İŞÇİ SINIFI
Ona söz!..
Bu yaşadıklarımızdan insanlık için öğretici bir roman bırakacağız
Hejar Baran
Bazı insanlar aynı anda hem çocuk hem genç hem olgun ve bilge bir yaşlı olabilir; insan ömrünün tüm bu aşamaların kazandırdığı hasletleri kendilerinde toplayabilirler. Maviş bu insanlardandı… Yaşı değil yaşadıklarıyla, hayatla kurduğu bilinçli ilişkiyle olgundu. Bir çocuk kadar saf, bir genç kadar dinamik, tutkulu ve coşkuluydu.
Bunu mimiklerinden, gözlerinin hep parıldayan harelerinden, hızlı ve çevik yürüyüşünden, hesapsız gülüşünden, yeni bir şey öğrendiği anlardaki çocuksu coşkusundan, ciddi meseleleri akıl almayacak kadar sadeleştirerek karşısındakine aktarışındaki olgun ve sabırlı duruşundan, öğrenmeyi tutku derecesinde sevmesinden ve ciddiye almasından anlardınız.
Gözlerine dokunduğunuz anda garip bir huzur ve güven duygusuyla sarmalandığımız Maviş, sanki her erken ölümde olduğu gibi tüm bir ömrün veçhelerini aynı ana toplayarak yaşıyordu hayatı.
Ailesiyle kurduğu ilişki bile böyleydi. Evin en küçüğüydü; sözüne en fazla güvenileniydi aynı zamanda. Karmaşık sorunları olan bir aile değildi Maviş’in ailesi. Abileri, ablaları, kısacası ailenin bütün fertleri emekçi yaşama sahip tertemiz insanlardı. Ama bu sade yaşamlarında bazen onların bile içinden çıkamadıkları durumlar olabiliyordu. O anlarda Maviş’e danışarak karar vermeyi önemserlerdi. Onun söylediği her sözün onlar nezdinde bir ağırlığı vardı. Çünkü onun mantığına, yaklaşımlarının objektifliğine ve adalet duygusuna güveniyorlardı.
Aynı zamanda evin en şımartılanı, en nazlısıydı. “Şımartılan” ve “nazlı” kelimelerine takılmayın. Maviş’in öyle anladığımız tarzda şımartılacak bir hayatı, ailesinin de onu anladığımız tarzda şımartacak koşulları yoktu. Kirli savaş yıllarında köylerini terketmek zorunda kalan bu aile, bir anda kendilerini buldukları İstanbul’da hayata, emekleri ve alınterleriyle sıkıca tutunmuş insanlardan oluşuyordu. En küçük çocuk olan Maviş de öyle… Daha 13 yaşında, ayakları makinenin pedallarına bile yetişmeyecek kadar küçükken, o narin bedeniyle konfeksiyon atölyelerinde bulmuştu kendisini. Şımarmak ne kelime, sabahın 06:00’sında mesaiye başlayıp geç saatlerde eve ancak gelebilen bir çocuk işçilikle adımlamıştı hayatının İstanbul’da açılan etabını.
