POLEMİK

Ölüm Orucu Değerlendirmesi (V)

O kesitte 19 Aralık Katliamı’nı önleme, en azından bahanesiz bırakıp boşluğa düşürme olanağı vardı

ÖO Değerlendirmesi (V)

19 Aralık Katliamı, sürecin dönüm noktasıdır. Aileler başta olmak üzere devrimci-demokrat kamuoyunda bu katliama ilişkin olarak hala sorulan en büyük soru, bu katliamın önünü alma olanağının o kesitte olup olmadığıdır.

Bize göre o olanak o günün koşullarında vardı. Fakat dar grupçu hesaplarla körlemesine bir gidiş içinde olan, bu arada arabulucu heyetler tarafından defalarca uyarıldıkları halde devletin bu çapta bir saldırıya girişebileceğine hiç ihtimal vermeyen sol tasfiyecilik, ortaya çıkan yeni imkanları da değerlendirecek akılcı bir manevra ile bu katliam girişimini en azından baştan büyük bir boşluğa düşürecek taktik önderlik yeteneğini gösteremedi.

Kamuoyunun artan baskısı ve devreye giren arabulucu heyetlerinin çabaları sonucu, dönemin Adalet Bakanı, 11 Aralık günü dünya alemin önünde, “Toplumsal mutabakat sağlanmadan, demokratik kuruluşların da kabul edip onaylayacakları düzenlemeleri yapana kadar F tipi cezaevlerini açmayacağız” diye bir demeç verdi. İşte hiç olmazsa bu demecin ardından, bu konuda barolar, TTB, İHD, TMMOB ve aile örgütlenmelerinin onayının esas alınacağı da vurgulanarak, verilen sözlerin tutulup tutulmayacağını görmek üzere ÖO eylemine ara verildiği/eylemin askıya alındığı kamuoyuna deklare edilebilirdi.

Böyle bir manevra yapılacak olunsaydı şayet, bu, en başta sözü edilen demokratik kuruluşları kurumsal olarak sorunun daha dolaysız ve daha kararlı muhatabı ve takipçisi konumuna getirirdi. Bu aynı zamanda, diğer demokratik güçler ve kamuoyunun duyarlılık ve sahiplenmesine de büyük katkı sağlardı. Verilen sözler tutulmayacak olursa anında eyleme yeniden başlama imkanı zaten elde olacağı gibi, bu kez daha geniş bir birlikteliği tekrar sağlama imkanı da doğardı. Üstelik bu durumda, eylemin seyri konusunda, sol tasfiyecilerin kendi ailelerinin dahi kafasındaki soru işaretleri ve kuşkular giderilmiş olurdu.

Böyle bir manevranın o kesitte düşünülebilecek belki tek handikabı, güçlere ara verdirip bir süre sonra tekrar başlatmak zorunda kalınmasının yaratacağı sorunlar olabilirdi. Fakat kazandıracaklarının yanında daha tali bir sorun olmasının dışında, bunu çeşitli biçimlerde gidermenin yolları bulunabilirdi.

Devlet buna rağmen operasyona kalkışacak olursa, en başta, “Hayata Dönüş” adını verdiği 19 Aralık saldırısının en büyük dayanağı ve gerekçesi ortadan kalkacaktı. “Kansız bir çözüm bulabilmek için elinden geleni yaptığı halde, eylemcilerin uzlaşmaz tutumları nedeniyle kendisine başka bir yol bırakılmadığı” demagojisini yapma zeminini asla bulamayacaktı. Ve nihayet, bütün dünyayı aldatarak böyle bir katliama yine de giriştiği için karşılaşacağı tepkiler herhalde kesinlikle daha fazla ve daha büyük olurdu. O durumda hiç kimse artık, “ÖO gibi bir eylem biçiminden başka yollar yok muydu, istense bulunamaz mıydı?” türünden sorgulamalar nedeniyle tereddütlü ve kayıtsız tutumlar sergileyemezdi.

