İŞÇİ SINIFIPOLEMİK
Ölüm Orucu Değerlendirmesi (VIII)
Bu süreç, sınırlı bazı devrimci özelliklere sahip olmakla yetinen bir devrimcilik anlayışının iflas ettiği, bedeli ağır bir finaldir

Daniel-Cohn Bendit’in gelişi
Avrupa Parlamentosu’nun etkili isimlerinden, aynı zamanda Türkiye-AB Karma Parlamento Grubu Eş Başkanı Daniel Cohn Bendit, hem ÖO Direnişi’nin ve ölümlerin dünya basınındaki yankılarının etkisiyle hem de yurtdışında yapılan eylemlerin ve girişimlerin baskısıyla 29 Nisan-1 Mayıs 2001 tarihleri arasında Türkiye’ye geldi. “Kabul edilirse bir ‘arabuluculuk’ misyonu oynamak” amacıyla geldiğini belirten Cohn Bendit, Ankara’da hükümet, bakanlık ve TBMM’de yapacağı resmi görüşmelere başlamadan önce, durumu bir de bizim ağzımızdan dinlemek ve bir çözüm şansının olup olmadığını anlamak amacıyla görüşme talebinde bulundu.
Avukatımızla gittiğimiz bu görüşmede kendisine, 19 Aralık Katliamı da dahil o güne dek yaşanan gelişmeleri, gelinen noktayı ve önerdiğimiz çözüm planını ayrıntılı bir biçimde anlattık. Bu arada AB’nin tutumunun hükümete cesaret verdiğini ve 19 Aralık Katliamı dahil tecrit ve izolasyon saldırısının yaşama geçirilmesinde AB’nin de büyük payı olduğunun altını çizerek belirttik. “AB’nin ‘kalabalık koğuş sistemi’ yerine daha insani bulduğu için ‘oda sistemi’ni desteklediğini, ama tecrit ve izolasyonu onaylamadığını” söyleyen Cohn Bendit, “ayrıca Türk Hükümeti bu konudaki uyarılarımızı dikkate almıyor, biz ne yapabiliriz?” deyince; “Laf olsun diye yapılan göstermelik protestoların elbette etkili olamayacağı, eğer ciddi ve samimilerse, Türkiye’ye yapılan ekonomik ve mali desteklerin askıya alınması, silah ve askeri malzeme satışlarının durdurulması temelinde daha yaptırımcı yöntemler uygulayabileceklerini” kendisine hatırlattık.
Cohn Bendit de sonuç olarak iki sorunun yanıtını istedi bizden: 1) Kendisinin de “makul ve mantıklı gördüğünü” ifade ettiği bu çözüm planı işletilecek olursa DHKP-C’nin tutumu ne olurdu? 2) Bu temelde bir “arabuluculuk” misyonu oynamaya çalışacak olursa, bu bizler tarafından da kabul edilir miydi?
O’nun bu sorularından birincisine, herkese verdiğimiz yanıtı verdik. İkincisine ilişkin olaraksa, “Bunun kararını cezaevlerindeki tutsakların vereceğini, fakat kişisel tahmin olarak, O’nun tek başına yürüteceği bir arabuluculuğun yeterli ve güven verici bulunmayacağını, çünkü kendisinin Avrupa’da yaşadığını ve daha sonra yaşanacak gelişmelere uzak kalacağını, bu yüzden Türkiye’deki demokratik kurum temsilcilerinin heyette mutlaka yer almaları gerektiğini, ama böyle bir heyetin bileşenlerinden biri olarak Avrupa Parlamentosu adına kendisi de katılacak olursa o zaman bunun olumlu karşılanabileceğini” söyledik.
Cohn Bendit, Ankara’da bildiğimiz kadarıyla Adalet Bakanı dışında dönemin Başbakan yardımcıları Hüsamettin Özkan ve Mesut Yılmaz, TBMM’deki karma komisyon üyesi milletvekilleri ve Mehmet Bekaroğlu ile iki gün süren bir görüşme trafiği yürüttü. Türkiye’den ayrılmadan önce, yaptığı temaslar hakkında bilgi almak üzere tekrar görüştüğümüzde, ilk günkü iyimserliği kaybolmuştu. Diplomatik bir dille, “Durumun umutsuz olduğunu, bizim dile getirdiğimiz çözüm planı ve taleplerin özellikle Mesut Yılmaz tarafından ‘makul talepler’ olarak bulunmakla birlikte, bakanın ve görüştüğü MHP’li milletvekillerinin, DHKP-C’nin amaçları ve muhtemel tutumu konusunda tepkili ve güvensiz olduklarını, bu yüzden de bir uzlaşmaya pek niyetli ve istekli görünmediklerini” ifade etti.
Cohn Bendit’in kelimeleri dikkatle seçerek yaptığı konuşma sırasında kullandığı bir cümle dikkatimizi çekti: “…Hükümet ve Bakanlık, bu eylemin sürdürülmesinin altında kabul edemeyecekleri politik taleplerin yattığı görüşünde. Yalnız, sizin dile getirdiğiniz talepler konusunda belli bir sıkışma yaşadıkları da görülüyor. Tahminime göre önümüzdeki günlerde bazı adımlar atabilirler…”
Cohn Bendit’in üstü kapalı bir bir biçimde anlatmaya çalıştığı adımların ne olduğunu çok geçmeden gördük. Hastaneler ve cezaevlerindeki ÖO direnişçilerinin tahliyeleri birdenbire hızlandırıldı. Gerçi bu uygulamaya Nisan ortalarında başlanmıştı. Önce Ankara-Sincan‘dan bir direnişçinin, ardından İzmir‘den 13, Gebze‘den de 5 direnişçinin cezaları, Adli Tıp raporlarını dayanılarak ertelenmişti. Fakat Mayıs sonlarına doğru bu tahliyeler hızlandı ve bu yolla tahliye edilen ÖO eylemcilerinin sayısı sonuçta 500′ü aştı. Öyleki Adli Tıp, hiçbir başvurusu olmayan direnişçiler hakkında bile re’sen rapor vermeye başladı. Bu arada, 19 Aralık Katliamı bahane edilerek verilen toplu tutuklama kararları da aynı hızla kaldırılmaya başlandı.