Buna rağmen dünyalar güzeli annesinin nazlısıydı. ‘80’lerin sonunda mücadele içinde ölümsüzleşen TKP/ML gerillası oğlu Hasan’ın yerine koyduğu, birçok duygusunu yüklediği nazlısı… O koşullar içinde yaptığı şımarıklıklarını ve Anne’nin ders vermekle iç içe geçen sevimli cezalarını anlatarak gülerdi Maviş… Yemek seçmeler, inatçılıklar, çeşitli küçük aksiliklerdi bunlar…
Her sınıftan, kesim ve katmandan insanla ilişkisi olan Maviş, hemen herkeste aynı duyguları uyandırırdı. Kobanê’ye gitmeyi çok istiyordu. O dönem çeşitli örgütlerden kopmuş sayısız insanla ilişkisi vardı. Bunların herbiriyle düzenli görüşürdü; onlar Maviş’le görüşmeyi hayatlarında temiz hava soludukları bir an gibi değerli bulur, mutlu olurlardı. Onları örgütlemek gibi pragmatik bir mantıkla ilişkilenmezdi. Derdi, devrim düşleri daha fazla sönmesindi. Bu noktadaki samimiyetini onlar da bilirdi. Onları örgütlerinden kopuş süreçlerinde kendilerinden kaynaklı zayıflıklar noktasında da sarsardı. Gündemlerine devrimin sorunlarını taşırdı. Örgütsüz yaşamın insanı nasıl kötürümleştireceğini hissettirmek isterdi. Görüştüğü bu insanlar arasında Kobanê’deki direnişle anlamlı bir ruhsal ilişki kuranlar da vardı. Maviş oraya gitmiş olsaydı onunla birlikte gözlerini kırpmadan gitmeye hazırdı bazıları. Maviş’in kendisi de buna hazır ve istekliydi. Üstelik, o kritik kesitte bu kolektifin gündemine girmiş bir konuydu. Fakat uzun yıllara yayılan tasfiyeciliğin yarattığı tahribat ve bölünmenin yol açtığı sorun ve dağnıklıkların üzerinden henüz gelememiştik. Ciddi bir kadro sıkıntısı içindeydik, bu yönelimimizi o yüzden pratikleştiremedik. Bunu başaramamış olmak Maviş’in içinde de en büyük pişmanlıklardan biri olarak kaldı…
Onu ilk olarak yoğun bir iç krizle boğuştuğumuz günlerde tanımıştım. Bıraktığı ilk intiba, o ana kadar tanıdığım en canlı yoldaşlardan biri olmasıydı. Çapı ve düzeyi farklı olsa da herbirimizi bir biçimde kesen tasfiyecilik illetinin ruhlarımızda yarattığı “kötürümlük” ondan uzaktı sanki. Üstelik Maviş kolektifle sağcı tasfiyeciliğin egemen hale geldiği yıllarda tanışmıştı. Buna rağmen o yıllardan itibaren yaşanan iç durgunluğa, çözülme ve kırılmalara, tasfiyeci yaşam tarzına ucundan kıyısından bulaşmayacak kadar diri bir devrimci sınıf faaliyetinin emekçisiydi. O zamanın ruhuna uygun alışkanlıklar, tercih ve yönelimler hemen herkeste bir biçimde oluşmuşken, Maviş ve onun gibi birkaç yoldaşta bunların esamesi yoktu. Bir komünist devrimcinin karakterinin olmazsa olmaz özelliklerini oluşturan hesapsızlık, tutku, ısrar ve irade rengarenk bir canlılıkla etrafına yayılıyordu.
Aurasında bulaşıcı bir güven, bulaşıcı bir inanç ve dinamizm vardı. İçindeki devrim ateşi henüz tümüyle sönmemiş her yüreği farklı düzeylerde de olsa tutuşturacak kadar diri bir kıvılcıma benziyordu varlığı… Devrim ateşi sönmüş yüreklere bile iyi gelen, devrime doğru yeniden bir yol açmaları yönünde motive edici bir umut saçıyordu. Muhataplarını inanmışlığı kadar gerçekçiliğiyle de sarsıyor, sarmalıyordu. Ona değen her yürekte bir iz, bir çentik bırakacak kadar güçlü, bir o kadar da yalın bir karakterdi.
Vücut dili, konuşma tarzı, mimik ve bakışları hayatın tüm renklerini taşıyan ahenkli bir bütünlük oluşturuyordu. “O iç kriz günlerinde dokunduğum en taze kalmış soluktu Maviş” demek abartılı olmaz.
