POLEMİK
Ölüm Orucu Değerlendirmesi (IV)
Sonuçları ağır olan politik körleşme ve sektarizmin gerisinde yatan dar grupçu hesaplar…
“Yalnız bırakılma” değil ama ortada çok vahim ve sonuçları gerçekten çok ağır olan ciddi hesap hataları vardı. Bunlardan birincisi, diğer devrimci güçlerin de yaratılan emrivakiyi ister istemez izlemek zorunda kalacakları beklentisiydi. Bu zaten sol tasfiyeciliğin, özellikle de DHKP-C’nin cezaevlerinde siyaset yapma tarzı ve kültürünün karakteristik özelliklerinden biri halini almıştı. Bu nedenle, “yalnız bırakıldık” iftirası, esasında bu beklentinin gerçekleşmemiş olmasından ileri gelen hayal kırıklığının dışavurumundan başka bir şey değildir.
Fakat sol tasfiyecilik asıl vahim hatayı, direnişin olası süresi ve sonucu üzerine kurduğu hesapları konusunda işledi. Onların hesabına göre bu direniş, olsa olsa 3-4 ay içinde, belki 20-25 şehit verilerek ama mutlaka belli kazanımlarla biterdi; o zaman kim daha çabuk harekete geçerse yıllarca kullanabileceği bir politik propaganda malzemesi elde ederdi!!! Günler hatta saatler içinde keskin zigzaglar çizerek bir araya gelen sol tasfiyeci “Üçlü Blok”u doğuran da, onları sorumsuz ve bölücü bir tutumla erken ve zamansız bir çıkışa yönelten de, 19 Aralık Katliamı öncesi ve sonrasında sergiledikleri devrimci mantık ve öngörüden yoksun tutumlarının da belirleyici nedeni asıl bu hesaptır. Kendi özgül durumlarına bağlı olarak herbirinde farklı yönler ağır basmakla birlikte, onların bütün adımlarına bu dargrupçu çıkar hesabı yön vermiştir.
DHKP-C o kesitte, PKK’nin de tasfiyesi ve teslimiyete yönelmesinin ortaya çıkardığı boşluğu doldurabilecek “tek alternatif güç” olduğu izlenimini yaratacak etkileyici ve sonuç alıcı bir çıkış yapma ihtiyacı duymaktaydı. O bunu önce, PKK’nin teslimiyetçi yönelimlerinin eleştirisi sırasında zaman zaman şovenizmle sınırların belirsizleştiği tutumlar sergileyebilecek kadar keskin bir husumet siyaseti izleyerek başarmayı denedi; ama bunun tutmadığını, hatta giderek ters teptiğini görünce bu kez yeni arayışlara yöneldi. Fakat bunu o sıralar dışarda yapabilecek durumda da değildi. Koyu halkçı reformist bir öze sahip olmaları da bir yana “Halk Meclisleri” denemeleri, “Halk Anayasası” kampanyaları tutmamıştı; ‘99 başlarında peşpeşe giriştiği roketli saldırıların arkasını da yediği darbeler nedeniyle getirememişti; bazı yörelerle sınırlı kalmanın ötesine zaten geçememiş olan kır gerilla birliklerinin varlıklarını sürdürüp sürdürmedikleri dahi belirsizdi; legal alandaki mevcut örgütlenmelerinin bile sesi soluğu fazla duyulmuyordu… Bu durumda geriye önemli bir gücünün bulunduğu cezaevleri kalıyordu (ÖO’na başlarken kendilerinin açıkladıkları rakamlara göre o dönemde cezaevlerinde altıyüz kırk civarında DHKP-C tutsağı vardı).