Bunlar esasında direniş adına somut birer kazanımdı. “‘96 ve son ÖO Direnişi’nde sakat kalan direnişçilerin serbet bırakılmaları” talebi, sol tasfiyeci blokun da baştan beri savunageldiği eylem talepleri içerisinde yer alan bir talepti. Devlet o kesitte bu yola, elbette aynı zamanda direnişi zayıf düşürme amacını güderek başvurmuştu. Özellikle de sayısı giderek artan ölümlerin ve Wernicke-Korsakoff‘luların cezaevlerinde tutulmalarının iç ve dış kamuoyunda yaratacağı tepkilerden çekindiği için bu yola başvurduğu açıktı. Ancak devlet hangi direnişte, hangi talebi benzer hesaplar yaparak değil de, “Tamam, ben karşımdaki irade ve kararlılık karşısında istediğim sonucu elde edemeyeceğimi gördüğüm için geri adım atıyorum” diyerek kabul etmişti?
Önemli olan, devletin amacını görmek ve bunu kamuoyuna deşifre etmek kadar; bunun aynı zamanda direnişin taleplerinden birinin kabulü anlamına geldiğinin altını çizerek, açılan bu gediği diğer temel demokratik-insani taleplerin de kabulü yönünde genişletip derinleştirecek açılımlar ve taktik tutumlar geliştirebilmekti. Ancak sorunu dar bir mekansal düzenleme sorununa indirgemekle kalmayıp dargrupçu bağnazlıkla gözleri kararmış olan tasfiyeci sol keskinlik, sorunun bu ikinci yönünü göremediği gibi, direniş adına en azından moral bir kazanım olarak değerlendirilebilecek bu durumu, “devletin süreci kendi istediği gibi yönlendirdiği ve kolay kolay da geriletilemeyeceği” şeklindeki karamsar düşünceleri ve ruh halini derinleştiren bir yaklaşımla karşıladı. Özellikle aileler ve yakın destek güçleri üzerinde yeni bir umut, kararlılık ve moral motivasyon etkeni olarak değerlendirilebilecek bu gelişme, sergilenen bu akılalmaz darlık ve düşüncesizce tutumlar yüzünden, içerde ve dışarda ÖO Direnişi’nin sulandırılmasını ve çözülmeyi hızlandıran bir etkene dönüştü. Cezaevlerinde tahliye amacıyla yapıldığı çok açık olan “ÖO eylemcileri” türediği gibi, dışarda aileler arasında da çocuklarını bu yolla “kurtarma” arayışına girenler çoğaldı.
O zaman adı TKP(ML) olan MKP, bu uzun ve tarihsel direniş üzerine bugün çalakalem çırpıştırdığı 5 sayfalık “…Genel bir Yorum” başlıklı değerlendirmesinde, TMY’nin 16. Maddesi’nde kamuoyunu aldatmak amacıyla yapılan göstermelik değişiklik sırasında “F tiplerinde” açık görüş yasağının da kaldırılmış olmasını, “direnişin talepler boyutuyla elde ettiği ilk (hatta tek -nba) büyük maddi kazanım” olarak tanımlıyor. Ama o dönem cezaevlerindeki Türkiyeli sol örgütlerin toplam tutsak sayısının neredeyse yarıya yakınının tahliyesi ile sonuçlanan, bu arada, 19 Aralık Katliamı’na ilişkin olarak devletin “yavuz hırsızlık” yaparak verdiği toplu tutuklama kararlarını aynı hızla geri olmak zorunda kalmasının sözünü nedense (!) hiç etmiyor.
Bir direnişin başarı ya da başarısızlığını, yenilgi ya da zaferi somut maddi kazanımların elde edilip edilmediği ile ölçen ekonomist bir mantığa sahip değiliz. Bu anlamda illa ‘somut maddi bir kazanım‘ arayışı içinde olmayı da anlamsız ve çocukça buluruz. Fakat ortadaki somut bir gerçekliğin değerlendirilmesi sırasında da nesnel ve dürüst olunmalıdır. Düpedüz kamuoyunu aldatmak amacıyla yapılan, üstelik mevcut tecrit ve “tretmana uyum” politikalarını pekiştirici nitelikteki bir düzenlemenin içerdiği ‘göz boyama ve rüşvet’ niteliğindeki bir ayrıntı “ilk ve tek büyük somut maddi kazanım” olarak tanımlanırken; 500′ü aşkın siyasi tutsağın sonuçta tahliye edilmeleri de bir yana, baştan beri direnişin herkes tarafından savunulan temel talepleri içinde yer aldığı halde işin bu boyutunun grupçu dargörüşlülük nedeniyle görmezlikten gelindiği bir gelişmenin adını dahi anmamak, bu nesnellik ve dürüstlükten hala uzak durulduğunun bir göstergesidir.
Tabii burada işin “savunma refleksi” olarak yorumlanabilecek psikolojik bir boyutu daha vardır. Başka konularda akılalmaz keskinlikler sergileyen MKP ve DHKP-C, 2001 yılının Mart başındaki Şeker Bayramı‘ndan itibaren bu ‘rüşvetin’ üzerine balıklama atladılar. Yakın destek güçleri arasında bile uzunca bir süre, “devletin çözüm doğrultusunda attığı bir adım” olarak algılanan TMY’nin 16. Maddesi’ndeki sahte değişikliğin getirdiği “açık görüşlere” bu tarihten itibaren çıkmaya başladılar.
