KADIN

Kadınlar ölmesin diye…

2010 Aralık’ında Türkiye’de erkekler 18 kadını öldürdüler. Bunlardan biri de Ayşe Paçalı’ydı

Kadınlar ölmesin diye…

Kadına dönük şiddet ve kadın cinayetleri bu ülkenin en istikrarlı toplumsal sorunudur. Hız kesmediği gibi, sürekli olarak yükselen bir eğri izliyor… Bu tablo toplumsal vicdanda ciddi rahatsızlıklar yaratmaya başlayınca, devlet de konuya eğilmek durumunda kaldı. Özellikle eski kocası tarafından sokak ortasında bıçaklanan Ayşe Paşalı cinayetinin ardından…

Bu cinayet, yasalar ve o yasaları uygulayanların (kolluk ve hukuk ayağı başta olmak üzere) erkek egemen mantığının en trajik biçimiyle teşhir olmasını sağladı. Çünkü eski kocası tarafından her türlü şiddete maruz kalan Ayşe, boşanmak istemişti. Katili boşanma davası sürerken Ayşe’yi kaçırıp, cinsel şiddet uyguladı. Ayşe, “Cinsel şiddete maruz kaldım” şikayetiyle mahkemeye gitti; fakat mahkeme erkeğin, “Ben karımı seviyorum, pişmanım” beyanını esas aldı; yapılanları da evlilik bağı sürdüğü için “tecavüz” olarak görmedi. Ayşe nihayet boşandı, kendisine yeni bir yaşam kurmaya çalışırken, eski kocanın tehditleri sürdü. Ayşe, “Can güvenliğim tehlikede” gerekçesiyle yine mahkemeye gitti, “koruma” istedi. Fakat bu sefer de, evlilik birliği kalmadığı için talebi dikkate alınmadı. Sonucu biliyoruz… Ayşe sokak ortasında, güpegündüz bıçaklanarak katledildi!

Önceki cinayetlerin oluşturduğu toplumsal hassasiyeti keskinleştiren bu olay üzerine, erkek egemen zihniyetin tipik bir temsilcisi olan Devlet Bakanı Aliye Kavaf, 4320 Sayılı Ailenin Korunması Kanunu‘nda boşluklar olduğunu keşfediverdi ve yasadaki boşlukları giderecek yeni bir taslak hazırladı. Hatta bu taslağı yönetişim mantığına da uygun olarak, kimi kadın örgütlerinin düşüncelerine de açtı.

Fakat hangi ileri düzenlemeler yapılırsa yapılsın, yaklaşımın esasında bir değişiklik olmadıkça bunların kağıt üzerinde kalması kaçınılmazdır, en fazla nispi farklılıklar yaratabilirler. Ki kağıt üzerinde bile bütünlüklü düzenlemeler yapılamıyor, en basitinden yönetmeliklerle, yasalar arasındaki çelişki uygulamada sorunlara neden olabiliyor. Ama en önemlisi de kadın lehine yasal düzenlemeler hem toplumsal bilincin düzeyi, hem de hayatta maddi karşılıklarının olmaması nedeni ile kağıt üzerinde kalmaya mahkum oluyor.

En başta, şiddete uğrayan kadının kendisini güvende hissedebileceği koşulların yokluğu ciddi bir sorundur. Zaten bir travma yaşarken, yeni bir hayat kurmak için gerekli koşullara sahip olmaması ise (maddi, mesleki…) gerçek bir çıkmazdır. Pekçok kadın aile içi şiddetin her türünü sadece toplumsal değer yargılarına karşı gelmeyi göze alamadığı için değil, aynı zamanda bu çıkmazı bildiği için de sineye çekmektedir.

Devlet sözümona bu yönde de adımlar atıyor. Şiddete uğrayan kadınların “sığınabileceği” sığınma evlerinin açılması bu adımlardan biri. Fakat onların hikayesi de varolan mantığı teşhir eden başka verilerle dolu. Mesela adreslerinin gizli kalması esası, Türkiye’de uygulanmıyor. Zarar verecek kişi talep ettiği taktirde bu adrese ulaşabiliyor. Evlerde kalan kadınlara cezaevi muamelesi yapılması, sokağa çıkıp iş aramalarının bile sınırlanması da işin başka bir boyutu. Ayrıca çocuklu kadınların çocuklarına dair hiçbir önlemin olmaması da işin başka bir yanı. Keza evler bir apartman dairesi ile sınırlı. Çünkü bu adım, demokratik bir toplumsal talep olarak değil; AB’ye uyum (*) çerçevesinde atıldı; yani adet yerini bulsun diye… Tam da bu nedenle geleneksel yargıların duvarlarına çarpıyor, gelişmediği gibi, yaygınlaş(a)mıyor da…

Kadın sorununun çözümünde demokratik bir adım olan sığınma evleri, Avrupa’da ‘60′lı yıllarda gelişen toplumsal hareketin basıncıyla kabul ettirilmiş. Bu nedenle de anlamına uygun bir işleyişleri ve işlevleri vardır. Fakat oralarda da (ki kadın başka pekçok demokratik hakka da sahiptir) kadına dönük şiddet engellenememektedir. Kapitalist sistemde en demokratik ülkelerde bile kadının gerçek anlamda özgürleşmesi mümkün değildir. Fakat yine de kadının konumunda nispi de olsa gelişmeler sağlayacak her türlü gelişme desteklenmelidir. Emekçi kadın mücadelesi tek başına ekonomik-sendikal sınırlarla değil, aynı zamanda sığınma evleri gibi demokratik taleplerle de buluşturulan bir muhtevada yürümelidir. Kapitalist sistemde en ileri demokratik çözümün bile çözüm olmadığı bilinci ve stratejik yaklaşımıyla…

(*) 2005 yılında AB’ye uyum çerçevesinde çıkartılan 5392 Sayılı Belediye Kanunu ile nüfusu 50 binin üzerinde olan belediyelere “kadın sığınma evi” açılması görevi verildi. Tabii bu yasa da “ama..” şartlarına bağlandı: “Belediyenin mali durumu” ve “ivedilik”… Normal koşullarda yasaya göre Türkiye’de 3 bine yakın sığınma evinin olması gerekiyordu. Fakat aradan geçen 5 yıla rağmen sadece 6-7 tane var!

[Alınteri‘nin Ocak 2011 tarihli sayısından alınmıştır]

Daha fazlası

İlgili

Ayrıca bak..

Close
Close