Fakat sol tasfiyeciler, bu basit gerçekleri bile görebilecek durumda değildiler. Ölümlerin yaşanmasını istemeyen, özellikle de devletin bir operasyona girişmesinden korkan kamuoyunun soruna ‘barışçıl bir çözüm’ bulunması yönündeki baskılarının göreli artışıyla, arabulucu heyetlerinin devreye girmiş olması, onların başlarını döndürmüştü. Bu basıncın, aynı zamanda devrimcilerden de ‘uzlaşmacı bir tutum’ sergileme beklentisini içerdiğini, daha da önemlisi, “F tipleri sorununun görüşmeler yoluyla da çözümlenebileceği” yanılsamalarını güçlendirdiğini göremediler. Çünkü artık “F tipi” saldırısının özünü oluşturan ‘tecrit ve izolasyon politikası’nın bütünden sorgulanmasının yerini, “koğuş sistemi mi yoksa ‘oda’ sistemi mi?”, “bunlar hücre mi yoksa oda mı?”, “kaç kişi bir araya getirilecek olursa bu tecrit olmaktan çıkar?” vb. tartışmaları almıştı. Kısacası, katı bir tecrite dayalı “ıslah (tretman)” politikalarını yaşama geçirmenin peşinde olan devletin asıl bu amaç ve yöneliminin bütün unsurlarıyla sorgulanmasının yerini, sorunu dar bir “mekan ve sayı” sorununa indirgeyen yaklaşımlar almıştı. Bu da beraberinde, “9 ya da 12, 12 değil de 18 olup olmaması bu kadar önemli mi? Bu kadarcık bir fark için ölmeye değer mi?” sorularının eşliğinde, hem biçim olarak bir ÖO eylemine başvurulmasının zorunlu olup olmadığının, hem de o kesitte ÖO’nu sürdürmekte ısrarın daha fazla sorgulanmaya başlanmasını getirdi.

Lafa geldi mi ‘en keskin’ görünmeye özel bir önem veren sol tasfiyeciler, özellikle de DHKP-C, daha eyleme bile başlamadan önce, “F tipleri sorunu“nun bu şekilde darlaştırılmasına çanak tutan yaklaşımlar sergilemeye başladı. Eyleme başlama tarihinin bile muhtemelen ona endeksli olarak iki kere ertelendiği TAYAD Kurultayı’nda resmileştirilen temel programatik bir metnin satır aralarında, “12 kişinin bir araya gelebileceği koşulların yaratıldığı bir çözüm” önerisi dillendirildi (2000 Ekim başı) (*)

DHKP-C’nin bununla da yetinmeyip, 19 Aralık öncesi yapılan görüşmeler sırasında, “12 kişinin bir araya gelebileceği koşulların yaratıldığı” bir çözüme prensip olarak “evet” dediğini aylar sonra arabuluculardan öğrendik.

Burada bir parantez açarak şimdi kamuoyu -ve tarih- önünde soruyoruz:

Muhtemelen 10 Aralık 2000 gecesi, arabulucu heyetle yaptığınız görüşme sırasında, saatlerce süren pazarlıklar sonunda, “Adalet Bakanı’nın, ‘…12 kişinin bir araya gelebileceği koşulların yaratılacağına‘ dair kamuoyu önünde söz vermesi durumunda ÖO eylemini bitirmeyi” önce kabul ettiniz mi etmediniz mi? Bunun üzerine heyette yer alan bir milletvekilinin, telefonla konuştuğu Bakanı, sizin istediğiniz cümlelerle olmasa da bu içerikte bir demeç vermeye ikna ettiği haberini getirdiği sırada, “Eylemdeki iki örgüt olarak aramızda bir kez daha değerlendirme yaptık; ortağımız 18’den aşağı bir sayıyı kabul etmiyor” diyerek, yarım saat önce “evet” dediğiniz bir çözümden yarım saat sonra vazgeçtiniz mi geçmediniz mi?

Bu konudaki gerçekleri bütün ayrıntılarıyla ve dürüstçe kamuoyuna ve tarihe açıklamak zorundasınız!