Devlete karşı değil ‘başkalarına karşı politika yapma’ tutumunun yaygınlaşması
Mayıs 2001 ortalarına gelindiğinde, direnişin artık bir tıkanma ve gerileme süreci içine girdiğini gösteren belirtiler çoğalmıştı. Aylar geçtiği halde çözüm yönünde herhangi bir gelişmenin olmaması, ortaya çıkan fırsatların da kaçırılması, sayıca zaten bir avucun da altına inmiş olan destek güçleri ve ailelerin yanı sıra dışardaki devrimci güçler içinde de umutsuzluk ve moral bozukluğunu hortlattı. Bizim daha ÖO’na başlanmadan önce işaret ettiğimiz tehlikeli eğilim tekrar ortaya çıktı ve devletten çok direniş sorgulanmaya başlandı. Buna bağlı olarak, “Daha fazla ölüm yaşanmaması için, yenilginin kabul edilerek ÖO’larına bir an önce son verilmesi” düşüncesi güç ve yaygınlık kazandı.
Bazı devrimci örgütlerin yetkili temsilcileri dahi bu ruh hali içindeydiler. Onlara ve o kesitte görüştüğümüz herkese, öz olarak, “Tecrit ve izolasyonu en azından hafifletecek bazı somut sonuçlar elde edilmeden ve en az bunlar kadar önemli olmak üzere, içerdeki tutsakların iradesinin temsilcileri ile görüşmelerin yapılması sağlanmadan böyle bir adım atılacak olursa, bunun sadece moral bakımdan değil pratik-fiili sonuçları bakımından da çok daha büyük yıkıcı sonuçlar doğuracağını” ısrarla anlatmaya çalıştık. Yanı sıra hiç olmazsa demokrat kamuoyunu biraz olsun hareketlendirmeyi sağlamakla kalmayıp ailelere ve yakın destek güçlerine moral ve umut kazandıracak değişik etkinlikler ve eylemlerin yaşama geçirilmesi için yoğun bir çaba harcadık. Fakat bunların dahi çoğu aynı karamsarlık ve derinleşen kayıtsızlık duvarına çarparak sonuçsuz kaldı.
Aynı kesitte cezaevlerinde de eylem esasında bir çözülme süreci içine girmişti. Devletin zorla müdahalelerinin dışında, dökülmeler hızlanmıştı. Ve bütün bu olgular ortada olduğu halde, sol tasfiyeci blok hala eski kafada direniyor, tecrit ve izolasyonun kırılması temelinde birliktelik sağlanarak ortaklaşa yeni bir çıkış yapılmasını çeşitli ayak oyunlarıyla geciktiriyordu. Bu birliktelik, Mayıs sonlarına doğru görünüşte nihayet sağlanabildi fakat DHKP-C’nin, özellikle dışarda bununla çelişen samimiyetsiz tutumları yüzünden, uzun süre daha kağıt üzerinde kalmaktan kurtulamadı.
Öncekilere kıyasla biraz daha zayıflamış olmakla birlikte, akıllıca değerlendirilecek olsaydı bazı gelişmelerin önünü belki açabilecek son bir imkan daha bu koşullarda ortaya çıktı. Avrupa Parlamentosu’nda grubu bulunan bütün partilerden temsilcilerin yer aldığı 13 kişilik bir heyet, aylar öncesinden kararlaştırılmış bir program gereği, çeşitli temaslar bulunmak üzere Haziran başında (2001) Türkiye’ye geldi. Cezaevleri sorunu ve ÖO Direnişi, heyetin gündeminde haliyle ön sıralara çıkmıştı. Heyet gelmeden önce, bu konuya ilişkin olarak cezaevlerinde ve dışarda kimlerle görüşmelerinin daha uygun ve yararlı olacağına dair önerilerimizi öğrenmek üzere bizimle temas kuran Avrupa Parlamentosu yetkililerine, ayrımsız bütün devrimci örgütlerin değişik cezaevlerinde bulunan bellibaşlı kadrolarının isimlerinin yanı sıra, özellikle Üçlü Blok adına ayrıca temas kurmalarını önerdiğimiz kurum ve kişilerin telefon numaralarını gönderdik.
Bir süre sonra, heyetin özellikle cezaevlerindeki temsilcilerle bu konuya ilişkin görüşmelerde bulunma talebini Türk Hükümeti’ne resmi olarak iletebilmesi için, AP’na çağrı niteliğinde mektupların yararlı olacağı talebinde bulunuldu. Buna yanıt olarak, “Cezaevlerindeki tutsaklar ve temsilciler adına kimsenin böyle bir talepte bulunamayacağını fakat aileler ve avukatlar adına bunun yapılabileceğini” belirttik. “Bunun da yeterli olacağının” söylenmesi üzerine, kendi ailelerimiz adına sorunun özünü ve asgari çözüm çerçevesini içeren kısa bir metin gönderdik. Birkaç gün sonra, aynı içerikte, hatta neredeyse aynı cümlelerle benzer bir metnin DHKP-C tutsakları adına da bir kurum tarafından AP yetkililerine iletildiğini öğrendik. Hatta bu haberi bize veren AP yetkilisinin, “Aradaki görüş ayrılıkları giderildi mi? Çünkü gelen bu metinle, sizlerin gönderdiği arasında hiçbir fark yok…” şeklinde bir sorusuna muhatap olduk. Ama aynı şaşkınlığı biz yaşamadık. Çünkü o günlerde, içerde ve dışarda başkalarına karşı hala eski kafayla farklı tellerden çalanların, ikili ilişkiler sözkonusu olduğu zaman nasıl farklı tellerden çaldıklarının sadece yeni bir örneğiydi bizim için bu olay. Aile heyetlerinin ortak temasları sırasında da buna benzer çok örnek yaşandığını zaten biliyorduk.
