DÜNYA

NEDEN BOYKOT

neden_boykotÖnümüzdeki anayasa referandumu konusunda solda da üç ayrı eğilim var. AKP kuyrukçusu liberal yalaka takımı, anayasa değişikliğini “12 Eylül’le hesaplaşma doğrultusunda yeni bir demokratikleşme hamlesi” olarak pazarlayıp yutturma çabası içindeler.

[Alınteri‘nin Eylül 2010 tarihli 8. sayısının başyazısıdır]

Önümüzdeki anayasa referandumu konusunda solda da üç ayrı eğilim var.

Çoğunun solculuğu artık geçmişte kalmış liberal bir kesim “Evet” demekten yana. İçlerinden “solcu, sosyal demokrat, sosyalist” görünmekten henüz bütünüyle vazgeçmemiş olanları, hamamın namusunu kurtarabilmek için “yetmez ama..” diye bir kayıt düşme gereğini duyuyorlar. Fakat bu onların, AKP’nin temsil ettiği sermaye kesimleri ile gericiliğin kuyruğuna takıldıkları gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Bazıları bu kuyrukçuluğu yalakalık ölçüsünde benimsemiş durumdalar.

AKP kuyrukçusu bu liberal yalaka takımı, anayasa değişikliğini “12 Eylül’le hesaplaşma doğrultusunda yeni bir demokratikleşme hamlesi” olarak pazarlayıp yutturma çabası içindeler. Bunun için değişikliğin özünü ve amacını gizlemek amacıyla pakete “vitrin süsü” olarak eklenmiş kimi maddeleri öne çıkarıyorlar. Halbuki bunlar ne yapılan değişikliklerin esasını oluşturuyorlar ne de bu değişikliklerin gündeme gelmesinin arkasında böyle bir niyet, amaç, yönelim veya bunu zorlayan bir toplumsal basınç var.

Saklanan gerçekler

Hatta bu iddianın tam tersine, bizlere “yetersiz de olsa demokratikleşme yönünde birer adım” olarak yutturulmaya çalışılan değişikliklerin bazıları işçi sınıfı ve emekçi kitleler açısından yeni hak kayıpları ve tuzaklar içeriyor. Emekçi memurlara toplusözleşme hakkının tanınması iddiasını buna örnek olarak verebiliriz. 53. Madde’de yapılan değişiklikle emekçi memurların toplusözleşme yapma hakları güya tanınıyor. Fakat bu sözde tanıma, uyuşmazlık hallerinde bile grev hakkını içermiyor; tersine onun üzerindeki yasağı “anayasal bir yasak” haline getirip kurumsallaştırarak 12 Eylül’ün Yüksek Hakem Kurulu uygulamasını hortlatıyor.

Demokratikleşme” aldatmacasının dayanağı olarak kullanılan değişikliklerin pratikte bir karşılıkları yok. Bu da bir yana, bunların paketin bütünü içinde esasında nasıl önemsiz birer “ayrıntı” konumunda olduklarını, başbakanın tekelci sermaye örgütlerine “neden evet demiyorsunuz” baskısı sırasında söylediklerinden de görmek -tabii istenirse- mümkün. TÜSİAD ve TOBB’u tehdit ederken ne diyor Başbakan:

boykot_afis…Ekonomik Sosyal Konsey’e anayasal güvence dediniz pakete koyduk. Değişiklikle esnaf, tüccar, meslek örgütleri ve oda temsilcileri karar mekanizmasında olacak. ‘Vergi borcu yüzünden yurtdışına çıkamıyoruz’ dediniz bu konuda düzenleme yaptık. Artık işadamları vergi borcu yüzünden kapıdan geri çevrilmeyecek. Yargı kararları yüzünden birçok ihale iptal ediliyordu. Bunun birçok örneğini yaşadık. Hem özelleştirme hem de sonraki süreçlerde yatırımların önü tıkandı. İş dünyasının elini rahatlatmak için yerindelik denetimi yapılmayacak. Bütün bunlar sizin için değil mi?..

