DÜNYA
Ölüm Orucu Değerlendirmesi (VII)
Haftada 8 saat “sohbet hakkına” 6 yıl sonra “evet” diyenler, çok daha kapsamlı çözüm fırsatlarını nasıl sabote ettiler.
Nisan-Mayıs aylarında kaçırılan çözüm şansı
19 Aralık Katliamı’nı izleyen Ocak, Şubat, Mart ayları ‘ölümlerin başlamasıyla birlikte canlanacağı‘ umulan kamuoyu baskısının yeniden harekete geçmesi beklentisiyle geçti. Bu arada, hem devlet hem de demokratik güçler üzerinde bir baskılanma yaratacağı düşüncesiyle sol tasfiyeciler tarafından getirilen, “ÖO eylemcilerinin B1 alımını kesmesi” önerisi, “umulan baskılanmayı yaratmayacağı gibi, ödenecek bedelleri gereksiz yere ağırlaştıracak bir adım” olarak değerlendirilmekle birlikte, sırf sağlanmaya çalışılan birlikteliği engelleyici yeni bir bahaneye meydan vermeme düşüncesiyle biz de dahil diğer tüm devrimci güçler tarafından kabul edildi. Ama bu adım da bir işe yaramadı; hatta bir süre sonra dökülmeleri hızlandırıcı etkenlerden biri haline geldi.
Bu tarihsel direnişin ilk şehidi Cengiz SOYDAŞ, 21 Mart 2001 günü toprağa düştü. Ve ardından Nisan ayının ilk günlerinden itibaren ölümler peşpeşe gelmeye başladı. Ancak, bütün taktiğini ve beklentisini ‘ölümlerin yaratacağı basınç‘ üzerine kuran sol tasfiyecilerin nasıl aymazca bir körlük ve yanılsama içinde olduklarını, hayat bir kez daha acımasız bir biçimde yüzümüze vurdu. Ne ardı ardına gelen ölümler ne de hastanelerin ölüm sınırındaki yüzlerce direnişçi ile dolup taşması, kamuoyunu tekrar hareketlendirmeye yetmedi. Hareketlendirmek şurada dursun, aileler başta olmak üzere en yakın destek güçleri içinde dahi artık “anlamsız bir inatlaşma” olarak görülmeye başlanan bu eylemin “hala niye sürdürüldüğü” yönündeki sorgulamaları derinleştirici bir rol oynadı.
Beklenen ‘tepki patlaması’ bir yana, şehitlerin cenazeleri dahi en fazla birkaç yüz kişiyle kaldırılabiliyordu. İlerleyen günlerde bu sayı 30-40′lara kadar düştü. Ölüm haberleri bile bir-iki gazetede, o da küçük kısa haberler biçiminde yer alıyordu.
Öte yanda, eylemdeki dökülmeler de hızlanmış, aileler arasında dahi derin bir umutsuzluk ve kendi çocuğunu kurtarma eğilimleri başgöstermişti. Devlet de bütün bunlardan yararlanarak hastanelerdeki eylemcilere zorla müdahalelere başlamıştı.
2001 Nisan’ından itibaren yürüttüğümüz girişimleri, rüzgarların her yönden aleyhimize estiği böylesi koşullarda gerçekleştirdik.
Bırakalım kamuoyunu, sayıca zaten çok azalmış olan en yakın destek güçleri, aileler, hatta aylardan beri olağanüstü bir çaba sarfeden dışardaki devrimciler arasında bile korkunç bir moral bozukluğu ve umutsuzluk hakimdi. O güne dek yaşanan acılara ve bütün çırpınmalara rağmen yüzlerce devrimcinin ölüme gittiği bir direnişe karşı sergilenen ilgisizlik ve duyarsızlığı kıramamış olmanın çaresizliği ile, “daha fazla ölüm yaşanmaması için direnişe bir an önce bir biçimde son verilmesi gerektiği” düşüncesi, alabildiğine yaygındı. Bu arada DHKP-C’nin, kendisi gibi düşünüp kendisinin istediği gibi hareket etmeyen istisnasız herkese karşı sergilediği sorumsuz saldırgan tutumlar, sadece DHKP-C’ye karşı değil ÖO Direnişi’ne karşı da bir ‘tepki’ birikimi yaratmıştı. Direnişi doğuran nedenler, direnişin amacı ve temel talepleri bir kenara bırakılmış, DHKP-C’nin ne yapmak istediği ve bunun arkasında neyin yattığı tartışılır hale gelmişti.