Sözkonusu heyet, 6-8 Haziran arasında çeşitli temasların yanı sıra Sincan ve Kandıra’da, öğrenebildiğimiz kadarıyla tamamı DHKP-C’li tutsaklarla görüşmeler yaptı. Ancak, isimleri daha önceden bildirildiği ve Türk Hükümeti tarafından onay da verildiği halde, hastanelerdeki ÖO direnişçisi yoldaşlarımızla dahi görüşmeleri son anda engellendi. Bu arada AB Türkiye Temsilciliği tarafından, heyetin Türkiye’den ayrılacağı 8 Haziran sabahı çeşitli demokratik kurum temsilcileriyle birlikte yapılacak bir toplantıya davet edildik.
Nisan başından itibaren yürüttüğümüz girişimleri önceleri ‘değersizleştirme’ ve sabote çabalarına girişen, bunu giderek seviyesizce saldırı ve iftiralara dönüştüren sol tasfiyecilerden DHKP-C çizgisinde yayın yapan “Vatan” adındaki dergi, “O toplantıda neler konuşulduğunu açıklamamızı” istemişti o zaman bizden. Cezaevlerinin ve devrimci hareketin geleceğinin söz konusu olduğu ve yüzlerce devrimci kadronun ölüme gittiği bir dönemde, bu tür seviyesizce saldırı ve polemiklere kulak asmama tutumumuzun bir gereği olarak, komünist devrimci kişiliğimiz ve girişimlerimiz hakkında şaibe yaratmaya yeltenen bu Bizans numaralarına hakettiği yanıtı vermeye o zaman tenezzül etmemiştik. 19 Aralık öncesi yapılan görüşmeler dahil, gizli kalacağını düşündükleri kapalı kapılar ardında ve ikili temaslar sırasında ayrı, dışlarındaki devrimci örgütler ve kamuoyu karşısında ayrı görüntüler sergileyenlerin bu talebini, bu sürecin diğer bütün aşamalarına ilişkin olarak yaptığımız gibi, bu konuda da somut belgelere ve tanıklara dayalı olarak bugün yanıtlayalım.
Toplam 1,5 saat süre ayrılan toplantıya, bizim dışımızda, İzmir Barosu‘nun o zamanki başkanı, ÇHD‘nin o zamanki başkanı, İHD Başkanı, İHV Başkanı, TTB Başkan Yardımcısı ve İHD Genel Sekreter Yardımcısı katıldılar. Bizden önce konuşan İzmir Baro Başkanı, ÇHD ve İHD Başkanları, Türkiye’deki genel demokrasi sorunları, hukuk alanında yapılması gereken reformlar ve Kürt sorunu üzerine konuştular. Sadece İHD Başkanı, cezaevleri sorunu ve ÖO’larına da konuşması içinde değinip geçti. Sıra bize geldiği zaman, “konumumuz gereği, bütünüyle cezaevleri sorunu ve sürmekte olan ÖO’ları üzerinde duracağımızı, bu direnişin insanlıkdışı katı bir tecrit ve izolasyon politikasına karşı tamamen haklı ve meşru bir direniş olduğunu, bakanlığın AB’nin hücre tipi cezaevlerine verdiği genel destekten de güç ve cesaret alarak uzlaşmaya yanaşmadığını” vurgulayarak, “bir çözüm şansının halen mevcut olduğunun ama bakanlığın buna yanaşmadığının” altını çizdik.
Bizim bu konuşmamız üzerine, heyet başkanı olan ve Avrupa Parlamentosu’na çok etkili bir isim olduğunu öğrendiğimiz Avusturyalı parlamenter Hannes Swoboda söz alarak, “bizim bu direnişi tecrit ve izolasyona karşı bir direniş olarak tanımladığımızı, fakat heyet olarak Sincan ve Kandıra’da görüştükleri tutuklular ve temsilcilerinin, bu direnişin nedenleri ve amaçları konusunda farklı şeyler söylediklerini, onların direnişi ‘AB dahil emperyalizme ve IMF reçetelerine karşı bir direniş’ olarak tanımladıklarını, ‘IMF’nin halkların düşmanı olduğunu, Türk halkının da IMF’ye karşı olduğunu ve kendilerinin de bu tepkiyi temsil ettiklerini’ söylediklerini” ifade etti.
Swoboda’nın, muhafazakar gruba mensup olduklarını sonradan öğrendiğimiz bazı heyet üyelerinin de kafalarını sallayarak onayladıkları bu konuşmasına, önce, “AB’nin hücre tipi cezaevlerini destekleyici tutumuna karşı duyulan haklı tepkinin ifadesi olarak bu tür konuşmalar yapılmış olsa bile, bunların direnişin gerçek nedenlerini ve taleplerini yansıtmadığını ve bu direnişin tecrit ve izolasyonu ortadan kaldırma amacıyla yapılan bir direniş olduğu” yanıtını verdik. Bizim bu yanıtımız üzerine Swoboda, “Hükümet de bu direnişin tamamen politik amaçlar için yapıldığı görüşünde. Bunu doğrulayan kendi gözlemlerimiz dışında bize verilen bazı yazılı belgeler de var” şeklinde bir yanıt verdi. “Bunların düzmece olabileceğini niye düşünmüyorsunuz?” sorusunu yönettiğimiz sırada söze Daniel Cohn Bendit girdi. “Bizim tepkilerimizi anladığını, yaklaşımımızı önceden de bildiğini, fakat bu heyetin iki ayrı grup halinde Sincan ve Kandıra cezaevlerinde yaptıkları görüşmeler sırasında konuştukları tutuklular ve Kandıra’daki bir temsilcinin farklı içerikte konuşmalar yaptıklarını, Ayrıca Kandıra’daki temsilcinin kendisine bu içerikte yazılı bir metin de verdiğini” vb. söyledi. Bunun üzerine, “O temsilcinin söylediklerinin en fazla kendileri için bağlayıcı olabileceğini, ama onların dışında, farklı örgütlere mensup yüzlerce devrimcinin daha bu direnişte yer aldıklarını, gerçeğin bütün yönlerini görmek yerine neden devletin de işine gelen yönünü görmeyi seçtiklerini; bu anlamda farklı yaklaşımları sahip devrimcilerle görüşmelerinin neden engellendiği sorusunu kendilerine ve bakanlığa sorup sormadıkları” sorusunu yönelttik. Cohn Bendit bu soruyu, “Biz bunun nedeninin farkındayız” diyerek geçiştirdi.