“PKK’den doğan boşluğu doldurabilecek tek devrimci güç” izlenimi yaratacak ‘etkileyici’ bir çıkış yapma ihtiyacı ve arayışı, o noktadan itibaren ‘cezaevlerine dayalı bir çıkış‘ ihtiyacı ve yönelimi biçimine büründü. Zaten gündemde hücre tipi saldırısı vardı. Üstelik bütün devrimci, demokrat güçlerin elbirliğiyle harcadıkları çabalar başta olmak üzere bir dizi etkene bağlı olarak bu konuda kamuoyunda belirgin bir duyarlılık ve sahiplenme ortaya çıkmıştı. DHKP-C’nin geleneksel mantığına göre, ‘kim daha erken davranıp harekete geçerse‘, geçmiştekilere kıyasla belki biraz daha uzun sürüp biraz daha yüksek bedeller ödenecek olsa bile, bu koşullarda kazanılacağı kesin olan başarının politik ve moral rüzgarını da arkasına alırdı. Faşizmin sadece DHKP-C’yi değil, o da içinde olmak üzere TDH’ni tasfiyeyi amaçlayan saldırısına karşı sol tasfiyeci bir çizginin başını çeken DHKP-C’nin bütün adımlarına ve davranışlarına, işte bu küçük burjuva “benmerkezci” dar grupçu hesap yön verdi.
Devrimci-demokrat kamuoyunun duyduğu ya da tanık olduğu zaman aklının ve havsalasının almadığı, direnişin gerçekte hangi amaçlar için yapıldığının sorgulanır hale gelmesinden zaten yetersiz olan destek güçlerinin de “kararlı direnişçilik” adına eritilip soğutulmasına varana kadar sergilenen akılalmaz tutumların nedeni, temelde yatan bu hesap ışığında değerlendirildiği zaman ‘anlaşılır’ hale gelir.
Bir kadro kuşağının cezaevlerinde ve dışarda sergiledikleri kitlesel yiğitliğe, katlanılan acılar ve yapılan fedakarlıkların büyüklüğüne, ödenen bedellerin yüksekliğine karşın bu görkemli direnişin çıkmaza ve yenilgiye sürüklenmesinin tarihsel vebalini omuzunda taşıyan “Üçlü Blok”un diğer bileşenleri de, temelde aynı parsa toplama hesabı içindeydiler. Onların tek farkı, özgül konumlarının ve çaplarının farklılığından dolayı güttükleri dargrupçu hesapların da daha küçük ve sınırlı oluşuydu.
Bunlardan bugün adını MKP olarak değiştirmiş olan TKP(ML), o zamanlar da zaten ciddi bir siyasal ve örgütsel sıkışma ve bunalım içindeydi. Mücadele anlayışının temel gereği olarak benimsediği gerilla faaliyetlerinde kayda değer bir varlık gösteremiyordu. Bu zayıflığını giderebilmek için, bir ara PKK’ye yaslanmaya çalıştı. İmralı teslimiyetçiliğinin ayyuka çıktığı kesitte bile hala onun kuyruğundan kopamayan iki örgütten biriydi. Kendi istek ve çabalarına rağmen bu kapının da kapanması üzerine, bu kez geçmişte ayrıldığı ve demediğini bırakmadığı TKP/ML ile tekrar birleşme arayışına girdi. Oradan da aradığını bulamadı. Bu arada içinde örgütlenmiş bir ajan şebekesinin açığa çıkmasının şokunu ve güven bunalımını yaşamaya başladı. Bütün bu sıkışma ve bunalımlarını devrimci bir tarzda aşabilecek teorik, siyasal ve örgütsel bir birikim ve dinamiklere de yeterince sahip değildi. Onun için de geriye, cezaevlerinden yapılacak bir çıkıştan başka tutunabileceği bir dal yoktu. Örgüt olarak içinde bulundukları siyasal-moral ruh hali açısından cezaevlerindeki güçlerinin de esasında pek ‘dayanılacak‘ durumda olmadıklarının kendileri de farkındaydılar. 7 Eylül 2000 gecesi yaptığımız resmi görüşme sırasında bunu kendileri de itiraf ettiler. Fakat buna rağmen, daha farklı ve devrimci bir çözüm üretebilecek durumda olmadıkları için, direnişe de çok büyük zararlar veren bir ‘kumar oynama’ yolunu seçtiler. Üstüne üstlük, direniş sürecinin çoğu kritik aşamasında, bir taraftan “boynuz kulağı geçer” misali “kraldan fazla kralcı” keskin yaklaşımlar sergilerken diğer taraftan da tutarsızlıklarla dolu berbat bir pratiğin sahibi oldular. Şimdilerde de kalkmış, bu direnişin çapına ve büyüklüğüne dahi sığmayan ciddiyetsiz bir tutumla, “şuna değdi, buna değmedi” misali “şu doğruydu ama şu yanlıştı” şeklinde 4-5 sayfalık bir “Genel Yorum”la koca bir sürecin üzerinden atlamaya çalışıyorlar.