Fakat bir yanıyla da garip bir ‘tedirginlik’ vardı üzerinde. Bilinç ve yürekle bağlandığı örgütü bir bölünmenin eşiğindeydi. Birileri hem de yıllardır yönetici kademelerde olan ekip, bu bölünmeyi en kirli yöntemlerle derinleştirmek için ellerinden geleni yapıyordu. Yöneticiliğin sağladığı olanakları tepe tepe kullanıyorlardı. Örgütün gövdesiyle kurdukları ilişkilerin sürekliliği önemli bir avantajdı. Her alanla tanışıklardı ve her alana bugün artık herbiri hayat tarafından hem de kısa sürede ıskartaya çıkarılan o pespaye görüşlerinin propagandasını yapıyorlardı. Hedefe çaktıkları devrimci kanada ve komünistlere dair kafa karıştırıcı kirli bir antipropaganda yürütüyorlardı.
Maviş ve güvendiği yoldaşlarından oluşan örgüt emektarı bir avuç yoldaş, yöneticilik tecrübelerinden uzaktı. Örgütün gövdesine ulaşabilecek mekanizmalardan da… Bir yıkım anında ortaya ağır bir enkaz çıkacağı giderek netleşiyordu. Safını en başında belirleyen Maviş gibi yüreği ve bilinci açık bir yoldaş, ortaya çıkacak bu enkazın en az kendisi gibi tutkulu bir ekiple kaldırılabileceğini biliyordu. Aslında tarihin bu zorlu döneminde yeni bir kurucu iradenin süzülüp çıkması gerektiğini kavramıştı. Tedirginliği, böyle bir ekibin çıkıp çıkmayacağı noktasında yaşadığı kaygıdan kaynaklanıyordu. Yoksa bir avuç kafası açık komünistin, her türlü zorluğun üstesinden geleceğine yürekten inanacak kadar iyimserdi. Komünistlere ve devrimcilere mahsus bu iyimserliğine rağmen tahribatın derinliğini görecek kadar da gerçekçiydi.
lk karşılaşmamızda tasfiyeci hizbin elebaşılarına olan öfkesini gizlemeyen bir yaklaşımla konuşuyordu. Fakat garip bir kayıtsızlık da seziliyordu yaklaşımlarında. Sanki ‘her şey net artık…’ der gibiydi.
Fildişi kulelerinde “yüksek teori” yapan bu sağcı elitist grubun bizlere yakıştırdıkları “demokratik devrimcilik”, “halkçılık”, “dar siyasal devrimcilik” tespitlerine adeta hak verir tarzda bir soru sormuştu: “Sahi, Türkiye’de sosyalist devrimcilik neden hep sağcılık üretiyor?”… Aslında ‘hınzırca’ bir tutumla şeytanın avukatlığını yapıyordu.
Yoksa kendisi de sosyalist devrim fikrine yürekten inanıyordu. Üstelik örgüt saflarında bu tezin ilk olarak pratik kaçkını sağcı küçük burjuvalardan çok daha önce onların “halkçılıkla” yaftaladıkları komünistler tarafından dile getirildiğini de biliyordu. Sosyalist devrim stratejisinin yıllar öncesinden benimsenmiş olması gerektiğini o da paylaştığı halde o kesitte neden böyle bir soru sorduğunu onu biraz daha tanıdıktan sonra anladım. Belki henüz derin teorik bir birikime sahip değildi, düşüncelerini belki “başkaları” gibi sistematik olarak ifade edemiyordu. Ama onda çok sağlam bir sınıf sezgisi ve gözü vardı. O sorusu da, karşıtlarını “halkçılıkla” damgalamaya çalışanların sosyalist devrimle aslında nasıl sağcı bir ilişki kurduklarının altını çizmek için yaptığı bir göndermeydi.
Aslında dolaylı konuşmayı, göndermeler yapmayı sevmeyen bir insandı Maviş… Ne düşünürse doğrudan ifade edecek kadar kişilik sahibiydi. Fakat bu açıklığı, ciddiye aldıkları için gösterirdi. Ciddiye almanın ise emek vermek, sabırla ikna etmek ya da edilmek olduğunu bilirdi. Onunla tanıştığım sırada, kolektifin ağır bir krize sürüklenmesinin sorumlusu kavga kaçaklarını artık ciddiye almıyordu. O sağ tasfiyeci çizgiyi kafasında bitirmişti. Onlara karşı dolaylı göndermelerde bulunmak ya da ciddi mevzularda bile görüş belirtmemek şeklinde ‘kayıtsız’ bir tutum sergiler olmuştu.