Bunu da bir tarafa bırakalım, “12 kişinin bir araya gelme koşullarının yaratılacağı bir çözüm” önerisini, TAYAD Kurultayı ile birlikte siz zaten resmen ve alenen savunmaya başladınız. Üstelik o kesitte daha ÖO eylemine bile başlamamıştınız. Daha da önemlisi, hücre tipi saldırısına karşı içerde ve dışarda muhalefet, “F tipleri kapatılsın” temel talebi ve sloganı ekseninde gelişiyordu. Koşulların ve hareketin gelişme eğiliminin henüz lehimize olduğu öylesi bir kesitte bu temelde bir ‘çözümü’ ilk ortaya atan ve savunan bir yaklaşım sergilediğiniz halde, koşulların ve dengelerin aleyhimize döndüğü 19 Aralık sonrası süreçte bu temelde getirilen önerilere neden şiddetle karşı çıkıp önünü kesmeye çalıştınız?

O evreyi de izleyen sürecin arkasından, iş işten iyice geçtikten sonra, “üç kapı, üç kilit” önerisini siz de benimseyip savunmaya başladığınız halde, bundan aylar önce, Nisan-Mayıs 2001 aylarında, bizim, “üç kapı, üç kilit” formülünden çok daha kapsamlı taleplerin kabulü temelindeki çözüm arayışlarımızı ve bu temelde ortaya çıkan çözüm fırsatlarını neden sabote ettiniz?

Direnişin amacı ve hedefleri gibi en fazla tutarlılık gerektiren stratejik bir konuda, bu kadar büyük bir yalpalama ve birbiriyle bu kadar çelişen tutumlar sergilemenin direnişe nasıl büyük zararlar verdiğinin farkında olup olmadığınızı ise sizlere artık sormuyoruz.

2000 Aralık başında yaptığımız “ÖO’na ara verin” önerisi

Körlemesine bir gidiş içinde olan sol tasfiyecilerin, sadece “F tiplerine” karşı genel mücadeleye değil, kendi eylemlerine de zarar vermeye başlayan istikrarsız tutumlarının doğurduğu tehlikeler artmaya başlayınca, ahmakça saldırılarla karşılaşma riskini göze alarak onları bir kez daha uyarma gereğini duyduk. Bu uyarılarımızı 4 ARALIK 2000 tarihinde bir mektupla yazılı olarak kendilerine ilettik. Aşağıda bütününü aktaracağımız bu uzun mektubu, bilgilerinin olması için diğer tüm devrimci parti ve örgütlere de verdik:

2 Aralık 2000 tarihinde ilettiğiniz bir mektupla bizleri, sürmekte olan ÖO eyleminize katılmaya çağırıyorsunuz. Böyle bir çağrı ve ‘birliktelik’ arayışının gerektirdiği asgari samimiyet ve tutarlılıkla olduğu kadar aramızdaki görüş ve tutum farklılıklarının nedenleri ve bugünkü duruşumuza ilişkin gerçeklere saygı ile de bağdaşmayan üslup ve yaklaşımlarınızı, ÖO eylemine ve ÖO eylemcisi devrimcilere duyduğumuz saygıdan dolayı bugün için -ve eylem boyunca- görmezlikten gelerek, gelişmelerin son birkaç gündür aldığı yön ve olası bir ‘çözüm’ formülü üzerine duyduğumuz kaygıları bu vesile ile bir kez daha iletmek istiyoruz.

Faşizmin hücre tipi saldırısına karşı mücadelenin cezaevleri cephesinde sizlerle aramızda ortaya çıkan taktik tutum farklılığı, başlangıçta aslolarak ÖO eyleminin zamanlaması ile ittifaklar siyaseti ve birlik sorununa yaklaşımlarımızdaki farklılıktan kaynaklandı. Tabii ki bunun arka planında, sürecin gelişim yönünün değerlendirilmesindeki farklılıklarımızın yanında buna temel teşkil eden politik öngörüler ve politika yapma tarzındaki farklılıklarımız vd. bulunuyordu.