Bu cepheye son anda eklemlenen TKİP’e gelince, TDKP oportünizminden 1980′lerin sonunda ancak kopabilen ve entelektüel bir sosyalizm savunuculuğu dışında bugüne dek anlamlı bir devrimci icraatına pek tanık olunmayan bu çevrenin bir ‘tarihe‘ ve ‘tarihi başarı’ya ihtiyacı vardı. Sol tasfiyeciliğin tarihsel sorumluluğuna ortak olmanın dışında, direniş süreci boyunca ne siyaseten ne de pratik olarak esamisi dahi okunmadığı için üzerinde daha fazla durmak anlamsız ve gereksizdir.
Dar grupçu küçük hesaplar hangi yıkıcı sonuçları doğurdu
Faşizmin hücre tipi saldırısına karşı tümüyle haklı ve meşru bir direniş sürecini ‘erken ve mutlak bir zafer‘ beklentisiyle dargrupçu parsa toplama heveslerinin basamağı haline getirme yönelimi, sonuçları çok ağır olan korkunç bir politik körleşme ve sektarizmi de beraberinde getirdi.
Bu ilk önce, sorumsuz bölücü bir tutumla erken ve zamansız bir çıkışa sürükledi onları.
İkincisi, en kritik evrede, sadece ÖO’nun yaratmadığı ama ÖO’na başlanmış olmasının da kuşkusuz belli bir ivme kazandırdığı kamuoyundaki duyarlılığın artışına bağlı olarak, bu kez bir ‘baş dönmesi‘ ortaya çıkardı. Bu baş dönmesi, o kesitte devreye giren arabulucu heyetleriyle yapılan görüşmeler sırasında direnişin gerçek amaçları ve ciddiyeti konusunda kafalarda soru işaretleri yaratacak tutumlar sergilenmesine neden olmakla kalmadı; en olmayacak zamanda bir çevik kuvvet otobüsünün taranması, ÖO eylemcilerinin açıklandığı toplantıların video kasetlerinin televizyonlara verilmesi gibi önü arkası düşünülmemiş eylemlerle devletin cezaevlerine yönelik genel bir operasyon düzenleyebilmek için gökte aradığı görece uygun fırsatlar yerde sunuldu.
Bu arada, devredeki aracıların yaptıkları bütün uyarılara rağmen, devletin genel bir operasyona girişebileceği ihtimali, aynı körlük ve baş dönmesi nedeniyle ciddiye alınmadı; o operasyonun önünü en azından o kesitte kesecek, kesemese bile 19 Aralık sonrasında olduğu gibi devrimcilerin değil devletin daha fazla sorgulanmasına zemin hazırlayacak bir taktik manevra yeteneği gösterilmediği gibi arabulucular tarafından kendilerine ‘kesin’ bir istihbarat olarak iletilen bu olasılıktan diğer devrimci örgütleri haberdar dahi etmediler.