Bu sırada söze giren heyet üyelerinden biri, “Tecritle neyi kastediyorsunuz? Hükümet ortak kullanım alanlarını da açan bir değişiklik yaptığı halde hala tecritten söz edilebilir mi?” içerikli bir konuşma yaparak tartışmayı “tecrit var mı yok mu?” tartışmasına kaydırdı. Bu konuda da, “F tipleri”ndeki somut uygulamalardan örnekler vererek, uygulananın insanlıkdışı bir tecrit olduğunu sergilemeye çalıştık. Bu noktada TTB temsilcisi de tartışmaya katılarak tecritin varlığını sergileyen net bir tutum takındı. Tartışmanın giderek sertleşmesinin yanı sıra “heyetin programının sıkışıklığı ve bu toplantı için ayrılan sürenin bitmek üzere olduğu” gerekçesiyle toplantıya son verildi.
Toplantının bitiminde, Cohn Bendit ve danışmanı ile yaptığımız kısa sohbette, özellikle Kandıra’da yapılan görüşmenin Cohn Bendit tarafından daha sonra basına da açıklanan bazı detaylarının yanı sıra, “heyetin bu ziyaretten, tutuklular aleyhine bir izlenim ve kanaatler edinerek ayrıldığı” gözlemini öğrendik.
Aynı gün başka bir kaynaktan öğrendiğimize göre, heyetin Kandıra’ya yaptığı ziyaret sırasında DHKP-C temsilcisinin sözlü ve yazılı olarak dile getirdiği görüşlerin yanı sıra, cezaevi idaresi de tutsaklar arasındaki haberleşme sırasında ele geçirilen bazı notların fotokopilerini heyete vermiş: bunlardan birinde DHKP-C’nin önde gelen kadrolarından biri olduğu iddia edilen ve yazışmalarında “Fidel” kod adını kullanan tutsak, “Bu direnişi sadece cezaevleri sorunu için yapılan bir direniş olarak görmenin yanlış olacağını, sorunun, PKK’nin teslimiyetinden sonra halklara umut ve güven verecek bir alternatifin varlığını gösterme sorunu olarak görülmesi gerektiğini, kendileri dışında kalan solun bunu göremediğini, ama kendilerinin baştan beri bunu görerek hareket ettiklerini ve bundan sonra da buna uygun hareket edeceklerini, bu yüzden bazı taleplerin kabulü ile sınırlı bir anlaşmayı kabul etmenin yanlış olacağını” belirtiyormuş. Bu bilgiyi veren muhatabımız, Heyet Başkanı Swoboda’nın bizimle tartışırken söz ettiği “belgeler”den birinin de bu not olduğunu belirtti. Zaten DHKP-C’nin direnişin amaçları ve talepleri konusunda o güne kadar çizdiği zigzaglar ve yarattığı bulanıklık, böyle bir notun gerçekten var olup olmamasından da bağımsız olarak bu hesabın güdüldüğünü fazlasıyla sergiler nitelikteydi.
Bu heyetin ziyaretinin ardından, ÖO eylemcilerinin tahliyeleri hızlandı. Nisan ortalarında başlayan, Mayıs içinde tek tür örneklerle devam eden uygulama, Haziran’ın ilk yarısından itibaren adeta kitlesel bir boyut kazandı. Tahliye edilenlerin ÖO’nu dışarda da sürdürmeleri konusu, yeni tartışma ve ayrışmaları da beraberinde getirdi.
Sol tasfiyeci blokun başını çeken DHKP-C, eylemi dışarda da sürdürme tutumunu bir örgüt kararı haline getirerek, buna uygun davranmayan kendi eylemcilerini uzunca bir süre “hain” olarak damgaladı. Bununla da yetinmeyerek, kendi örgütlerinin aldıkları kararlar doğrultusunda dışarda bu tutumu benimsemeyen başka örgütlerden ÖO direnişçilerini de, “eylem kırıcısı” vb. olarak suçlamaya yeltenecek kadar ileri gitti. İşin trajikomik tarafı, bu konuda herkese karşı yeni bir ‘savaş içinde savaş‘ açan DHKP-C, zamanında kendisinin seçerek belirlediği kendi eylemcilerinin bile ancak yüzde 15-20 kadarına bu kararını uygulatabildi. Yani bu keskinlik, kendi mantığı içinde ‘kahraman‘dan kat kat fazla ‘hain‘ üretti. Her zaman olduğu gibi bu konuda da DHKP-C’nin kuyruğuna takılmaktan geri kalamayan TKP(ML) ile ‘eklenti’ eylemci TKİP’in hali ise tam bir rezaletti. Cezaevlerinde DHKP-C ile birlikte yayınladıkları ortak imzalı yazılarda, dışarda sürdürme tutumunu doğru bulmayan diğer devrimci örgütlere ve örgütlerinin politikaları doğrultusunda hareket eden ÖO direnişçilerine saygısızca dil uzatan bu örgütlerden TKİP’ten dışarda ÖO’nu sürdüren bir tane bile eylemci çıkmadı. TKP(ML) ise, tahliyeler başladıktan üç buçuk-dört ay kadar sonra topu topu 5 kişilik bir ekip çıkarabildi; sırf ‘görüntüyü kurtarma’ amacıyla düzenlendiği her halinden belli olan bu girişim de, örgütünün kararını ciddiye alarak sonuna kadar gitme kararlılığını gösteren Yeter GÜZEL adındaki bir devrimcinin daha şehit düşmesinin dışında kendi içinde çözüldü ve fiyaskoyla sonuçlandı.