O kesitte sizler;

a) Kamuoyunda hücre karşıtı tepki ve trendin düşme eğilimi içine girdiğini ve bunun ancak içerden başlatılacak bir SAG-ÖO eylemi ile tekrar yükseltilebileceğini;

b) Büyük bir olasılıkla 29 Ekim’de çıkabilecek bir affın içerdeki mevcut örgütlülüğümüzü ve direnişi zayıflatacağını, dolayısıyla bundan önce harekete geçmemiz gerektiğini;

c) Adalet Bakanlığı’nın TMY’nin 16. Maddesi’ni değiştirmesinin yanı sıra bazı yasa değişikliklerini de yaptıktan sonra hücre tiplerine kolayca geçebileceğini belirterek, Kasım, en geç Aralık ayında Meclis’e geleceğine inandığınız bu değişiklikler gündeme geldiği sırada yaptırım gücüne 40’lı günlerinde ulaşacak bir ÖO eylemi içinde bulunmanın süreci lehimize etkilemek bakımından elimizdeki ‘tek koz’ olduğunu iddia ediyordunuz.

Bizse,

a) Dışarıdaki kamuoyu desteğinin düşmek ve zayıflamak bir yana, arada bazı göreli duraksamalar olsa bile, büyüme ve yükselme potansiyellerini taşımaya devam ettiğini ve gelişeceğini, hatta bunun yanı sıra işçi ve emekçi kitlelerin kendi sınıfsal ve kesimsel talepleri temelinde yeni eylem ve direnişlerinin de devreye girebileceğini, öte yandan kitle desteğini büyütmenin tek araç ve yönteminin içerde harekete geçmek, hele hele o gün için bir ÖO başlatmak olmadığını, içerde de açlık grevleri ve fiili direnişler içinde olmak üzere dışardaki hareketi büyütüp geliştirebilecek başka bir dizi araç ve yöntemin bulunduğunu,

b) 29 Ekim’de bir af çıkacağı öngörüsü başta olmak üzere, hemen harekete geçme düşüncesini dayandırdığınız öngörülerinizi sadece isabetsiz bulmakla kalmayıp, gözden kaçırdığınız başka gelişmelere bağlı olarak erken başlayacak bir SAG-ÖO’nun boşa düşme olasılığının yüksek olduğunu,

c) F-tipi politikasında kolaylıkla gerilemeyecek olan devletin, özellikle de erken, zamansız, içerde ve dışardaki güçlerini bugün olabilecek maksimum seviyeye çıkarmadan belirli güçlerle başlatılacak bir eylemi iyice yıpratıp çıkmaza sokabilmek için, öncelikle zaman kazanıcı birtakım manevralara girişeceğini, bunlar içinde en güçlü olasılıklardan birinin de kendi cephesinde yapmak istediği yasal ve fiziki hazırlıkların henüz bitmemiş olması gerekçesi ile ‘F tiplerine geçişin ayları bulabileceğini’ açıklayarak zaman kazanmak olacağını, devlet böyle bir manevraya başvuracak olursa henüz kimsenin F tiplerine götürülmediği bir durumda eylemin de bir sıkışma yaşayacağını, bu durumda destek güçleri ve kamuoyunda da eylemin bitirilmesi yönünde bir beklenti ve basıncın oluşacağı olasılığına dikkatlerinizi çekmiştik.

Ayrıca bunlara ek olarak;

d) Dışardaki hareketin büyütülmesi olanaklarını daha da güçlendirecek bir etken olarak içerdeki devrimci güçlerin -çekirdeğinde Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu bileşenleri olmak üzere- en geniş birlikteliğin sağlanıp korunmasının pratik, politik ve moral önemine ısrarla vurgu yaparak, temel güçler açısından bunun zaten büyük ölçüde yakalanmış olduğunu, diğerlerini de bunun etrafında birleştirme imkanlarının bulunduğunu belirtmiştik.

