Bazı hesaplamalara göre 6 Şubat depreminde 200 binin üzerinde insanımız göçük altında kaldı.
Bunlardan 105 bini yaralı olarak kurtarıldı. Şu ana kadar açıklanan ölü sayısı ise 40 bine yaklaştı. 100 binin üzerinde insan ise halen enkaz altında. Bunlardan ne kadarının hiç olmazsa cenazesi çıkarılır ne kadarı yıkılan binaların molozları arasında götürülüp bir yerlere atılır belirsiz. Bu anlamda, biz bu depremde de ne kadar canımızı kaybettiğimizi kesin olarak bilemeyeceğiz.
Çektiğimiz ve daha çekeceğimiz acılar, yüzleşmek zorunda kalacağımız gerçekler, çözüm bulmamız gereken sorunlar salt bu boyuttan ibaret değil elbette. Yalnız şimdiden kesin olarak bildiğimiz bir şey daha var: Deprem gibi önlenmesi elimizde olmayan bir doğa olayının bu çağda bu denli büyük bir felaket halini almasının sorumlusu da o enkazın altında.
Aklını, düşünme yeteneğini ve vicdanını tümden yitirmemiş kime sorsanız, depremin bu kadar ağır bir felakete yol açmasından ilk iki gün ortada görünmeyen devletin ve neoliberal kâr hırsının sorumlu olduğu gerçeğini dile getirecektir.
Sosyalistler ve devrimciler olarak bu gerçeği zaten biliyorduk. Dahası dışımızdakilere anlatabilmek için yıllardır dilimizde adeta tüy bitti. Lakin bizim yüzlerce makale, binlerce bildiri, on binlerce söylevle anlatamadığımız gerçeği deprem çırılçıplak ortaya serdi.
İlk günlerde acı ve çaresizlik ifadesiyle dile getirilen “devlet nerede” sorusunun yerini günler ilerledikçe öfkeli sorgulamalar ve lanetleme aldı. Estirilmeye çalışılan gözdağı rüzgarına rağmen “İsterlerse tutuklayıp içeri atsınlar beni…” diye söze başlayan ya da öfkesini kısaca “Devlet bile bile bizi ölüme mahkûm etti. Resmi olarak hiçbir kuruluştan kimseyi görmedik” veya “Biz devletten bir şey beklemiyoruz, bu saatten sonra da yanımıza gelmesinler” cümleleriyle dile getiren depremzede videolarıyla yıkılıyor ortalık.
Devrimci öncülüğü, kendisini kapattığı fanusta afaki çözümleme ve planlar yapıp çağrı ve direktif yayınlamak olarak algılayan seçkinci anlayıştan farklı olarak Marksist öncülük anlayışının temel bir ilkesi karşımıza çıkıyor bu noktada: Kitleler kendi tecrübeleri temelinde eğitilirler!..
Tarihsel bir kırılma ve yol ayrımı
Bu basit bir öfke kabarması değil. Sistemden kopuşa kadar evriltilebilecek tarihsel bir kırılma anındayız.
Bu öfkenin parlamentarist bir zemine çekilerek tüketilmesine meydan vermemek devrimci sorumlulukların başında gelir kuşkusuz ama iş bununla bitmiyor.
Karşımızdaki tayin edici asıl soru şudur: Zaten açığa çıkmış olan bu öfkeyi en fazla ajitasyon-propaganda konusu sınırları içinde ele alıp körüklemekle mi yetineceğiz yoksa Gezi’de de yaşadığımız gibi içini boşalttıktan sonra bir biçimde sönümlenip gitmemesi için somut hedef ve taleplere yönelterek kalıcı ve kurucu bir iradeye dönüştürmeye mi çalışacağız?..
Bugün devrimci bir görünüm altında da olsa ‘mümkün olan’, daha doğrusu ‘yapabildiği kadarıyla’ yetinen kendiliğindenci bir siyaset anlayışıyla içinde bulunulan momentin tarihsel anlam ve önemine uygun bir yol açıcılık yönelimi arasındaki fark asıl olarak bu soruya verilen yanıtta cisimleşir.
Farklı geleneklerden devrimci çevrelerin günün bu tayin edici tarihsel sorumluluğunun farkında oldukları görülüyor. Dayanışma Komiteleri ya da Halk Komiteleri adı altında bu amacı güden öneriler atıldı ortaya. Yaratılmasına çalışılacak örgütlenmelerin iddiası/misyonu konusunda hem fikir olunduktan sonra şu ya da bu isimle adlandırılmaları konusu çözülemeyecek bir sorun olmaz.
Hedef ve misyon ne olmalı?
Adı ne olursa olsun komite, konsey ya da meclis tipi örgütlenmeler Türkiye devrimci hareketinin yabancısı olmadığı biçimler. Biz bugün bu biçimler altında yaratmaya çalışacağımız, bulunduğumuz her yerde kurulmasına ön ayak olacağımız taban/kitle örgütlenmelerinin önüne hedef olarak ne koyacağız?..
Görüşümüze göre, geçmiş deneyimlerimizden farklı olarak bugün kendisini sadece ‘yaraların sarılması’ ve ‘sorumlulardan hesap sorulması’ ana başlıkları altında toplayabileceğimiz an’ın talep ve beklentilerini gerçekleştirme ile sınırlamamalı bu organlar. Tabii ki bunları de içeren ama bunların da ötesine geçen bir perspektif ve iddiayla hareket etmeliyiz. Kendisini sadece bugünün sorunlarının çözümü noktasında bir baskı gücü olmakla sınırlamayıp geleceğe dair talep, beklenti ve umutlarımızın da gerçekleşmesi yönelimiyle hareket eden, bu anlamda ‘kaderimizi elimize almanın’ -siyasetin diliyle söyleyecek olursak ‘iktidarlaşmanın’- başlangıç adımı olarak düşünüp bu temelde örgütlemeliyiz.