DHKP-C ve kuyrukçularının, kendi dışlarındaki devrimci ve demokrat güçlere karşı baştan beri izledikleri ve direnişe de büyük zararlar veren saygısız ve sekter politikaların zirve noktalarından birini oluşturan bu tutum, esasında direnişin artık bir çıkmaza saplandığını ve kaybedilmekte olduğunu hissetmekten de kaynaklanan bir hırçınlığı yansıtıyordu. O gün gelinen noktada, ölümlerin sayısı ne kadar artarsa artsın sırf buna bağlı olarak, hedeflenen sonuçların elde edilebilme şansı neredeyse kalmamıştı. Direniş, içerde ve dışarda bariz bir biçimde güç ve irtifa kaybediyordu. Eğer direniş halen bir yükselme trendi içinde olsaydı veya sonuç alma şansının hala güçlü olduğu bir evrede bulunulsaydı, sadece bir kararlılık göstergesi olmakla kalmayıp, sonucun alınmasını da zorlayıcı bir baskı unsuru olarak, tahliye edilen direnişçilerin ÖO’nu dışarda da sürdürmeleri elbette yerinde ve doğru bir tutum olurdu. Ne var ki, bizim subjektif niyet ve beklentilerimizden farklı olarak durum tam tersineydi.
Cezaevlerinde, direnişin temel gücünü oluşturan ÖO’larına zorla müdahalelerin yanı sıra çok sayıda dökülme yaşandığı için, bu eylem biçimi, esasında tahliyeler öncesinde büyük ölçüde etkisizleşmişti. İnisiyatif zaten büyük ölçüde kaybedilmişti ve kaçırılan son fırsatlardan sonra onun tekrar ele geçirilebilmesi oldukça zordu. Dışarda ise zaten hep zayıf ve yetersiz kalan destek, o kesitte yeniden dibe vurmuştu. Aileler içinde bile yeni temaslar ve girişimlerde bulunacak heyetler oluşturmakta zorluk çekiliyordu; ezici bir çoğunluk “çocuğunu bir biçimde kurtarmanın” peşine düşmüştü. Eylemin aylarca uzamasının yarattığı yorgunluk, artık bitkinlik ve eyleme karşı tepkiye dönüşmüştü. O güne dek çok çaba harcamış en yakın destek güçleri dahi, bu eylemde “ölümün amaç haline getirildiğini” düşünüyor ve bütün devrimci hareketi “,ölüme dayalı siyaset yapmakla” suçluyordu.
Bu koşullarda, ÖO’nun dışarda da sürdürülmesi, bu tepkileri ve olumsuz kanaatleri pekiştirmekle kalmayacaktı; direnişe karşı sempati ve desteği büyütücü olmak şurada dursun, ona da çok büyük zararlar verecek yeni beklenmedik tutumlar doğurabilecekti. Nitekim, dışarda sürdürme pratikleri sırasında bunun örnekleri fazlasıyla görüldü. Bazı aileler, “akraba” görünümü altındaki sivil polislerin desteği ile ÖO yapılan evleri basıp çocuklarını “kurtarmaya” giriştiler. Kamuoyunun önüne uzunca bir süre “sözcü” kimliği ile çıkan -üstelik “en keskin” pozlar sergileyen- eylemciler, geceyarıları pencereden atlayıp ÖO evlerinden kaçtılar; “banyo yapmaya gidiyorum” diyerek ailesinin yanına gidenler, arkadan “eylemi bıraktıkları” haberini gönderdiler, vb. vb. Sırf bunlardan ibaret olmayan, ama, “bu direnişin, örgütlerin zorlamasıyla ve başka hesaplarla sürdürüldüğü” kanaatinin yaygınlaşıp pekişmesine neden olan “dışarda sürdürme” pratiği sırasında sergilenen buna benzer akılsızca tutumlar, Sevgi ERDOĞAN‘ların, GÜLSÜMAN‘ların, ZEHRA‘ların, YETER‘lerin duruşlarıyla vermek istedikleri mesajları da gölgeledi; direnişe duyulan sempati ve desteği büyüteceği yerde, kaldığı kadarını da adeta sildi süpürdü.
O zaman, küpe de zarar veren bu son keskinliğin hangi akla hizmet için yapıldığı sorusu sorulacaktır. Bu kez, sadece gelişmelerin yönünü göremeyen bir politik körlük değildir sözkonusu olan. İlk bakışta onunla çelişen ama aslında ondan da beslenen bir ‘politik kurnazlık‘ girmiştir bu konuda işin içine.
Bu kadar büyük bedellerin ödendiği, bu kadar görkemli ve kitlesel bir direnişi kendi küçük hesapları uğruna tıkanıklık ve yenilgiye sürükleyen sol tasfiyeciler, o güne dek yaptıkları akıl almaz hataların ürünü olan bu sonucun suçunu ve vebalini başkalarının sırtına yıkabilmek için seçmişlerdir bu yolu. Her şeyden önce, işlerin neden ve nasıl bu hale geldiğini açıklamakta zorlanacakları kendi güçleri, devrimci-demokrat kamuoyu ve tarih karşısında, “Biz son ana kadar elimizden geleni yaptık, ama diğerleri bizi yalnız bıraktılar” demagojisine zemin hazırlamak için, gelinen o noktada sonuca artık hiçbir olumlu katkısının olamayacağı çok açık olan “dışarda sürdürme” keskinliğine başvurma ihtiyacını duymuşlardır. Nitekim onu direnişin kendisini ve amaçlarını gölgeleyecek dramatik bir showa dönüştürmelerinin de, kendilerini ‘tekleştirmek’ için herkese karşı yeni bir savaş bahanesi haline getirmelerinin de nedeni bu hesaptır. Kısacası, o noktadan itibaren “devlete karşı politika”nın yerini yeniden “başkalarına karşı politika” almıştır.