Bu koşullarda, bir taraftan sadece direnişe değil, devrimci hareketin bütününe de zarar verici boyutlar kazanan bu spekülasyonlara ve olumsuz ruh haline karşı savaşım yürütürken, diğer taraftan devletin direnişi “sessizlikle boğma” taktiğinin boşa çıkarılması gerekiyordu. Her ikisinin yolu da, öncelikle direnişin, onu doğuran nedenlerin ve temel taleplerinin yeniden gündeme sokulmasından geçiyordu. Bu aynı zamanda, aylardır bekleyerek yitirilen inisiyatifin yeniden ele geçirilmesi açısından şarttı.
Bu öncüllerden hareketle o kesitte yürüttüğümüz girişimlerin ayrıntılarına burada girmeyeceğiz. Ancak şimdilik şu kadarını söyleyelim, bunların kapsam ve genişliği, o günlerde kamuoyuna da yansıyanlardan çok daha geniştir. O güne dek direnişe kayıtsız kalan ya da zaman zaman düşmanca bir tutum sergilemenin ötesine geçmeyen çok sayıda kurum ve kişinin yaklaşım ve tutumlarında dahi direniş lehine bir sarsıntı ve değişiklik yaratıldı; bunların birçoğu, o kesitten itibaren, direnişin temel insani-demokratik taleplerinin karşılanması yönünde değişik düzeylerde de olsa aktif bir tavır içerisine girdiler. 19 Aralık Katliamı’nın teşhiri de içinde olmak üzere, “F tipleri”ne karşı direnişin haklılığı ve meşruluğu, direnişin temel taleplerinin demokratik-insani niteliği, Türkiye’de yayınlanan belli başlı gazete ve televizyonların yanı sıra Fransa’dan ABD‘ye, Kanada‘dan Avustralya‘ya kadar çok sayıda ülkenin önde gelen yayın organlarında, televizyon ve radyolarında aylar sonra yeniden geniş biçimde yer almaya başladı. Bu arada, sorunun siyasi tutsakların temel demokratik-insani taleplerinin karşılanması temelinde çözümü için başından beri büyük çaba ve emek harcayan fakat hem devletin uzlaşmaz tutumu ve baskılarıyla karşılaşan hem de yapılan sol tasfiyeci hatalara ve DHKP-C’nin kendilerine de yönelttiği saldırılara duydukları tepki nedeniyle ‘ne yapacaklarını artık bilemez hale gelmekten‘ kaynaklanan bir çaresizlik ve sıkışma yaşayan arabulucu güçler, çözüm için yeniden aktif bir çaba içerisine girdiler. Bunların da yardım ve katkılarıyla, ülke içinde olduğu gibi, Avrupa Parlamentosu ve Uluslararası Af Örgütü başta olmak üzere, bakanlık ve hükümet üzerinde etkili olabilecek uluslararası kurum ve mekanizmalar da harekete geçirildi. Tüm bu gelişmeler, derin bir umutsuzluk ve moral bozukluğu yaşayan aileler ve dışardaki güçler için de her şeyden önce bir moral kaynağı oldu; direniş açısından çok olumsuz sonuçlar doğurabilecek çözülme eğilimlerinin önünün alınabilmesini kolaylaştırdı.
Biz bu girişimlerimizi, sırf direnişin çıkarları ve geleceğini düşünerek yürüttük. Onun içine sürüklendiği tıkanıklığı aşmak amacıyla attığımız her adımda, siyasi tutsakların temsilcileri aracılığıyla ortaya koyacakları genel ve ortak iradenin kabul edebileceği somut kazanımlar temelinde bir çözüm şansının zeminini yaratıp yolunu açmak perspektifiyle hareket ettik. O dönemde yaptığımız bütün temas ve girişimlerin ana eksenini, görüştüğümüz her muhatabımıza yazılı bir biçimde de verdiğimiz şu temelde bir çözüm planı oluşturdu:
“I. İÇ ve DIŞ TECRİT ve İZOLASYONA DÖNÜK UYGULAMALARA DERHAL SON VERİLMELİ. Bu kapsamda;
I. Uluslararası standartlara göre 15 kişiden az mekanlar ‘tecrit’ kabul edilmektedir. Mevcut F tiplerinde, bu insani standart temelinde gerekli düzenlemeler yapılmalı. Ancak zaman alabilecek bu uygulama gerçekleşene kadar, mevcut F tiplerinde aynı koridora açılan birim kapıları; birlikte yemek yiyebilmek, TV seyredebilmek ve gündelik sosyal ihtiyaçları karşılayabilmek için, sabah sayımı sonrası ile gece 24:00 arasında açık tutulmalı (Bu uygulama, 1986-1991 yılları arasında Özel Tip Cezaevleri’nda uygulanmıştır ve güvenlik açısından vb. hiçbir sakınca yaratmadığı pratikte görülmüştür).