O artık ortadaki enkazdan neyin nasıl kurtarılabileceğinin derdindeydi. Aslında onarılmayacak büyüklükte bir sarsıntı ve tahribat yaşandığının farkındaydı. Çözümün yeni bir devrimci kurucu irade gerektirdiğini de görüyordu. Artık bütünüyle, böyle bir iradeyi kuşanıp temsil edecek sağlam bir çekirdeğin oluşup oluşamayacağı derdindeydi. Tedirginliği de bundan kaynaklanıyordu.
Maviş, bir süper kahraman değildi. “Süper kahraman” fikrine de nefretle yaklaşırdı. Yapısında ekip çalışması-kolektivizm vardı. Sayıdan da bağımsız olarak, ne yapacağını bilen, birbirini tamamlayan, karşılıklı besleyen ve üreten bir kolektif bileşimin “zor olanı başarabileceğini, imkansız olanınsa sadece zaman alacağını” bilirdi. Aradığı da buydu.
Kirli savaşın sonuçlarını köyünden zorla göçertilip 13 yaşında konfeksiyon atölyelerinde ter akıtmaya başlayarak görmüş, o atölyelerde çalışırken bile emekçi mahallesi olan Gazi’de yaşıtları-akraba ve köylüleri olan gençlerle “Karayolları Gençlik Örgütü’nü” kurmuş, çocukluktan başlayarak duvar yazılamalarıyla-polisle-sokak gösterileriyle tanışmış Maviş, kısacık yaşamına sığdırdığı bu deneyimlerle komünist hareketle buluşmuştu.
Tüm bu birikim içinden, işçi sınıfının kendisi için sınıf olmasının toplumsal bir devrimin yegane koşulu olduğunu süzmüştü. Komünistlerle de bu temelde buluşmuştu. Her bilince çıkardığının yaşam içinden sınanmış, süzülmüş bir tarafı vardı onda.
Komünistlerle buluştuğu yıllar tasfiyecilik yıllarıydı. Kafasındaki örgütü bulamasa da ideolojisine, siyaset yapış biçimine ve tarihine bağlanmıştı. Çürüme kokusunu aldığı pekçok tasfiyeci yaklaşım ve pratik kafasına bir soru çengeli gibi asılsa da, işçi sınıfının örgütlü bir sınıf olması ideali için gece gündüz çalışma şevkinden bir şeyler alıp götürememişti. Proleter bir hırsla, inatla, bazen aç kalarak, bazen cebinde bir kuruş bile olmaksızın yanındaki yoldaşıyla kilometrelerce yürüyerek, çoğu zaman işçi evlerinde konaklayarak mücadele yollarını arşınlamakta ustalaşmıştı.
Bu yürüyüşünün her etabında asla ‘yalnız kurt’ olmamış, asla kendi kafasına göre takılmamış, asla kendisini merkeze koymamıştı. Genç ömrünün sonuna kadar da böyle kaldı. Her zaman birlikte mücadele ettiği bir yoldaşlar grubuyla adımlamıştı yolları. Onlarla kıyasıya tartışarak, usanmadan bıkmadan ikna edilmeye-etmeye çalışarak.
Maviş sadece pratiğin adamı ya da dar pratikçi değildi. Teoriyi, öğrenmeyi, tartışmayı, üretmeyi onun kadar seven, ciddiye alan nadirdir. İşçilik yaptığı yıllarda sabah 6’da yollara düşüp gece 9’dan önce eve dönmüyordu. O yorgunluğa rağmen okumadan uyumadığını söylerdi. Hatta uyuklamamak için yattığı kanapeyi V şeklinde tuttuğunu, en azından hedeflediği bölümü bitirmeden asla uyumadığını anlatırdı. O yıllardan başlayarak sabırla biriktirdiği temel bilgileri, önderleşmek zorunda kaldığı zorlu yıllarda mücadelenin ihtiyaçları temelinde üretmek için ısrarlı okumalarını hiçbir zaman elden bırakmadı.
