kısacası “eski” veya “yeni” tüm yoldaşların kendilerini yetkinleştirmeleri, donanımlarını güçlendirmeleri, bugünün yeni kuşaklarıyla iletişime geçebilecek bilgi birikimine sahip olmaları, toplumla, özellikle de genç kuşaklarla bağlarını güçlendirmeleri en başta gelen görevdir. Bunu başaran insanlar örgütlülüğü de başarır örgütü de geliştirir. Eski yöntemlerle bugünü örgütlemek mümkün değildir. Geçmişteki koşullar internetin, sosyal medyanın olmadığı ortamlar örgütlenmenin yukardan aşağıya bilinçlendirmeyi zorunlu kıldığı durumlardaydı, ama bugün bilgi çağı olarak nitelendirilen bu çağda bilgiye ulaşmak, kendini geliştirmenin yollarını bulmak, bu bilgileri ulaştırmak örgütün vereceği bir eğitim değildir. Bunu herkes, her damla kendisi yapmak zorundadır.
“Eski” “yeni” farkı da burada ortaya çıkmaktadır. Bugün örgütlü mücadele her bireyin kendi komünist gelişimini kendisinin tamamlamasını zorunlu kılar. Ama bu, kapitalizme karşı mücadelenin sorunlarını çözmek için geliştirildiği zaman örgüt oluruz.