1. Ailelerimize ve yakınlarımıza ziyaretlerde çıkarılan akıl almaz güçlüklere ve insanlıkdışı uygulamalara son verilmeli (arama ve bürokratik güçlükler, vb.). Ziyaretlerde birinci dereceden yakın akrabalarla sınırlama vb. kısıtlamalar kaldırılmalıdır.
2. Avukat görüşlerinde; avukatlarımızın meslek ve insanlık onuruna aykırı uygulamaların yanı sıra, savunma hakkının kutsallığı ve gizliliğini ortadan kaldıran uygulamalara son verilmelidir.
3. Piyasada yasal olarak satılan yayınlar, hiçbir kısıtlama ve sınırlama olmaksızın cezaevlerine alınmalıdır.
4. Haberleşme özgürlüğü sınırlandırılmamalıdır.
5. Cezaevleri arası sevkler, mahkeme, hastane, vb. gidiş dönüşlerinde dayatılan onur kırıcı arama ve dayaklara son verilmelidir.
6. İçerideki tutuklu ve hükümlülerin, sosyal dayanışma amacıyla birbirleriyle yardımlaşmaları engellenmemelidir.
7. Cezaevlerinde günlük uygulamada karşılaşılan sorunların çözümünü de kolaylaştırıcı bir rol oynayan ‘temsilcilik kurumu’ tanınmalıdır.
II. 19 Aralık cezaevleri operasyonları, bağımsız ve güven verici bir soruşturma komisyonu tarafından soruşturulmalı, gerçekler açığa çıkarılmalı, kamuoyuna açıklanmalı ve her düzeydeki sorumlular yargılanmalıdır.
III. Ana davalarından ya da son Şartlı Tahliye Yasası’ndan yararlanarak tahliye edilmeleri gerektiği halde, 19 Aralık Operasyonu gerekçe gösterilerek toptan tutuklanan ve haklarında halen hiçbir dava açılmamış bulunan tutuklular serbest bırakılmalıdır.
IV. Cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin hangi insani ve demokratik haklara sahip oldukları açıkça tanımlanmalı, bunlar yasal güvenceye kavuşturulmalı ve kamuoyuna da açıklanmalıdır.
V. Cezaevlerindeki uygulamaların sürekli izlenmesi için bağımsız ve güven verici izleme komisyonları kurulmalı; bunların içerisinde Barolar, TTB ve İnsan Hakları kuruluşları ile aile örgütlenmelerinin temsilcilerinin de yer alması sağlanmalıdır.
VI. 1996 SAG-ÖO ve son Ölüm Orucu eylemleri ile çeşitli hastalıkları nedeniyle cezaevlerinde yatamayacak ölçüde fiziki ve ruhi hastalıkları belgelenmiş hasta tutukluların cezaları en azından ertelenmelidir.
VII. Son Ölüm Orucu ve açlık grevi eylemleri sırasında vücutlarında ciddi hasarlar oluşmuş tutuklu ve hükümlüler, TTB’nin gözetiminde ücretsiz ve insani koşullarda derhal tedavi altına alınmalıdır.
VIII. TMY’nin 16. Maddesi’nin yanı sıra siyasi tutuklu ve hükümlüler aleyhine ağır eşitsizlikler yaratan; alınan cezaları otomatikman yarı nispetinde artıran maddesi, infaz sırasında cezanın 4/3′ünün yatılmasını şart koşan eşitsiz infaz sistemi ile evlatlarının ölümlerini engellemeye çalışan ana-babaları dahi ‘terör suçu’ kapsamına sokan TMY’nin 8. Maddesi kaldırılmalıdır.