Her şeyle olduğu gibi teoriyle de mücadelenin ihtiyaçları temelinde devrimci bir ilişki kuruyordu. Onunla entelektüel bir uğraş olarak ilişkilenmiyordu. Dahası, “yaşamın yeşil ağacı karşısında teorinin gri kalacağını” çok iyi biliyordu. O nedenle de kalıpları tekrarlayarak ya da sayfa numarası vererek yapılan alıntılarla konuşmak onun kitabında yoktu. Her şeyi tarihselliği içinde kavrayacak ve teorik perspektifi de bu kavrayışı güçlendirecek tarzda kullanacak devrimci bir ilişkilenişti onunkisi… Ait olduğu sınıfın devrimci kavrayışının yetkine yakın bir örneğiydi bu açıdan da Maviş. Teoriyi asla küçümsemeyen hatta onun “dik yokuşlarına yorucu tırmanışlar yapmaktan” zevk alan ve bunu çevresine de bulaştıran, tüm bu uğraşını yalın bir gerçekle, mücadelenin ihtiyaçlarıyla buluşturarak gerçekleştiren bir emekçiydi.
Zevk alırdı öğrenmekten. Öğrendiğini paylaşmaktan. Bir kitap üzerine ya da karmaşık bir siyasal mevzuda saatlerce konuşabilirdi. Hem de karşısındakini asla sıkmadan yapardı bunu. Öyle ilginç soruları, öyle kışkırtıcı alt çizmeleri, öyle yalın bir anlatımı vardı ki, onunla konuşan herkes o kitabı okumak zorunda hissederdi kendisini ya da o siyasal mevzuda o güne kadar üzerinde düşünmediği noktalarda derinleşme çabasına girerdi.
Gençler için, dağarcığında bol bol sohbet, kitap, tartışma, bazen oyun ve eğlence, teknolojik bilgiler bulunan bir “büyücü” gibiydi. Onu gördüklerinde yüzleri aydınlanırdı. Öyle kendilerinden çok farklı birini beklerlermiş gibi de beklemezlerdi buluşmalarını. Kendi eşitleri ama aynı zamanda doğal önderleriydi onların. Paylaşılan her an ve zamanın, her salisenin yeni anlamlarla buluşacakları bir değeri vardı. Hem de bağırıp-çağırmadan, ajitasyona kaçmadan, retorik parçalamadan yaşanan doğal anlardı bunlar…
Maviş için “yok” yoktu. Hatırlıyorum, kolektifin o büyük iç krizinden sonra gazetenin çıkarılışının giderek sorun olması karşısında “yoksa yaratacağız” diyerek hiç anlamadığı mizanpajı birkaç günde nasıl kavrayıp, giderek yetkinleştiğini… Geceler boyunca internet üzerinden indirdiği derslerle boğuştuğunu…
Fakat Maviş hiçbir şeyi bireyler üzerinden kavramayacak-kurmayacak kadar kolektif düşünen-yaşayan bir mücadele emekçisiydi. Komünistliği de sınıfına mahsus bu özelliğini bilinçle derinleştirilip mücadelenin hizmetine sunmasını ifade ediyordu. Öğrendiği her yeni şeyi, kişisel bilgi olarak görmüyor, anında başka yoldaşlara, özellikle de gençlere taşıyordu. Hem de zevkli bir zaman paylaşımı biçiminde… O günlerde birkaç sayının mizanpajını kendi yaptıktan sonra bir grup yoldaşa ders vererek hızla kolektifleştirmişti. Artık tek bir bireye bağlı olmaktan çıkmıştı mizanpaj sorunumuz.