Bu mayayı bir kez tutturabilirsek bu iddia ve misyonu büyütüp yaygınlaştırmak, kökleştirip sağlamlaşması için elimizden geleni yapmaktan elbette geri duramayız ve durmamalıyız. Fakat sınıf ve kitle hareketinin bugünkü bilinç ve örgütlülük düzeyini, özellikle de sosyalistler ve devrimciler olarak bizim sınıfın ve halkın geniş kesimleriyle olan bağlarımızın korkunç zayıflığı gerçeğini gözden kaçırarak toplumdaki mevcut öfkeyi rejim ve sistem karşıtı bir mecraya yöneltmek amacıyla örgütlemeye çalışacağımız toplumsal örgütlenme adımlarına şimdiden ‘devrimci iktidar organları’ misyonu biçerek bu yönde zorlamalara kalkışacak olursak kaş yapalım derken göz çıkarmaktan başka bir şey yapmış olmayız.
Başlangıç için asgari zemin
Depremin açığa çıkardığı öfke temelinde inşasına girişilecek kalıcı bir halk örgütlenmesinin ortak hedef ve taleplerinin başında kuşkusuz ‘Bütün sorumlular hesap versin’ talebi gelmelidir. Her şeyin tek adamın istek ve emirlerine, hezeyan ve fantezilerine bağlı hale getirildiği führerci rejim, 3-5 hırsız müteahhidi günah keçisi haline getirerek depremi felakete dönüştüren sorumsuzluklar bahsinde kendi suçlarının üzerini kapatma çabasındadır. Bu oyun 1999 Depremi’nde de oynandı. Fakat sonrasında o müteahhitler hakkında açılan ceza davalarının hepsi zaman aşımına uğrayarak düştü; dahası, o kan emiciler tayfasının sembolü Veli Göçer 2018 yılında yeniden inşaatçılığa başladı. Bu kez bütün atama kararları ve imar aflarından sorumlu olan Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, 1999 sonrasının bütün Çevre ve Şehircilik Bakanları, imar affı önerilerinin sahipleri, AFAD ve Kızılay yöneticileri, depremde kağıt gibi yırtılan binalara ruhsat veren belediye başkanları, denetimden sorumlu olanlar ve tabii ki o kalitesiz inşaatları yapanlar halk önünde yargılanmalıdır.
‘Deprem yaralarının sarılması’ bahsinde ikinci acil talep, inşaat tekellerinin elinde bulunan yaklaşık 2 milyon boş konutun karşılıksız olarak depremzedelerin kullanımına açılması olmalıdır.
Üçüncü olarak, deprem bölgesinde yaşayanların bütün kredi borçları silinmeli, hepsine en azından bu yıl vergi muafiyeti tanınmalıdır.
Dördüncü olarak, deprem bahanesiyle ilan edilen OHAL kaldırılmalı, üniversiteler hemen açılmalıdır.
Kuracağımız halk komiteleri aracılığıyla ‘kaderimizi elimize alma’ kapsamında depremin yaralarını sarma kapsamında somut politikalar üretmekle kalmamalı, onları pratikleştirmesi için burjuvazi ve devlet üzerinde özel bir baskı uygulamalıyız. Örneğin, depremin vurduğu illerde evsiz-barksız, işsiz-parasız kalan milyonlarca insanımız yaşamlarını bundan sonra nasıl sürdürecekler?.. Yaşadıkları travmayı nasıl atlatacaklar?.. Anasız-babasız kalan çocuklar ne olacak?.. Kadınlar, mülteciler, LGBTİ+ bireyler için yapılması gerekenler bizim sorunumuz ve sorumluluğumuz olarak görülmelidir.
Aynı şekilde, elinin kulağında olduğu iyice belirginleşmiş İstanbul depremine karşı hazırlık planları ve pratik adımlar fiilen bu komiteler tarafından üstlenilmelidir. 6 Şubat depremi hem yol açtığı yıkım hem de can kayıpları bakımından 1999 Depremi’ni nasıl aşmışsa, beklenen İstanbul depreminin ikisini de kat kat geride bırakma olasılığı çok güçlüdür. Bu gerçek, konunun uzmanı bilim insanları tarafından yıllardır avaz avaz dillendirildiği halde iktidarıyla muhalefetiyle havanda su dövüldüğü ortadadır. Halk inisiyatifi, daha doğrusu halkın yaptırım gücü daha fazla gecikmeden devreye girmek zorundadır. Yaratacağımız örgütlülüklerin yoğunlaşacakları ve çevrelerinde yeni destek halkaları örgütlemeye yönelecekleri öncelikli konulardan biri de bu hazırlık ve baskıyı yaratmak olmalıdır.
Son olarak, enkazın altında kalan rejim, bu yıkımı toplumsal çürüme ve çöküşün bir manivelası haline getirip her türlü dayanışma ağı ve örgütlenmesini dağıtarak, devletin çıplak zor aygıtı olarak daha fazla öne çıkarılmasını sağlamaya çalışacak. Dolayısıyla bu halk komiteleri aynı zamanda anti-faşist savunma ağlarıyla birlikte düşünülmeli. Fiili, meşru mücadele hattını militan bir içerikte örmek zorundayız.
Alınteri Gazetesi