19 Aralık Katliamı ile devlet, hücre tipi saldırısını yaşama geçirme sırasında baştan beri kendisini en fazla düşündüren ve en fazla zorlanacağını düşündüğü eşiği, muhtemelen kendisinin bile umduğundan daha kolay aştı ve devrimci siyasi tutsakları “F tipleri”ne nakletmeyi başardı. Bu, koşulları ve dengeleri bizim aleyhimize değiştiren bir gelişmeydi. Faşizmin meşrebine uygun olarak gerçekleştirdiği bu alçakça katliam, kamuoyunda doğru dürüst bir tepki dahi yaratmadı. Bu korkunç tepkisizliği sadece “kamuoyunun duyarsızlığına”, “aydınların korkaklığına”, “demokratik güçlerin ve örgütlerin sorumsuzluğuna” vb. bağlayıp onlara küfrederek açıklayamayız. Eleştiri sınırları içinde kalmak kaydıyla bunlarda belli bir haklılık payı vardır ama bu tepkisizliği doğuran başlıca nedenlerden birinin de o güne dek ve 19 Aralık Katliam günü sergilenen yanlış tutumlar olmadığını kimse inkar edemez.
Bunlardan asıl belirleyici olanların belli başlılarına şu ana kadar değindik. Bunlar kadar belirleyici olmasa da -zaten bunların da temelinde yatan politik körlüğün ve sorumsuzluğun sonuçlarından biri olarak ortaya çıkan- operasyon günü çeşitli cezaevlerinde gerçekleştirilen ‘kendini yakma‘ eylemlerini de bu yanlış tutumlar içerisinde saymak gerekir. Örgütleri tarafından alınan karar gereği hem devrimci iradenin ölüm korkutmacasıyla teslim alınamayacağını göstermek hem de daha fazla devrimcinin katledilmesinin önünü alabilmek için bedenlerini tutuşturmakta tereddüt göstermeyen bu yiğit devrimcilere duyduğumuz saygı sonsuzdur. Onlar, ‘örgüt adamı’ her devrimci militan gibi örgütleri tarafından alınan bir kararı büyük bir cesaret ve özveriyle yerine getirmişlerdir. Dolayısıyla bizim onlara en küçük bir serzenişimiz dahi yoktur ve olamaz! Bizim yanlış bulduğumuz ve eleştirdiğimiz nokta, önceden alındığı anlaşılan bu ortak karar ve onun arkasında yatan korkunç öngörüsüzlüktür. Kimse, şehitlerin sergiledigi yiğitliğin arkasına saklanarak bu kararın yanlışlığını ve onun arkasında yatan politik öngörüsüzlüğü gizleyemez!
Faşizmin hücre tipi saldırısının stratejik amacını ve onun öncekilerden farkını “aylar öncesinden doğru çözümlediklerini” iddia etmeyi hala sürdürenler, devletin bu amaçla zaten katliamı göze alarak girişeceği bir operasyonun önünün, bazı kadroların kendilerini feda etmeleriyle alınabileceğini nasıl düşünebildiler? Aklı başında bir tahlil yeteneğinden de vazgeçtik, hücre tipi saldırısının stratejistlerinden faşist katliamcı elebaşı, zamanın Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü‘nün, 2000 Temmuz‘unda, içlerinde avukatların da yer aldığı bir heyetle yaptığı bir görüşme sırasında, “Girişeceğimiz bir operasyonda 25-30 kişinin ölebileceğini düşünüyoruz ama bunu göze aldık” diye sayı dahi verdiği bilinirken, bir operasyon başladıktan sonra onun artık bu biçimde eylemlerle durdurulamayacağı, bunun sadece devlete katliamın çapını ve işlediği vahşetin boyutlarını perdeleme olanağını sunacağı nasıl öngörülemez? Zaten 19 Aralık gibi bir katliam yaşandığı halde, hiç olmazsa ‘96 SAG-ÖO Direnişi‘nin son günlerinde Sultanahmet’te yapılan 10 bin kişilik gösteri gibi gösterilerin yapılması bir yana, daha önce hücre karşıtı eylem ve gösterilere katılan binlerin bile tepkisiz kalmalarında, devletin bu eylemlerin görüntüleri eşliğinde, “Biz öldürmedik, onlar kendilerini yaktılar” demagojisinin etkili olmadığını söyleyebilir misiniz?