Sadece mizanpaj mı? Şu an kullandığımız web sitesini de o tasarladı. Hem de yabancı dil bilmeden, matematik konusunda temel bilgilere dahi sahip olmadan kodlardan oluşan web sayfa tasarımı gibi güç bir işin üstesinden gelmeyi başardı. Onu bu zorlu yolculuğa çıkaran, kolektifi bu konularda kimsenin kaprislerine muhtaç etmemek gibi devrimci bir yaklaşımdı. Günlük pratik faaliyetin neredeyse tüm zamanını alan sayısız sorun ve görevlerin yanı sıra gecelerini bu işi öğrenmeye hasrederek “yoksa yaratacağız” dedi bir kez daha. Tıkandığı her noktada asla yüzgeri etmeden, daha fazla çalışma iradesiyle asıldı bu işe. Hatırladığım kadarıyla eski bir yoldaştan öğrendiği birkaç bilgiyi 2 ay gibi bir sürede sadece geceleri çalışarak büyüttü, derinleştirdi. Sayısız tasarım ders sitesinden video izledi, sayısız yere sorularını yazdı. Her tıkanma, onda daha fazlasını öğrenme dürtüsü yaratıyormuşçasına sorularını daha da giriftleştirdi. Her öğrendiği yeni şeyde yüzü de yüreği de bir kez daha aydınlandı, her zaman olduğu gibi sevincini çevresine bulaştırarak yaşadı bunu. Sadece sevincini değil öğrendiklerini ve öğrenmeyi sevmeyi de…
Hiçbir şey sadece kendisinde kalmasın, çevresindeki herkes bir şekilde alsın-yararlansın yaklaşımıyla hareket eden Maviş, o dönem sadece siteyi yapmadı; aynı zamanda çevremizdeki gençlerde bu konuda en hafifinden merak yarattı, bazısına da temel bilgilerini taşıdı, öğretti. O, örgüt işinin kişiler üzerinden gidemeyeceğini bilecek, hiçbir zaman bireysel bir yetkinlik arayışı içinde olmayacak kadar saf bir komünist kavrayışa sahipti.
Kolektifin neye ihtiyacı varsa o zamanını, sağlığını yoktan var etmeye hasredecek kadar güçlü bir komünistti. Osman Yaşar Yoldaşcan yoldaşla kurduğu ilişkiyi bu yönelimle ifade ediyordu. Tıpkı Fatih’in doğal, hesapsız, sıcak örgütçülüğünden öğrendiği gibi, onu kendisine rehber edindiği gibi… Tıpkı Tahsin’de kendi sınıfının yetkin temsilciliğini bulduğu gibi… Maviş onlarla ilişkisini süreklilik içinde üretiyor, herbirini kendisinin güç aldığı, öğrendiği rehberler olarak görüyordu. Bağırmadan, çağırmadan onları yaşıyor, kendisinde yaşatmaya çalışıyordu.
Onca neşesine, bulaşıcı canlılığına, samimi sıcaklığına rağmen Maviş aynı zamanda keskin bir devrimci sekterliğe sahipti. Hiçbir yoldaşıyla, hiçbir devrimciyle edilgen-seyirci bir ilişki kurmazdı o. Kendisinde olmayan ya da kendisinin yapamayacağı bir şeyi başkasından isteyecek tepeden inmeciliğe-dışardanlığa düşmediği gibi, iliğinde hissettiği devrimci ihtiyaçlara yanıt vermekte ayak sürüyenlere karşı da keskin bir kılıç gibiydi. Sekterliği, yoldaşlarına yapamayacakları şeyi dayatmak üzerinden çiğ bir üstencilik şeklinde değildi, içeriksiz bir şekilcilik de ona asla bulaşmamıştı. Tersine bunlar, en fazla nefret ettiği şeylerdi. Kendisine liberal başkalarına sekter olan davranış ve tutumlara asla prim vermemesi bundandı. Fakat kolayca yapılabileceğini bildiği ama çeşitli zaaf ve zayıflıkların üzerine gidilmediği için yapılmadığı-yapılamadığını düşündüğü konularda Maviş asla uzlaşmazdı.