Bizim tüm bu görüş ve uyarılarımıza karşın kendi başınıza başlama kararında ısrarınız üzerine, devrimci sorumluluğumuz ve sürecin ancak devrimci güçlerin birlikte hareketiyle yarılabileceğine ilişkin inancımızdan ötürü son bir birliktelik önerisi olarak sizlere; ‘Harekete geçmekte acele etmeyip, F Tipleri ile ilgili yasa değişiklikleri meclise sevk edildiğinde birlikte SAG-ÖO’na başlayabileceğimiz’ önerisinde bulunduk. Ama sizler bunu da reddettiniz. Sadece bizi değil, bizim gibi bu süreçte saldırının cezaevleri cephesinde ancak merkezinde bir SAG ve ÖO eyleminin bulunduğu eylem biçimleriyle geri püskürtülebileceği görüşünde olan diğer devrimci dost güçlerin uyarı ve eğilimlerini de dikkate almadınız.

Şu an amacımız bunların uzun boylu tartışmasına girmek değil. Çünkü bugün böyle bir tartışmanın sırası ve zamanı değil. Bunun da zamanı elbette gelecek. Ancak bugün bu hatırlatmaları yapma ihtiyacı duymamızın nedeni, gelinen noktada, önceleri sürecin değerlendirilmesi ve zamanlama sorununa ilişkin ve bunlarla sınırlı görünen farklılıklarımıza yeni bir boyut daha eklenmesidir.

Hücre tipi mücadelesinin bugüne kadar herkesin üzerinde hemfikir göründüğü -en azından bununla çelişen aykırı bir görüşü açıkça dillendirme cesaretini gösteremediği- temel talebi (‘F tipleri kapatılsın…’) konusunda da sizlerle aramızda bir farklılık başgöstermiştir. ‘İnşa edilmekte olan F tipi binalarında kısmi tadilat yapılarak 12 kişinin -o da gündüzleri- birlikte yaşamasına imkan verecek bir hale getirilmesini’ yeterli gören bir ‘çözüm’ önerisi ortalıkta dolaşmaktadır. Bir süreden beri TAYAD’lı aileler tarafından dillendirilmekte olduğunu duyduğumuz bu öneri, son günlerde çok daha aleni ve yaygın bir biçimde, üstelik sürmekte olan ÖO eylemini de bağlayıcı bir tarzda savunulur olmuştur. ÖO eylemi içinde bulunan örgütler adına buna herhangi bir müdahalede bulunulmaması, yaratılan bu fiili durumun aynı zamanda iradi ve ortak bir tutum olduğunu düşündürmektedir. Bizi şu an, işin bu yönü değil, bu sözde ‘çözüm’ önerisinin, hücre tipine karşı mücadelenin geneli ve geleceği açısından taşıdığı anlam ve doğuracağı tehlikeli sonuçlar ilgilendirmektedir.

Kaldı ki bu, ÖO eyleminizin yaptırım gücü açısından da onu zayıflatıcı bir rol oynayacaktır. Faşizmin hücre tipi saldırısının stratejik anlam ve amacı konusunda lafta ne denirse densin, sonuç olarak meseleyi dar bir ‘cezaevleri sorununa’, onu da kendi içinde bir ‘mekan sorununa’ indirgeyen bir bakış açısının ifadesi olan bu tür öneriler, liberal demokratlar veya sağ tasfiyeci bir yaklaşımın sahipleri tarafından daha önceleri de dillendirilmişti. Ve o zaman, bizler gibi sizlerin de sert eleştirileriyle karşılanmıştı. O günden bugüne ne değişti? Bazı kafalar ve politikalardaki değişimin dışında, nesnel etken ve dengelerdeki değişim, böyle bir tavizi devrimci açıdan ‘haklı’ ve ‘anlaşılabilir’ kılacak bir elverişsizlik yönünde değil, tam tersi bir yöndedir.