O günkü TKP(ML) bugünkü MKP, omuzlarındaki vebalin büyüklüğüyle ters orantılı olarak o sürecin değerlendirmesini çalakalem geçiştirmeye çalıştığı “Genel Yorum”unda, bu kararı nihayet bugün, “…yanlış, hatalı, geleceği göremeyen ciddiyetsiz ve sorumsuz (bir) yaklaşım” olarak niteliyor. (Sınıf Teorisi, 2. sayı, Haziran-Temmuz 2003) Sizin “yanlış ve hatalı, ciddiyetsiz ve sorumsuz” yaklaşım ve tutumlarınız, keşke sırf bundan (ve dil ucuyla da olsa itiraf etmek mecburiyetinde kaldığınız diğerlerinden) ibaret olsaydı! İnsanın kanını donduran ve isyan ettiren asıl korkunç itiraf, bunun ardından geliyor: TKP(ML) ve DHKP-C tarafından önceden alınıp bütün cezaevlerine iletildiği anlaşılan bu kararı, TKP(ML) direnişçilerinden sadece Bursa’da Ali İhsan ÖZKAN adındaki devrimci uyguladı. MKP, “Genel Yorum”unda şimdi bunu, “…bağlantı kopukluklarının da payıyla” ortaya çıkan -belli ki ‘istenmedik’- bir sonuç olarak niteliyor. Anlaşılan diğer cezaevleri önceden uyarılmış, bu kararın lafta alındığı ama pratikte uygulanmayacağı haberi oralara önceden gitmiş. O zaman sormak gerekiyor: Devrimci kadroların hayatı bu kadar ucuz mu? Onların ölümüne dayalı kararları alırken, siz nasıl bu kadar “ciddiyetsiz ve sorumsuz” davranabildiniz? Arkadan “uygulanmayacak” haberlerini gönderdiğiniz anlaşılan kararları siz neden, hangi düşünce ve hesaplarla neden alıyordunuz? Ortağınız DHKP-C bu konuda şimdi size haklı olarak, “Siz bu kararı ‘blöf’ olsun diye mi aldınız? Bu nasıl bir siyaset, nasıl bir ittifak, nasıl bir dostluk anlayışı? Yarın sizinle ortak bir karara imza atanlar, ‘ya bunlar blöf yapıyorsa, kararın gereğini yerine getirmezlerse…’ diye mi düşünmeli?” (Ekmek ve Adalet, 72. Sayı, 10 Ağustos 2003) diye soruyor.
DHKP-C eski müttefikine bugün bunları soruyor ama, devrimci tutarlılık ve dürüstlük konusunda kendi sicilinin ‘temiz‘ olduğunu iddia edemez. Dar grupçu hesaplarla 8 gün içinde nasıl keskin bir zigzag çizip eyleme “tek başlarına da kalsalar başlama” kararı aldığı biliniyor. Bunun dışında;
İçerde ve dışarda hücre tipine karşı mücadelenin “F tipleri kapatılsın!” temel talebi ekseninde yükselmeye ve genişlemeye devam ettiği bir kesitte (ÖO’na başlamadan önce, 2000 Eylül sonu) -içerdiği başka gaflar bir yana- “12 kişinin bir araya gelebileceği koşulların yaratıldığı” bir uygulamanın kabul edileceğinin satır aralarına sokuşturulduğu bir “Program” taslağı kaleme almamışlar mıdır? Aile örgütlenmelerinin o kesitte düzenlediği bir kurultayda, bu yönde bir “çözüm” önerisi karar haline getirilip dünya aleme ilan edilmemiş midir?
19 Aralık öncesi arabulucu heyetler aracılığıyla yürüttükleri görüşmeler sırasında da bu temelde bir ‘çözüm’ üzerine pazarlık yürütmekle kalmayıp bu temelde bir ‘çözüme’ kendi adlarına “evet” dememişler midir?