O bir eleştiriyi sadece ikna etmek üzerinden getirmezdi. Aynı zamanda bazen abese vardıracak kadar zorlayıcılıkla birleştirirdi. Bunu bilinçli yapardı. Kişinin o ana kadar üzerinde düşünmediği, görmezden geldiği ya da belki de görmek istemediği bazı zayıflıkları, açığa çıkarmadığı potansiyelleri görmesi için yaptığı bu bilinçli çubuk bükmeler, çoğunlukla devrimci-yaratıcı-üretken bir gerilim yaratırdı. Yeni ilişkilendiğimiz yoldaşlarımızla da onları motive edecek yöntemler geliştirerek ilişkileniyordu. Kimi zaman damarlarına basar kimi zaman da sayısız örnek vererek onları devrimci anlamda kuşatırdı. Onu yakından tanıyan herkes, Maviş bir konuda inatçı ve ısrarlıysa karşısındakini o konu üzerinde daha fazla düşünmeye kışkırtmak istediğini bilirdi… Sağcılığa, düzen içi yaşam ve özlemlere duyduğu tepki, bunlarla asla uzlaşmamak ve ısrarla üzerine gitmek şeklindeydi.
“Yoldaşlarla gerileceğiz”, “o da böyle, bu şekilde kabul edelim” gibi yaklaşımlara prim vermeyen Maviş, kendi iç sınırları, yetmezlik ve zayıflıklarıyla da böyle bir ilişki kuruyordu. Dürüst-temiz bir iç dünyası vardı. Kendisiyle ilişkisi de bununla şekilleniyordu. Yanlışını kavradığı anda üzerine düşünüp mücadelenin bir etabını daha geçmiş gibi mutlu olan biriydi o.
Geleceği nereden kurduğu, mücadeleyle ilişkiyi nerden kavradığı konusunda kafası açık insanların yoldaşlarından beklentileriyle şekilleniyordu sekterliği. Kolektifin hedefleri, olması gereken yer, gitmemiz gereken yön konusundaki kafa açıklığından besleniyordu. Yakın yoldaşlarıyla kurduğu ilişkide o devrimci bir barometre gibiydi. Yokluğunun telafisi zor boşluklar yaratacak kadar sarsıcı olmasının bir yanını da bu oluşturuyor diye düşünüyorum.
Maviş aynı zamanda proletaryaya mahsus bir demokrasiyi içselleştirmiş bir komünistti. “21. Yüzyılda Leninist Parti Modeli Önerisi” kitabıyla da asıl olarak bu noktadan ilişki kuruyordu. Tarihten de ders çıkararak orada işlenen kolektivizm tanımını, önderlik ve kadrolar arasındaki ilişkiler konusunda getirilen perspektifi, yeni tarihsel-toplumsal koşullar içinde nasıl bir önderlik konusunda sunulan projeksiyonu çok beğenmiş ve benimsemişti. Bunların herbiriyle hepimizden daha ileri bir ilişki kurmuş, bunların herbirini hayatın pratik gerçeği haline getirmek için hepimizden daha fazla çaba sarfetmiştir.
Onunla sohbetlerimizde bazen hınzırca, “Bu yaşadıklarımızın romanını yazar mıyız bir gün?” diye sorardı. Aslında yaşadıklarımızın olağanüstü bir yanı olmadığını, mücadelenin seyri içinde gelişebilecek kırılmalar, zorluklar, handikaplar olduğunu bilirdi. Bu açıdan, yaşananları ve bunları yaşayanlar olarak herbirimizi olağanüstü bir yere koymazdı. Ama bu dönemin o kötürümleştirici özelliklerinin üstünden atlamazdı. Tek olağanüstülüğün zamanın bu ruhu olduğunu bilirdi. Roman esprisi de bu gerçeğe dayanıyordu zaten.
Ona söz, bir gün bu yaşadıklarımızdan insanlık için öğretici bir roman bırakacağız. Ritmini, ruhunu, sesini mücadelenin bitimsizliğinden alan sayısız kavga “romanı” gibi…
Alınteri.net