IX. Bu talepler, tam yetkili ve güven verici bir bileşime sahip bir heyetin, cezaevlerinde halen Ölüm Orucu’nu sürdüren tutuklu temsilcileriyle yapılacak görüşmeler öncesi ve sonrası yaşama geçirilmeli; yaşama geçirilmesi zaman gerektirenler (örneğin VIII. Madde gibi) bu heyetin teminatında makul ve güven verici bir takvime bağlanmalıdır.”
Bakanla görüşme
Bu çerçeveyi her yerde bir “ön çerçeve” olarak tanımladık. “ÖO eyleminin bitirilip bitirilmemesine ilişkin nihai kararı sadece ve sadece içerdeki tutsakların verebileceklerini, onların kendileri tarafından belirlenen temsilcileri ile görüşülmediği ve onlarla bir anlaşmaya varılmadığı sürece kimsenin eylemin bitmesini beklememesinin” altını sürekli bir biçimde çizdik. Bu nedenle, daha önce Kandıra ve Tekirdağ‘a sürülmüş olan DHKP-C ve TKP(ML) temsilcilerinin de tekrar geri götürülmeleri koşuluyla adres olarak Edirne‘yi gösterdik.
“Olmazsa olmaz” olarak tanımladığımız bu koşula ilaveten, “o güne dek uzlaşmaz bir tutum sergilemekle kalmayıp 19 Aralık Katliamı’nı gerçekleştirmiş olan devletin, en azından o andan itibaren, sorunun görüşmeler yoluyla çözümü konusunda samimi olup olmadığını kanıtlaması için ‘güven verici somut adımlar’ olarak”, yukarda aktardığımız “ön çerçeve”deki taleplerden I. maddenin a, b ve c şıkları ile III. ve VI. maddenin “görüşmeler başlamadan önce yaşama geçirilmesinin” çözümün kısa sürede sağlanmasını kolaylaştıracağını her zaman, her yerde vurguladık.
Tutsak temsilcileriyle görüşmeleri yürütecek “tam yetkili ve güven verici bir bileşime sahip” arabulucu heyetinde ise; en azından müsteşar ya da genel müdür yardımcısı düzeyinde tam yetkili bakanlık temsilcilerinin yanı sıra, üç ilin baro başkanlarının, İHD, TTB, TMMOB temsilcileri ile birlikte TUYAB ve TAYAD temsilcilerinin, sorunun demokratik insani bir temelde çözümü konusunda çok çaba harcamış olan TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyesi Mehmet Bekaroğlu ile gazeteci-yazar Oral Çalışlar‘ın da mutlaka yer almaları gerektiğini sürekli belirttik.
Temel çerçevesini ve tamamlayıcı koşullarını kısaca özetlediğimiz bu girişimlerimiz, dar grupçu küçük hesaplarla gözleri kararmış olan sol tasfiyecilerin, önceleri dedikodu ve spekülasyonlar biçiminde başlayıp giderek seviyesizleşen saldırılarının yanı sıra baltalama çabalarıyla karşılaştı. Örneğin, cezaevlerinde ve dışarda ,“TİKB’nin ÖO Direnişi’ni bırakmaya hazırlandığı” dedikoduları çıkarıldı; şehit cenazelerine giden ailelerimize ve yoldaşlarımıza bu spekülasyonlar temelinde saldırgan tutumlar ve hakaretler sergilenmeye başlandı; bu arada özellikle DHKP-C, Brüksel kaynaklı bir karalama kampanyası başlattı. Gazete ve televizyonlara, konuştuğumuz muhabir ve köşe yazarlarına, demokratik kurumlara, “direnişi yalnızca kendilerinin temsil ettiklerini, F tiplerinin kapatılması, TMY’nin kaldırılması, DGM’lerin kapatılması temel taleplerinden asla taviz vermeyeceklerini, bizim ise ‘ÖO’na 19 Aralık’ta başlamış destekçi, küçük bir grup’tan başka kimseyi temsil etmediğimizi, dolayısıyla dile getirdiğimiz görüşlerin en fazla kendimizi bağlayabileceğini” içeren e-mailler ve fakslar yağdırmaya başladı. Öyle ki, DHKP-C’nin akıl erdiremedikleri bu tutumunu şaşkınlık ve tepkiyle karşılayan gazetecilerin birçoğu, 19 Aralık Katliamı’nın içyüzünü, ÖO Direnişi’ni kaçınılmaz ve zorunlu kılan nedenleri ve soruna nasıl bir çözüm bulunabileceğini bir kenara bırakarak, “DHKP-C’nin ne yapmak istediğini ve ‘F tipi’ sorununu bunun bir bahanesi haline getirip getirmediğini” öne çıkarıp sorgular hale geldiler.