Gerek aile heyetlerinin 19 Aralık sonrası yaptıkları temaslar sırasında, gerekse 2001 Mayıs sonlarında Avrupa Parlamentosu’ndan gelecek bir heyete onlar adına iletilen bir mektupta “iç ve dış tecrit ve izolasyonu ortadan kaldıracak adımların atıldığı bir çözüme” razı olduklarını belirtirlerken, cezaevlerinde ve yayın organlarında “F tipleri kapatılıp gelinen cezaevlerine geri dönülmesi” talebini içermeyen hiçbir çözümü kabul etmeyecekleri keskinliğini sergilemeyi sürdürmemişler midir?
Dışarda ÖO’nun sürdürüldüğü Küçük Armutlu‘daki evlerden birinde, esasında ÖO’na son verildiğini bütün kamuoyu, polisin yaptığı bir operasyon sonucu televizyonlarda da yayınlanan görüntülerden sonra yapılan açıklamalardan öğrenmemiş midir?
Kısacası, siyasette dürüstlük ve açıklık, söz ile eylemin tutarlılığı, devrimci ciddiyet ve sorumluluk konularında ne TKP(ML)’nin yaptıkları bugün kendilerinin de itiraf ettikleri bu örnekle sınırlıdır, ne de DHKP-C’nin kendisi de bu konuda sütten çıkmış ak kaşıktır!
Güttükleri dar grupçu küçük hesaplar yüzünden kendi kendilerini de büyük açmazlara sürükleyen sol tasfiyecilerin körlüğü, 19 Aralık Katliamı’nın arkasından da sürdü. En önemli kozlarımızdan birini yitirip sonuçta “F tipleri”ne nakledildiğimiz halde, onlar hala ve aylarca, “F tiplerinde mimari değişikliği ve getirildiğimiz cezaevlerine geri götürülmemizi içermeyen hiçbir çözüm kabul edilemez” şeklinde bir yaklaşımda ısrar ediyorlardı. Bu arada asıl önemlisi, direnişin gerçek nedeni ve hedefleri konusunda kamuoyunun kafasında zaten büyümüş olan soru işaretlerini ve bundan kaynaklanan tereddütleri yoğunlaştıran dar grupçu keskinliklerin dozunu artırdılar. Özellikle de DHKP-C yaptı bunu.
Hücre tipi saldırısına karşı direnişin nedeni ve temel talepleri konusunda da baştan itibaren çeşitli zigzaglarla DHKP-C, devletin, “Bunların amacı tecrit ve izolasyona karşı çıkmak değil. Bunlar ideolojik amaçların peşinde koşuyorlar, örgütlerinin propagandasını yapmaya çalışıyorlar” demagojilerinin etkili olmasına çanak tutan bir tutum izledi. O dönemde yaptıkları açıklamalar ve yayın organları incelenecek olursa, DHKP-C’nin başlangıçta, “TMY’nin bütünüyle iptalini” merkeze koyan bir propaganda yürüttüğü görülür. Kısa bir süre içinde buna, “DGM’lerin kaldırılması” talebi de eklendi. 19 Aralık Katliamı’nı izleyen dönemde bu kez, “F tipleri kapatılsın, getirildiğimiz cezaevlerine geri götürülme” talebi merkezi bir talep olarak öne çıkarıldı. Kemal Derviş‘in IMF patentli “ekonomik reformları”nın gündeme geldiği Mart-Nisan 2001 aylarında, ÖO’nun hedefleri arasına bu kez “IMF ve IMF reçeteleri” de girdi. 2001 Haziran’ı başında Avrupa Parlamentosu’ndan gelen bir heyetle DHKP-C’nin Kandıra Cezaevi‘nde bulunan temsilcisi arasında yapılan bir görüşmede, bu kez de, “direnişin, ABD’nin yanı sıra AB emperyalizmine karşı da yürütülen bir savaş olduğu” temelinde propaganda konuşmaları yapıldı.