İşin kötüsü, bu hastalık o noktadan itibaren MLKP başta olmak üzere başkalarına da sirayet etmiş; direnişi ÖO biçiminde sürdürmenin sonuç alma şansının artık kalmadığı görüldüğü halde, sırf “başkaları ne der” korkusunun baskılanmasıyla, 2001 Temmuz’undan 2002 Mayıs’ına kadar geçen tam 11 ay boyunca gerekli adımı atma cesareti gösterilememiştir.
Temmuz’dan itibaren 2001‘in yaz ayları, dışarda sürdürme pratiklerinin yol açtığı olumsuz sorgulamaların derinleşmesinin dışında tam anlamıyla bir ‘ölü mevsim‘ olarak geçti. Harekete geçirilmeye çalışılan güçleri yerlerinde bulmak dahi mümkün değildi. Eylül ayına gelindiğinde, konuyu gündeme sokmak dahi çok büyük çaba gerektiriyordu. Kiminle konuşulsa, “bu eylem biçiminde ısrarı, artık anlamsızdan da öte saçma bulduğunu” belirten tepkiler ve kayıtsızlıkla karşılaşılıyordu. Koşulların tümüyle aleyhimize dönmüş olması gerçeğini dikkate alarak, “uygun bir formül bulunarak ÖO’larına son verme” önerisini gündeme getirdik.
Bunu yaparken yine gerçekdışı düzeysiz saldırılar ve spekülasyonlarla karşılaşacağımızı tahmin ediyorduk. Eylemin yenilgiye uğramasının sorumluluğunun üzerine yıkılmaya çalışılacağı bir ‘günah keçisi‘ arayışlarının ön plana geçtiğinin farkındaydık. Buna rağmen, uğranılan fiziki ve moral kayıpların daha fazla büyüyüp derinleşmemesi sorumluluğunun gereği olarak bu öneriyi gündeme getirmekte tereddüt etmedik.
Önerimiz, öncelikle karşılıklı diyalog ve ikna mekanizmalarını bir kez daha sonuna kadar işleterek ÖO’larına hep birlikte son verilmesinin sağlanmaya çalışılmasını içeriyordu. Ancak, bilinen yaklaşımları nedeniyle DHKP-C buna ayak direyecek olursa, ikna için makul bir süre daha çaba harcandıktan sonra, gerekirse o olmadan da bitirmek göze alınmalıydı.
Bu konuda birliktelik sağlandığı taktirde, buna paralel olarak barolar, İHD, TTB, TMMOB, vd. demokratik kurumlar, önde gelen aydın ve sanatçılar, gazeteciler ve konuyla başından beri ilgilenen tüm güçlerle yeniden temas kurularak, “tecrit ve izolasyonun ortadan kaldırılması” talebinin gerçekleşmesi doğrultusunda yeni bir girişim başlatmaları istenmeliydi. Onların bu temelde çabalarını sürdüreceklerini kamuoyuna deklare etmelerinin yanı sıra, kendilerinin hareket zeminini güçlendireceğini belirterek yapacakları bir çağrıya bağlı olarak, cezaevlerinden de, “demokratik kurum ve güçlerin bu çağrılarına yanıt olarak ÖO’larına son verildiği, ama devletin tecrit ve izolasyon yoluyla devrimci tutsakları teslim alma çabalarına karşı direnişin sürdürüleceği” şeklinde bir açıklama yapılmalıydı.
Eylül başından itibaren, bu öneri temelinde diğer devrimci örgütlerle yeni bir temas trafiği başlattık. TKP/ML ile zaten sürecin en başından beri görüşlerimiz büyük ölçüde çakışıyordu. Bu konuda da aramızda görüş birliği oluştu. Diğer 7′li Platform bileşenleri de bu öneriyi benimsiyorlardı. MLKP içinde ise bu konuda yaklaşım farklılıkları olduğu görülüyordu. Nisan ayından itibaren görüştüğümüz dışardaki yetkili temsilcilerinin yanı sıra bazı cezaevlerindeki temsilcileri de bizim yaklaşımlarımızı doğru gördüklerini belirtir ve destekleyici bir tutum sergilerken, sol tasfiyeci bloktan da etkilenerek daha ‘ara bir duruş’u savunanların olduğu da belliydi.
Bu farklılık, daha sonra resmi olarak da dışa vurdu; MLKP MK, “ÖO’larının dışarda da sürdürülmesi görüşünde olunduğu halde, bunun, dışardaki yönetici kadroların bu konuda yeterli çabayı harcamamaları nedeniyle yaşama geçirilemediği” şeklinde bir özeleştiri yayınladı. Tahliyelerin üzerinden aylar geçtikten sonra, üstelik dışarda sürdürme pratiklerinin sonuçları da ortada iken yapılan bu özeleştiri ve tahliyelerden tam 11 ay sonra böyle bir pratiğe yönelinmesi, esasında MLKP’nin de ‘görüntüyü kurtarma‘ akıntısına kendisini kaptırdığının göstergeleriydi.
TKP(ML) ile ise, ilişkilerdeki yıpranma ve oluşan karşılıklı tepkiler nedeniyle, 2002 Mart sonuna kadar doğrudan bir temasımız olmadı. Önerilen çerçevede onlarla görüşmeleri TKP/ML’li arkadaşlar yürüttüler. Aslında onlar da, o koşullarda ÖO biçiminde ısrarın anlamsızlığını giderek daha fazla görmeye başlamışlardı. Fakat o güne kadar kader birliği yaptıkları DHKP-C’den kopmayı göze alamıyorlardı. Bu konuda önce onlarla bir birliktelik sağlamaya çalışmak için süre istediler. Kendileriyle görüşen TKP/ML’li arkadaşlara söylediklerine göre, DHKP-C’ye, “belli girişimlerin ardından sonuç alınamadığı taktirde, ÖO’larına son verilmesini de içeren” bir öneride bulunmuşlar ve onun cevabını bekliyorlardı.