Kaldı ki o kesitte yürüttüğümüz bütün temaslar sırasında, “dile getirdiğimiz görüşlerin, 7′li Platform olarak bilinen yaklaşık 750 tutsağın genel eğilimlerinin bir ifadesi olduğunu, onlar adına bile nihai kararın Edirne’deki belirlenmiş temsilciler tarafından verileceğini, ÖO’na daha önce başlamış olan Üçlü Blok adına ise hiçbir görüş belirtmediğimizi, onların kendi görüşlerini içerde ve dışarda kendi temsilcileri aracılığıyla zaten ortaya koyduklarını” özellikle vurguluyorduk. Bu noktada hemen her yerde karşılaştığımız soru, “Belirttiğiniz çerçevede somut adımlar atılır ve görüşmelere başlanacak olursa DHKP-C’nin tutumu ne olur?” sorusu idi. Bu soruya verdiğimiz yanıt da hiç değişmedi: “Onlar adına herhangi bir görüş belirtemeyiz. Ancak ‘güven verici adımlar’ kapsamında tanımladığımız somut adımlar atılır ve görüşmeler yoluyla çözüm arayışında samimi davranılırsa, ortaya çıkacak tabloya bağlı olarak o arkadaşların da mantıklı ve sorumlu bir yaklaşımla hareket edeceklerine güveniyoruz”.
Bu arada şunu da belirtelim, o dönemde yürüttüğümüz bütün temas ve girişimler hakkında TKP/ML, MLKP, MLSPB ve TDP’nin dışardaki yetkili temsilcilerini de en ince ayrıntılara varana kadar sıcağı sıcağına bilgilendirdik; bütün girişimlerimizin eksenini oluşturan yukarda aktardığımız ön çerçeve metnini yazılı olarak onlara da verdik, onay ve desteklerini aldık. Sol tasfiyeci blok bileşenlerinden TKP(ML) ile TKİP’in o dönem dışardaki “sözcü” konumunda olan temsilcilerine de hemen her gelişmeyi olabildiğince geniş bir biçimde aktardık. Sadece DHKP-C ile doğrudan bir bağ kuramadık. Gerek doğrudan gerekse TKP/ML ve TKP(ML) temsilcileri aracılığıyla kendilerine defalarca haber ve randevu gönderdiğimiz halde görüşme taleplerimizi yanıtsız bıraktılar.
İlk girişimlerimizin basında da yer almaya başladığı bir sırada, gazeteci Oral Çalışlar ve Mehmet Bekaroğlu’nun girişimleri sonucu Adalet Bakanı ile bir görüşme gerçekleşti. 12 Nisan 2001 günü akşamüstü bakanın makam odasında yapılan dörtlü görüşmeye, Sn. Bekaroğlu ile birlikte gittik. Bakanın yanında da Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun vardı.
Önce 19 Aralık Katliamı ve “F tipleri”ndeki uygulamalar üzerine konuşuldu. Her iki konuda da somut olgulara ve bazı belgelere dayalı teşhir edici konuşmalarımızdan sonra konu ÖO’larına geldi. Başlangıçta bakan, “Önce eyleme son verilmedikçe, kendilerinin hiçbir adım atamayacaklarına” dair bilinen yaklaşımını tekrarladı. O zaman, “Hesaplarını yaparken kaç kişinin ölümünü göze aldıklarını bilemeyeceğimizi, fakat bu sayı yüzleri de bulsa, bundan daha fazla tutsağın ölüme hazır olduğunu ve temel demokratik-insani talepler karşılanmadığı sürece bu eylemin kendi kendine bitmesini kimsenin beklememesini” bir kez daha ifade ettik. Bunun üzerine, “O zaman nasıl çözülür?” sorusu gündeme geldi. Bunun üzerine, “İçerdekilerin karşı karşıya bulundukları uygulamaları, ruh hallerini ve eğilimlerini yakından bilen birinin kişisel düşünceleri ve önerisi olarak değerlendirilmesi” kaydıyla “çözümün önünü açabileceğini düşündüğümüz bir plan” olarak yukarda aktardığımız ‘ön çerçeve’ metninin bir kopyasını bakana ve genel müdüre verdik. “Tamamlayıcı koşullar” olarak tanımladığımız 3 maddeyi de sözlü olarak gerekçeleriyle birlikte anlattık.