Geçen süreç içinde yaşananlar, sadece devrimci tutsaklar ve yakın aile güçleri ile sınırlı kalmayan çok daha geniş güçleri, ‘F tiplerinin mutlaka kapatılması’ yönünde eğitip aydınlatıcı olmuştur. Öyle ki, ağırlıklı olarak ‘F tipleri kapatılsın’ sloganı ve kavrayışı temeli üzerine yükselen demokratik kamuoyu baskısının artışı ve yoğunlaşması karşısında, Melda Türker gibileri dahi, ‘Bu binaların ıslah edilmesinin mümkün olmadığı’ şeklinde daha ileri ‘çözüm’ önerileri ile ortaya çıkmakla kalmamış, bizzat Adalet Bakanı’nın ‘yasal bazı düzenlemeler dışında, binalarda da bazı tadilatların düşünülebileceği’ görüşüne geldiği basına yansımıştır.

Bu, ÖO öylemi başlamadan önce gelinen noktadır. Şimdi hem ‘F tipleri kapatılsın’ temel talebini ileri sürerek bir ÖO eylemine girişip hem de onun etkisini ve yaptırım gücünü henüz yeni yeni hissettirmeye başladığı bir aşamada bunlarla çok çabuk buluşabilecek bir önerinin dillendirilmeye başlanması, hücre tipine karşı mücadelenin bütününe zarar verici, sadece bu önerinin sahiplerini ve ona ortak olanları değil, herkesi bağlayıcı sonuçlar doğuracak, ayrıca sürmekte olan ÖO’nu da zaafa uğratacak kabul edilemez bir tutumdur.

Bu noktada, ‘biz sadece kendi adımıza’ ya da ‘eylemimiz adına’ konuşuyoruz demek, işaret ettiğimiz sakıncaları ortadan kaldırmaz. Çünkü bu yönde atılacak olası bir adım, işin doğası gereği, sadece sahiplerini değil bütünü bağlayıcı sonuçlar doğuracaktır. Aslında böyle bir ‘çözüm’e razı olunabileceğinin dillendirilmeye başlanması ile birlikte bu zarar da verilmeye başlanmıştır.

Bütüne verilen bu zarar, sadece içerde değil, asıl dışarda kendini gösterecektir. Genel kamuoyunda ‘F Tipleri sorununun çözüldüğü’ yanılsaması ve rehavetini yaratacaktır. Kimsenin kendi başına yarattığını iddia edemeyeceği gibi, kimsenin de kendi keyfine göre harcayıp tüketme rahatlığına sahip olamayacağı hücre tipine karşı demokratik kamuoyundaki tepki birikiminin -en azından bu temelde bir ‘uzlaşmanın’ çıkmazlarının görülmesine kadar- zayıflayıp gevşemesine neden olacaktır. Ve bu birikimi de arkasına alarak başlamış olan ÖO eylemi, eğer böyle bir ‘çözüm’le noktalanacak olursa, o zaman, koşullar ve dengelerdeki elverişsizlikten ya da ÖO eylemcisi devrimcilerin kararlılığındaki bir zayıflık vb.’den dolayı değil, tamamen eyleme yön veren politik perspektifteki kırılma ve zaafiyetten dolayı politik-tarihsel anlam ve sonuçları bakımından iddiasının tam tersi bir rol oynamış olacaktır.

Tabii o zaman bu eyleme neden başlandığı, niye acele edildiği, daha geniş birliktelikler mevcutken ve bunları genişletmek mümkünken güçlerin neden bölündüğü, eylemin zamanlamasına, boşluğa düşmesi olasılığına ve bunun olası biçimlerine -ki bugün yaşanan bunlardan en çok vurgulananlardan biridir- dair uyarıların neden dikkate alınmadığı soruları bir kez daha gündeme gelmekle kalmayacak; bunları bir de yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkan sonuçlar ışığında değerlendirme imkanı doğacaktır.