Neoliberal sömürü ve soygun politikaları doğrultusunda tekelci sermayenin beklenti ve ihtiyaçlarına anayasal düzeyde çözümler ve yeni güvenceler getiren paketin sınıfsal özü bundan daha açık nasıl anlatılır?.. 12 Eylül faşizminin dizginsiz terörü aracılığıyla uygulanan 24 Ocak kararlarının devamı, tamamlayıcısı, cilası niteliğinde önlemlerdir bunlar. Hal böyleyken, 12 Eylül rejimiyle hangi hesaplaşmadan, hangi kopuştan nasıl söz edilmektedir?..

12 Eylül anayasasının ruhu pekiştiriliyor

Bu gerçekten kaçış yöntemi olarak paketin siyasal yönleri öne çıkarılabilir. Fakat 12 Eylül’ün ruhu ve felsefesinde devamlılık ilişkisi orada da çıkar karşımıza. 12 Eylül faşizminin yönetim anlayısının, devletin o dönemde yeniden yapılandırılmasına, bunun temel çerçeve metni olarak hazırlanan 12 Eylül Anayasası’yla ardından çıkarılan bütün yasa ve yönetmeliklere yön veren temel ilke gücün merkezileştirilmesi, bu amaçla yürütmenin güçlendirilmesi değil midir?.. Hükümetin ve cumhurbaşkanının olağanüstü yetkilerle donatılması bu yönetim felsefesi ve iktidar yapılanmasının eseridir.

Peki bugün anayasada yapılan değişiklikler, faşizme özgü bu güç merkezileşmesini görece de olsa zayıflatıp dağıtıcı bir yön ve içerikte midir? Yooo, sadece gücü eskiden beri etkin olan devletçi Kemalist kastların elinden alıp hükümet ile cumhurbaşkanlarına aktarıyor. Yani yürütmenin elindeki gücü azaltmak yerine çoğaltıp daha fazla yoğunlaştırıyor. Bunun uygulamada hangi sonuçları beraberinde getireceğini görmek için, AKP’nin demokrasi konusundaki sicili ve genel pratiğine kadar gitmeye de gerek yok. Sadece YÖK pratiğine bakmak yeterli.

AKP ve temsil ettiği sermaye kesimleri düne kadar YÖK’un amansız bir muhalifi pozundaydılar. Bu 12 Eylül kurumunu ilk fırsatta ortadan kaldırmaktan söz ediyorlardı. Ama ne zaman yetki kendi ellerine geçti, cumhurbaşkanı da YÖK başkanı da kendilerinden oldu, üniversitesinde yapılan seçimlerde 3 oy alan adamı bile rektör olarak atamaya kalktılar. Bu anayasa değişiklikleri kesinleşecek olursa bu kez yargıda, en başta da HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nde aynı filmi göreceğiz. Benzer pervasızlıkta yürütülecek kadrolaşma girişimlerine tanık olacağız.

Meselenin özü nerede

Zaten bu anayasa değişikliklerinin “dam üstünde saksağan” bir zamanlamayla birdenbire gündeme getirilmesinin arkasından yatan siyasi dürtü ve amaç da bu. İşin altında ne cılız da olsa demokrasi arzusu ve yönelimi var ne de 12 Eylül faşizmiyle herhangi bir hesaplaşma niyeti. Sadece kapitalizmin temel yasalarından biri olan gelişmenin eşitsizliği yasasının işleyişinden kaynaklanan bir iktidar çekişmesi var. 12 Eylül faşizminin gölgesinde serpilip büyüyen, bitleri daha fazla kanlanan sermaye kesimleri, tekeleci burjuva devlet üzerindeki siyasi etkinlik ve gücün de ekonomik güçlerdeki bu artış ve azalışlara uygun olarak yeniden paylaştırılıp hakim konumların kendilerine bırakılmasını istiyorlar. AKP aracılığıyla bunun savaşımını yürütüyorlar. Son anayasa değişikliği de bu doğrultudaki talep ve zorlamaların bir devamı. Ağırlıklı olarak yargı üzerindeki denetim ve etkinliklerini güçlendirme amacıyla hazırlanmış değişiklikler bunlar. Tekelci sermayenin farklı kesimleri arasındaki bu iktidar dalaşmasını birileri bizlere hala “demokrasi uğruna bir savaşım” olarak yutturmaya çalışıyor.