Metni baştan sona okuyan bakan, ilk olarak, “güven verici somut ön adımlar” kapsamında saydığımız VI. maddeyi yerine getirmenin “kendi ellerinde olmadığını, bunun Adli Tıp’ın yetki alanına girdiğini” söyledi. “Eğer sorun bu ise, bunun aşılabilir bir engel olduğunu, bakanlık bu yönde bir irade ve politika ortaya koyacak olursa, Adli Tıbbın da bunu dikkate alacağını, ayrıca Mehmet Ağar döneminde MHP’li bir kadrolaşmaya gidilen Adli Tıp yerine TTB ile ilişki kurularak onların önereceği, bilimsel yeterliliğe sahip heyetlerin vereceği raporların mahkemelerce esas alınması yoluna gidilebileceğini” belirttik. Bakan ikinci olarak, III. Maddeyi oluşturan tutuklama kararlarının kaldırılması konusunda, “mahkemelere müdahale edemeyecekleri” şeklindeki beylik bir gerekçeyi dile getirdi. Buna da, “Bu böyle söylenir ama, uygulamada işlerin farklı seyrettiğini herkes bilir. Bakanlığın bu yönde bir uyarısı dahi, zaten hukuk dışı olan bu toptan tutuklamaların kaldırılmasını sağlar” yanıtını verdik.
Ve nihayet konu, asıl canalıcı noktayı oluşturan I. Maddenin a şıkkına, yani “gerekli mimari değişiklikler yapılana kadar aynı koridora açılan hücre kapılarının sabah 08-08:30 ile gece 24:00 saatleri arasında açık tutulması” konusuna geldi. Bakan buna ilk olarak, “Neden gece 24:00′e kadar? Gündüzleri birkaç saat yetmez mi?” itirazını yöneltti. “Burada sorunun süre sorunundan da önce amaç ve niyet sorunu olduğunu; eğer kamuoyu önünde de iddia edildiği gibi tecrit amacı ve niyeti taşınmıyorsa, asgari bir sosyal ilişki imkanının olabildiğince geniş tutulması gerektiğini; ayrıca her hücreye bir televizyon alamayacak durumda olan içerdeki insanların, akşamları televizyonda haberlerin arkasından birlikte bir film, maç, vb. seyredebilme olanağını bulabilmeleri için bu sürenin gerekli ve normal olduğunu” belirttik. Ve yazılı metinde de belirttiğimiz 12 Eylül döneminde Özel Tip Cezaevlerindeki uygulamaları örnek verdik. Bu kez, “Bu uygulama bizim açımızdan güvenlik sorunu yaratır” itirazı geldi. Buna örnek olarak, “ara koridor kapıları zorlanarak ana koridorlara (maltalara) çıkılması olasılığı ile koridor diplerinde bulunan gözetleme kameralarının kırılması olasılığı” dile getirildi. Bunlara yanıt olarak ise: “Biri kapanmadan diğeri açılmayan çift kapılı ara koridor kapılarını kırmanın o kadar kolay olamayacağını, ayrıca bu konuda hala bir endişeleri varsa, kapıları takviye etmenin kendi sorunları olduğunu; kameralara gelince, onların zaten kendi personellerini de gözetleme merakından kaynaklı, ayrıca insan hakları açısından da savunulabilecek bir uygulama olmadığını, buna rağmen kendileri açısından gerekli görüyorlarsa koridor diplerinden kapıların arkasına alınmalarının topu topu 15-20 metrelik bir uzatma kablosu sorunu olduğunu” ifade ettik.