Cezaevleri mücadelesinde başvurulabilecek en son ve en üst eylem biçimi olarak ölüm orucu eylemlerinin kendine özgü bazı özellikleri vardır. Bunlardan en başta gelen ve bu eylem biçimini başka biçimlerden ayırmakla kalmayıp ona yaptırım gücünü kazandıran özellik, önüne koyduğu hedefleri ölümlerle zorlamasıdır. Bu özelliği ile ÖO eylemi, olur olmaz talepler için başvurulacak bir biçim olmamakla kalmaz, ölümlere değen ve onları göze almayı gerektiren talepler temelinde başlatıldığında da dengeleri bu temelde sonuna kadar zorlayan bir çizgide ilerlerse ancak işlevli ve sonuç alıcı olur.

1990’lı yıllarda cezaevleri mücadelesinde de genel gerileyiş ve sağa kayış sürecinde PKK, bu eylem biçimini zaafa uğratmış, olur olmaz her uzun süreli açlık grevini ‘ÖO’ olarak niteleyip, bunları da taleplerinden büyük tavizler vererek en kritik aşamada noktalamıştır.

Zaten bu eylem biçiminin bir özelliği de bu son, kritik aşamaya girildiğinde çıkar karşımıza: Ölüme yaklaşıldıkça gerek iç, ama özellikle de dış güçlerde, ‘ölümler olmaması’ yönünde bir arayışı öne çıkarır, baskın hale getirir. Öyle ki bu arayış, eylemin nedenini ve taleplerini dahi gölgede bırakan, kendisi başlı başına bir ‘amaç’ haline gelen bir baskı ve basınç yaratır. En başta da aileler ve ara destek güçlerinden gelmeye başlayan bu baskı, ölüme yaklaşılan günler ilerledikçe daha çok eylemci güçler üzerinde yoğunlaşır. Nesnel olarak eylemi geriye çekici yönde işleyen bu basıncın önü salt ölme kararlılığının varlığı ve bunun vurgulanması ile alınamaz. Onlar zaten bunu bildikleri için bu baskı doğar ve eylemci güçler üzerinde yoğunlaşır.

Onun için eylemin taleplerinde ısrar ve kararlılık, işte bu noktada çok daha özel bir anlam ve önem kazanır. Eğer biz bunlardan taviz verip bu temelde bir uzlaşmaya açık olduğumuz görüntüsü ya da izlenimini baştan verirsek, eylemin yaptırım gücü sadece düşman nezdinde zayıflamakla kalmaz; destek güçlerimiz de bu çatlağa hücum eder, faaliyetlerini daha çok bu temelde bir uzlaşmanın sağlanması üzerinde yoğunlaştırırlar. Yani eylemin yaptırım gücü bu yönüyle de sınırlandırılmış olur.

Sözünü ettiğimiz önerinin dillendirilmeye başlanması ile birlikte bugün ortaya çıkan durum budur. Ve dikkat edilirse, bu temelde bazı önerileri zaten önceleri de dile getiren -ama o zamanlar, hatta dün denilebilecek kadar yakın bir süre öncesine kadar sizlerin de yayın organlarında bu yüzden eleştirilen- liberal aydınlar ve hukukçular bugün öne çıkıp devreye girmişlerdir.

Üzerinde uzlaşılması ‘kolay’ olan çözümler, daha çok sayıda gücü daha fazla harekete geçirici bir rol oynadığı yanılsamasını yaratabilir ama politik öz ve anlam bakımından bu, tıpkı iktisattaki ‘kötü para iyi parayı kovar’ kuralının politikadaki yansımasından başka bir şey değildir. Ve bu ‘geri’ çözümlerin bizzat eylemciler tarafından veya onları da bağlayacak şekilde gündeme getirilmesi, ÖO gibi bir eylemi anlamsızlaştırıp bu eylem biçimini zaafa uğratmakla kalmaz, devrimci çözüm ve taleplerde ısrarlı (‘F tipleri kapatılsın’) güçlerin hem bugün hem de gelecek açısından işlerini biraz daha zorlaştırmış olur.