“Evet”çiliğin tersyüz edilmiş hali

AKP karşısında “Hayır” cephesi kurmaya çalışan burjuva güçlerin derdi de demokrasi falan değildir. Onlar da ordunun ve Kemalist bürokrasinin etkin olduğu geleneksel iktidar ilişkileri ve yapılanmasının devamından yana gerici bir direniş içindeler. Ayrıca tarihsel bakımdan kaybedilmiş umutsuz bir davanın peşindeler. Rejimin bütün temel paradigmalarını yıkıp geleneksel yapılanma ve işleyişinin dikişlerini patlatan ekonomik, toplumsal ve kültürel dinamikleri tekrar eski cenderelerin içine tıkmak için debeleniyorlar. Dikkat edilirse, anayasa değişikliklerinin özünü oluşturan maddelerin çoğuna da muhalif değiller. Onlarınki sadece AKP’ye karşı muhalefet. “Hayır” kampanyaları bu temelde yükseliyor. Bu yüzden zaten AKP ile aynı düzeysizlikte, içeriksiz bir demagojik söylem yarısının ötesine geçemiyorlar.

Hayır” demeyi savunan sol güçlerin gerekçeleri de öz olarak “AKP karşıtlığı” temelinde yükselip onunla sınırlıdır. “Yetmez ama evet…” demeyi savunan AKP kuyrukçusu tükenmiş solculuk bu kuyrukçuluğunu nasıl “demokratlık” etiketiyle sarmalayıp realize etmeye çalışıyorsa, AKP karşıtlığı ile sınırlı, asıl olarak bu temelde yükselen bir “Hayır” savunuculuğu da bunu tersten yapıyor. Sonuçta her ikisi de tekelci sermayenin farklı kesimlerinin “demokrasinden yana” olabilecekleri yanılsamasını körüklemekte ortaklaşıp sadece bunlardan farklı kanatların değirmenine şu taşıma noktasında birbirlerinden ayrılıyorlar. Bizleri de bu temelde saf tutmaya çağırıyorlar.

Her iki cepheden de bağımsız bir duruş: BOYKOT

Hayır” cephesinin de “yetmez ama evet…” demenin ters kutuptaki yansıması olduğunu, onların “boykot” tutumuna yönelttikleri eleştiriden de görmek mümkün. Tekelci burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki iktidar çekişmesinde taraflardan herhangi birinin kuyruğuna takılıp erimek yerine işçi sınıfı ve emekçi kitleleri net bir bağımsız duruş sergilemeye çağıran “Boykot” tutumu, AKP yalakası liberallere göre “12 Eylülcülerle aynı zemine düşmek”; “Hayır” yanlılarına göre ise “utangaç bir AKP destekçiliği”. Şu yakıştırmalar bile aslında her iki cephenin de demokrasi konusundaki burjuva liberal yanılsamalarından besleniyor, bu yanılsama temelinde günümüzde sermayenin en azından bazı kesimlerinin hala demokrasiden yana bir tutum içinde olabileceğine ilişkin ham hayaller üzerinde yükselen kuyrukçuluklarını ele veriyor.

Hayır”cı cephe içinden bazıları o kadar işgüzar bir “boykot karşıtlığı” içindeler ki, adını uzun zamandır anmadıkları Lenin‘i bile bu sayede hatırladılar. Onun ünlü “Boykota Karşı” makalesi şu sıralar hepsinin gözdesi. Lenin’in o makalede bugünkü referandum gibi tekil bir konuya ilişkin siyasi tutum-duruş sorununu değil başta parlamento olmak üzere emekçi yığınların gözünde siyaseten ömrünü hala doldurmamış burjuva kurumlar içinde çalışmayı reddedip etmeme sorununu tartıştığının ayırdında olmaksızın ondan yaptıkları alıntılarla “boykot” tutumunu mahkum etmeye soyunuyorlar.

Bu konuda geliştirdikleri temel gerekçe ise “solun bu kadar cılız ve etkisiz olduğu bugünkü koşullarda anlamlı bir boykot oranının tutturulamayacağı”. Bu tezle onlar kendi güçlerine güvensizliğin teorisini yapıyorlar, “Hayır” cephesinde yer alırken esas olarak burjuva muhalefetin CHP ve MHP kanatlarının alacakları oylara güvenip buna yedeklendiklerini itiraf etmiş oluyorlar.

Daha fazlası

İlgili

Close