“Ön çerçeve ve güven verici adımlar” kapsamında önerdiğimiz maddeler üzerine yapılan bu konuşmalardan sonra konu, asıl çözümün nasıl sağlanabileceğine geldi. Bu noktada bakanın ilk sorusu, “Bu adımlar atılır ve görüşmelere başlanacak olursa, DHKP-C’nin tutumu ne olur?” oldu. “Onlar adına herhangi bir görüş belirtip yorumda bulunamayacağımızı, fakat önerdiğimiz çerçevede güven verici somut adımlar atılır, sürgüne gönderilen iki temsilci Edirne’ye tekrar geri götürülür ve önerdiğimiz bileşime sahip yetkili bir heyet aracılığıyla görüşmelere tekrar başlanacak olursa, diğer talepler konusunda da çözücü ve samimi yaklaşımlar sergilendiği taktirde o arkadaşların da sorumlu ve yapıcı bir tutumla hareket edeceklerine güvendiğimizi” belirttik. Bakan asıl olarak, “Görüşmelere başlandığında TMY’nin tümüyle iptal edilmesi, DGM’lerin kaldırılması gibi siyasi taleplerle karşılaşmaktan” duydukları kaygıyı dile getirdi. Buna yanıt olaraksa, “Bu taleplerle karşılaşacaklarını ve buna hazır olmalarını, çünkü bu taleplerin eylemin başından beri deklare edilen, ayrıca Türkiye’de her demokratın savunduğu ve savunması gereken talepler olduğunu, ancak ‘F tipleri’nde uygulanmaya çalışılan tecrit ve izolasyonu ortadan kaldıracak diğer bütün talepler karşılanır ve bu konularda somut adımlar atılacak olursa, bu siyasal taleplerin karşılanmasının eylemin bitirilme koşulları haline getirileceğine fazla ihtimal vermediğimizi” ifade ettik.
Bu konunun, kafalarında en fazla tereddüt yaratan konuların başında geldiği anlaşılıyordu. Bu yüzden değişik biçimlerde birkaç kez gündeme getirdiler. Buna bağlı olarak, görüşmenin sonlarına doğru kaygı duydukları bir konu daha gündeme geldi: “Önerdiğiniz bileşimde bir heyetle görüşmelere tekrar başlanacak olursa, bunu basın da öğrenecek. O durumda biz masada yine o siyasi taleplerle karşılaşırsak ve bir çözüm de çıkmayacak olursa, devlet olarak biz bunu göze alamayız” dendi. Bunun üzerine şöyle bir formül önerdik: “Bu kaygınızı giderebilmek için, bakanlığın tam yetkili temsilcilerinin yanı sıra o zamanki İstanbul Baro Başkanı, Mehmet Bekaroğlu, Oral Çalışlar ile biz ve TAYAD’dan -ismini verdiğimiz- bir temsilcinin yer alacağı daha dar bir heyet, basına haber vermeden Edirne’ye girelim, sürgüne gönderilmiş temsilcilerin de getirilmesiyle oradaki tüm temsilcilerle görüşmeleri başlatalım, onların da kabul edeceği belli bir çözüm ortaya çıktığı taktirde o zaman basına da haber verilerek asıl genişletilmiş heyet devreye girer ve işin imza töreni ve açıklaması o zaman yapılır”. Bunun üzerine bakan, “Biz bunları kendi aramızda bir değerlendirelim” dedi; ancak ayrılmadan önce gerekirse bize nasıl ulaşabileceklerini sorarak telefon numarası istedi.
Askerler devrede
Bu görüşmenin hemen ardından üç büyük ilin o zamanki baro başkanları ve Türkiye Barolar Birliği yöneticileri ile bir araya geldik. Bakanla yaptığımız görüşmenin bütün ayrıntılarını kendilerine de anlattık. Zaten bizden önce bu heyet bakanla görüşmüş, ama çözüm konusunda umutsuz bir izlenim edinerek ayrılmışlardı. Bizim görüşmemizin ayrıntılarını öğrenince, bakanla olan görüşmede bulunan Mehmet Bekaroğlu gibi Baro Başkanları ve yöneticilerinde de yeniden bir umut ve iyimserlik havası doğdu. Hatta Yücel Sayman‘ın önerisi üzerine İstanbul’un yanı sıra İzmir ve Ankara Baro Başkanları ile TBB yöneticilerinin de ‘daraltılmış heyette‘ yer almalarının yararlı olacağı konusunda bir mutabakat sağlandı.