Süreç boyunca sol tasfiyeci blokun dekor süsü olmaktan öte bir rolü ve ağırlığı olmayan TKİP ise, “Direnişin bu biçimiyle artık bir sonuç alamayacağını kabul etmekle birlikte, iradi bir son verme yerine ‘kendi kendine sönümlenmeye bırakılması’ görüşünde olduklarını” belirtti. Ödenen o kadar bedel yetmezmiş gibi daha onlarca yetişmiş devrimci kadronun ölümünün ya da sakat kalmasının sözkonusu olduğu bir eylemin bitirilip bitirilmemesi konusunda sergileniyordu bu sorumsuz, vurdumduymaz tavır.
Bu tereddütler ve yalpalamalar nedeniyle, yeniden aylar yitirildi. Bu arada 11 Eylül eylemleri oldu; dünyadaki bütün dengeler ve gündem değişti. Buna rağmen biz hala zaman yitiriyorduk. Bu sırada üç büyük ilin Baro Başkanları, 2001 Kasım‘ında son bir hamle olarak “3 Kapı, 3 Kilit” formülünü gündeme getirdiler. Bundan 7 ay önce bizim hem de bir “ön çerçeve” olarak gündeme getirdiğimiz bundan çok daha kapsamlı bir çözüm önerisine yanaşmamakla kalmayıp sabote etmek için ellerinden geleni yapanlar, köprünün altından onca su aktıktan sonra bu öneriyi benimseyip desteklediklerini açıkladılar ama iş işten geçmişti. Nitekim devlet, gelinen noktada bu öneriyi kaale bile almadı.
TKP(ML)’nin, DHKP-C’nin yanıtının netleşmesini beklemesi, 2002 Ocak sonlarını buldu. DHKP-C’nin, ÖO’larını son verme niyetinde olmadığı bir kez daha görüldüğü halde, üzerinde birleşilen adımı atma cesareti hala gösterilemiyordu. Şubat sonu-Mart başlarında bu kez de MLKP, dışarda ÖO’na başlamak da içinde olmak üzere yeni bir kampanya başlatacaklarını ve bunun sonuçlarını da gördükten sonra durumu değerlendireceklerini açıkladı. O koşullarda bu, “tribünlere oynamak”tan başka bir anlam taşımıyordu. Ama kimse “ilk taşı atan” olmak istemediği için, “birliktelik” adına bu kez de MLKP’nin beklenmesi eğilimi ağır bastı ve nihayet 2002 Mayıs sonunda DHKP-C ve TKEP/L (ve tabii resmi bir görüş belirtmek cesaretini bile gösteremeyen TKİP) dışında kalan tüm devrimci örgütler ÖO Direnişi’ne son verdiklerini açıkladılar.
Bir dönemin finali
Faşizmin TDH’ni tasfiyeyi amaçlayan “F tipi” saldırısı ve ona karşı direniş süreci, bölüm girişinde de belirttiğimiz gibi, TDH’nin 12 Eylül sonrası gelişim sürecinde ‘merkezi bir konum ve ağırlığa’ sahiptir. Sadece ‘dün’e ait olmakla kalmayıp ‘geleceği’ de belirleyecek sonuçlar ve deneyimler içeren bir kesittir. Bundan dolayı, onun üzerinden atlamak ya da alışılagelen kalıplar içerisinde, seçilmiş bazı yönlerine dayalı “değerlendirmeler”le geçiştirmek ne mümkündür ne de sorumlu ve doğru bir tutum olur. Sürecin arka planında yer alan çoğu gelişmenin, halen devrimci kadrolar ve kamuoyu tarafından dahi bilinmiyor oluşu, bu değerlendirmenin kapsamını da geniş tutmayı gerekli kılan bir diğer zorunluluktur.
Bu tarihi direniş sürecinin ortaya koyduğu sonuç ve dersleri tek bir başlık altında toplamak ve özetlemek gerekirse, bu süreç, 3. Konferans’ımızın Sonuç Bildirgesi’nde altını çizerek vurguladığımız bir gerçeğin, yani “sınırlı bazı devrimci özelliklere sahip olmakla ve antifaşist direnişçilikle yetinen bir devrimcilik anlayışının artık ömrünü doldurduğu” gerçeğinin faturası ağır bir göstergesi olmuştur. Bu anlamda bu süreç, bir dönemin finalidir.
Artık aşılması gereken anlayış ve alışkanlıklarla yürünemeyeceğini, bu tarz bir devrimcilikle süreçlere ve tarihsel gelişmelere öncülük edilemeyeceğini, pratikte ne kadar büyük bir cesaret ve kararlılık sergilenirse sergilensin yeni çıkmazlara saplanmaktan ve yenilgilere sürüklenmekten kurtulunamayacağını acı bir biçimde göstermiştir.
TDH, sadece ağır fiziki kayıplara uğramakla kalmayıp bundan daha büyük bir moral ve prestij kaybına uğradığı bu süreçten gereken doğru dersleri ve sonuçları çıkaramadığı sürece, bugünkü cılız ve etkisiz konumundan kurtulabilmesi de mümkün değildir!
Gerek örgütsel gerekse bireysel bazda, kimde, ne ölçüde yoğunlaştığına bakılarak aldatıcı bir teselli ve rehavet anlayışına sürüklenmeksizin, bu tarz ve alışkanlıklar aşılmak zorundadır!..