Faşizmin hücre tipi saldırısına karşı mücadelenin, konunun her iki taraf açısından da stratejik anlam ve önemi nedeniyle, tek bir hamle veya kapışmadan ibaret olmayacağı, inişli çıkışlı uzun süreli bir karakter taşıyacağı öngörüsü, bir zamanlar sizlerin de kabul ettiği bir tespitti. Bugün gelinen nokta ve yaşanan gerçeklik, bunu doğrulamakla kalmayıp, güçlerin buna göre hazırlanıp mevzilendirilmesinin önemini bir kez daha somut olarak göstermiştir. Sizler, sözünü ettiğimiz temelde bir ‘çözüm’ü kabul edecek olsanız dahi, kendi adımıza biz bu uzlaşmayı kabul etmeyeceğiz. Faşizmin tecrit ve izolasyona dayalı saldırısına karşı mücadeleyi, ‘F tipleri kapatılsın, F tipi projesinden vazgeçilsin’ temel talebi ekseninde sürdürmeye devam edeceğiz.

Ama sizlere dostça önerimiz, böyle bir tavizi sizlerin de vermemesi, cezaevlerindeki bütün devrimcileri ve devrimci hareketin geleceğini ilgilendiren böyle bir konuda kendi başınıza hareket ederek, sonuçları herkesi bağlayacak adımlar atmamanızdır.

Böyle bir geri adımı atmaktansa, yeni revize edilmiş F tiplerinin şimdiden bir biçimde kabul edildiği şeklinde bir sonuç ve görüntü yaratmaktansa, ÖO eylemini uygun bir biçimde geçici bir süreliğine durdurma-erteleme formülünü düşünmeniz daha doğru olacaktır.

Hem böylelikle, önümüzdeki süreçte, daha önceden de büyük ölçüde birleştiğimiz temel talepler çerçevesinde hep birlikte girişilecek bir SAG-ÖO eylemi de dahil daha geniş birliktelikler yakalama şansımız doğacaktır.

TİKB olarak kendi adımıza biz, yaşanan gelişmeleri de dikkate alarak, tabii ‘F Tiplerinin kapatılması’ merkezli öneriler temelinde, sizlerden gelebilecek ÖO da dahil her biçimi içerecek farklı işbirliği ve ittifak önerilerine bugün de açık olduğumuzu bir kez daha hatırlatırız.

Devrimci selamlarımızla…

04.12.2000”

ÖO’nun seyri ve direnişin geleceğine ilişkin duyduğumuz kaygıların sonucu, devrimci sorumluluk anlayışımızın gereği olarak yaptığımız bu öneri de, ‘eli kulağında bir zafer’ beklentisiyle iyice kendilerinden geçmiş olan sol tasfiyecilerin kavrayışsızlık duvarına çarptı. TKP(ML), “ÖO Direnişi’ne bir saldırı” olarak değerlendiklerini belirttiği bu mektubu, “alınmamış” olarak kabul ettiklerini duyurdu. Bunun dışında sağda solda, “ÖO Direnişimiz zafere bu kadar yaklaşmışken, ‘12’ye 5 kala’ TİKB bizden eylemi bırakmamızı istiyor” dedikodusunu çıkardılar.

Bu ‘12’ye 5 kala’nın hangi 12 olduğunu, çok değil 15 gün sonra, 19 Aralık günü hep beraber görüp yaşadık. (Sürecek)

(*) DHKP-C, böyle bir “çözüm” önerisini araya sokuşturmakla kalmayıp daha bir dizi çocukça politik gaf içeren bu metni, henüz işin başında bütün devrimci örgütlerin imzaladıkları “ortak program” metni haline getirmeyi denedi. TİKB olarak, en başta bu “çözüm” önerisi nedeniyle bu metne karşı çıktık. Bizim bu muhalefetimiz, DHKP-C ile gözü kapalı bir biçimde onun kuyruğuna takılmış olduğu için bu metne de onay vermiş olan TKP(ML) tarafından, aylar önce bizim gündeme getirip taslağını da kaleme aldığımız ve sadece DHKP-C’nin vermeyi geciktirdiği yanıtı beklenen başka bir metni kabul ettirme çabası olarak algılandı; bu temelde bir dizi dedikodu ve spekülasyon ürettiler.

Etiketler
Daha fazlası

İlgili

Close