Öte yandan, bakanın randevu vermesini sağlayan gazeteci Oral Çalışlar, önceden bilgi sahibi olduğu önerilerimiz temelinde bir çözüm mekanizmasının işletilmesi için, dönemin hükümetinde etkili isimlerle yoğun bir telefon diplomasisi yürütüyordu. O’nun bu çabaları ve girişimleri sonucu, hükümetin etkili isimlerinden Hüsamettin Özkan ve ANAP kanadı, bu temelde bir çözümü ve önerilen mekanizmayı “makul bulduklarını ve gerçekleşmesi için ağırlık koyacaklarını” kendisine ifade etmişler. Dönemin İçişleri Bakanı Saadettin Tantan ise, “engelleyici bir tutum takınmayacağı” sözünü vermiş.
Fakat her yerde karşımıza çıkan, “DHKP-C’nin tutumu ne olur?” sorusu ile bu girişimler sırasında da karşılaşıyorduk. Buna net bir yanıt verememek, muhataplarımızda da tereddüt yaratıyordu.
Bakanla görüşmeyi izleyen iki gün herhangi bir gelişme olmadı. Hüsamettin Özkan, buna neden olarak Oral Çalışlar’a, hükümetin Kemal Derviş tarafından 14 Nisan 2001 günü kamuoyuna açıklanan “ekonomik program” üzerine yoğunlaşmış olmasını göstermiş. Nihayet 15 Nisan Pazar günü, ÖO’ları ile ilgili olarak Başbakanlık’ta bir toplantı düzenlendiği haberi geldi. Toplantıya girmeden önce Oral Çalışlar’ı arayan Hüsamettin Özkan, “Başbakan’ın da çözüm planını ‘değerlendirilebilir’ bulduğunu ve o gün muhtemelen bu doğrultuda bir karar çıkabileceğini” söylemiş.
Ne var ki, bu karar çıkmadı. NTV televizyonunun o gün akşam haberlerinde, yaklaşık iki saat süren toplantıdan çıkan jandarma yetkilileri gösterildi. Adalet Bakanı, toplantının son yarım saatine çağrılmıştı. Anlaşıldığı kadarıyla askerler bu çözüm planına muhalefet etmişlerdi.
Konuyla ilgilenen herkesin az- çok bildiği bu muhalefet gerekçelerini, bir buçuk ay kadar sonra farklı bir kanaldan biraz daha detaylı öğrendik. DSP‘nin önde gelen isimlerinden, orduyla da arası iyi bir milletvekili, aramızdaki aile dostluğuna da güvenerek net ifadelerle şunları söyledi: “Askerler, (DHKP-C’yi kastederek -nba) bu örgütle pazarlık yapılıyor görüntüsü verilmesine de, bu örgüte ‘devleti dize getirdik, zaferi kazandık’ propagandası yapma bahanesi olacak en küçük bir tavizin verilmesine de kesinlikle karşılar. Ayrıca bu örgütün Alevicilik yaptığını düşünüyorlar ve radikal bir Alevi hareketinin bu bahaneyle güç toplamasına olanak tanımak istemiyorlar…”.
Bunların doğruluk ya da geçerlilik derecesinin tartışılması ayrı bir konu. Fakat ortada çıplak gözle de görülebilen bir gerçek vardı: “PKK’den doğan boşluğu doldurabilecek alternatif bir odak olarak sivrilme” hesabıyla hareket eden DHKP-C, “F tipleri”ne karşı mücadele sorununu, kendisiyle devlet arasında bir ‘boy ölçüşme‘ sorunu haline getirmekle en büyük stratejik yanlışı yapmıştı. Bunun devamı olarak sergilediği tutumlarla, sadece kendisini değil, ortaya çıkış nedenleri ve hedefleri dışında ‘her şey’ haline getirdiği bu büyük ve kitlesel direnişi de gün geçtikçe içinden çıkılmaz hale gelen bir çıkmaza sürükledi. Nitekims herbiri biraz daha zayıflamış olmakla birlikte, Mayıs ve Haziran 2001 başlarında çıkan iki çözüm şansı daha, DHKP-C’nin yarattığı muğlaklık ve tutumunun ne olacağı noktasındaki belirsizlik nedeniyle değerlendirilemedi. (Sürecek)