Hem 19 Aralık öncesinde hem 19 Aralık sonrasında pratikte bununla çelişen ‘çözüm’ arayışlarından da geri kalınmadığını bir tarafa bırakalım; ÖO Direnişi’ni adeta “her şey için” yapılan, gündemdeki bütün siyasal ve toplumsal sorunları çözmek amacıyla çekilen “İskender’in kılıcı” görünümüne sokan bu dar grupçu siyaset anlayışı, direnişin amacı ve sürdürülüşünün nedenleri konusundaki soru işaretlerini ve tereddütleri yoğunlaştırmakla kalmadı; 2001 Nisan’ında ortaya çıkan bir çözüm şansının kaçırılması başta olmak üzere, dünya çapında tanınmış yazarlar ve sanatçılar da içinde olmak üzere çok sayıda aydının, sanatçının, gazetecinin, büyük kitle örgütlerinin, uluslararası bazı kurum ve isimlerin ‘iç ve dış tecrit ve izolasyonun ortadan kaldırılması‘ temelinde bir çözümden yana devreye girip çaba harcamalarını engelleyen en büyük etkenlerden biri oldu. Bunların neredeyse hepsi, neredeyse tıpatıp aynı cümlelerle: “Bu direnişin gerçek nedeni ve amaçları konusunda kuşkuluyuz; belli bir örgütün propagandasına alet olmak istemiyoruz; ayrıca bizler devreye girdiğimiz zaman olmayacak siyasal taleplerin öne sürüldüğü bir ‘katılaşma’ sergilendiğini görüyoruz…” diyerek direnişle aralarına mesafe koydular.
Fakat DHKP-C bu direnişe belki de en büyük zararı, kendisi dışında kalan hemen herkese karşı saygısız ve seviyesiz bir saldırganlık sergileyerek verdi. Başlangıçta, hatta uzunca bir süre direnişi sahiplenen gazetecileri, aydınları, sanatçıları dahi direnişten soğutup uzaklaştırdı onların bu sekter tutumları.
Özellikle de 19 Aralık sonrası süreçte, kendi direnişçileri ve şehitlerinin aileleri ile diğer devrimci örgütlerin ÖO direnişçisi gazileri de dahil DHKP-C gibi düşünüp, DHKP-C’nin istediği gibi hareket etmeyen neredeyse herkese “hain”, “satılmış”, “korkak”, vb. vb. yaftaları yapıştırdı. Başlangıçta sahip olduğu destekleri büyütmek şurada dursun, sahip olduğu kadarını dahi büyük bir sorumsuzlukla kendi elleriyle dağıtıp eriten böyle bir eylem anlayışının dünya tarihinde başka bir örneğinin bulunamayacağını daha önce de vurgulamıştık. Buna ek olarak, kendisinin seçerek belirlediği eylemcilerinin içinden bile ‘kahramanlar‘dan daha çok -kendisinin nitelemesiyle- ‘hain‘ çıkaran başka bir ciddi örgüt örneği de yoktur herhalde!
Mantığını ve soğukkanlılığını bu denli kaybederek kendinden geçen bir anlayışın zararı sadece kendisine olsa, onu, önce “hain” ilan ettiklerine daha sonra kucak açarak sahiplenmesi gibi tutarsızlıklarıyla başbaşa bırakır geçersiniz. Fakat bunun, bu kadar ağır bedellerin ödendiği bir direnişi bu denli yalnızlaştırıp desteksiz bırakmasının üzerinden aynı rahatlıkla geçemezsiniz. Yaptığı bütün demagojilere, aileler başta olmak üzere destek güçlerine karşı da uyguladığı bütün saldırganlığa ve baskılara rağmen devletin bile başaramadığı ve asla da başaramayacağı bu denli büyük bir yalnızlaştırmayı asıl işte bu sorumsuz tutumlar başarmıştır!!!
DHKP-C’nin kendini bu kadar kaybetmesinde, kendini dünyanın merkezi olarak gören küçük burjuvazinin hastalıklı kafa yapısı ve siyaset anlayışının büyük payı vardır. Fakat o asıl olarak, “Dimyat’a pirince gitme…” hesapları yaparken hiç ummadığı ve hazır olmadığı sonuçlarla karşılaşmanın yarattığı şok ve öfke nedeniyle kendini bu denli kaybetmiştir. (sürecek)