POLEMİK
Ölüm Orucu Değerlendirmesi (I)
Bu sürecin bütününün kapsamlı ve dürüst bir devrimci muhasebesinin yapılması tarihe karşı bir sorumluluktur
Faşizmin 19 Aralık Katliamı‘nın da gerekçesini oluşturan F tipleri saldırısına karşı Ölüm Orucu Direnişi‘nin örgütlenmesi ve yürütülüş sürecinin belli başlı etap ve gelişmelerinin yazılı belgelere, tanıklıklara ve somut olgulara dayalı olarak anlatılıp irdelendiği aşağıdaki değerlendirme, ilk olarak bundan 5 yıl önce Ufuk Çizgisi dergisinde yayınlandı.
Derginin 1 Haziran 2005 tarihli 15. sayısından başlayarak 23. sayısına kadar 8 bölüm halinde yayınlanan metin, esasında bir iç sürecin belgeleri kapsamında 2003 sonlarında kaleme alındı. O dönemin merkezi karar mekanizmalarında yapılan değerlendirmelerin ardından -bazı tanım ve kavramlara ilişkin bir-iki küçük düzeltme dışında- ‘merkezi görüş’ olarak kamuoyuna açıklanmasına karar verildi.
Bu metindeki değerlendirmeleri o zamanlar paylaşmakla kalmayıp bir an önce yayınlanmasını hararetle destekleyenler, aradan 5 yıl geçtikten sonra o sürece dair bu kez o güne dek savunduklarıyla taban tabana zıt görüş ve iddialarla ortaya çıktılar. Örgüt için iktidar hırsıyla o güne dek “ak” dedikleri hemen her şeye karşı savaş açıp onları lekeleme, değersizleştirme, gözden düşürme yarışına çıkan bu belkemiksiz küçük burjuvaların bu konudaki “yeni” görüşlerine göre; o kesitte ÖO Direnişi’yle dişe dokunur herhangi bir olumlu sonuç alabilme olanağı gerçekte yoktu. Sergilenen olağanüstü yiğitlik ve ödenen yüksel bedellere karşın o görkemli direnişin bu kadar ağır ve ezici bir siyasal ve moral yenilgiyle sonuçlanmasında tayin edici bir role sahip olan “sol” tasfiyeci tutum ve politikaların eleştirilmesi, devletin F tiplerine geçme konusundaki kararlılığını gözden kaçıran bir yaklaşımdı. O süreçte -özellikle de 2001 Nisan’ından itibaren– kolektif adına yürütülen çabalar, “Mehmet Bekaroğlu gibi gericiye, Oral Çalışlar gibi gazetecilere, liberal orta sınıf aydınlarına vb. dayanarak bir ‘çözüm’ bulunabileceği yanılsamasına kapılmış orta sınıf devrimciliğine özgü sağcı girişimlerdi“, vb.
İşin ilginci, düne kadar yere göğe sığdıramadıkları ÖO taktiğini ve o temelde yürütülen girişimleri yıllar sonra karalama yarışına çıkanlardan bazıları, açık alandaki kadroların gözaltı ortalamalarının 25-30’ları bulduğu o günlerde F tiplerine karşı serçe parmaklarını dahi oynatmamış kavga kaçaklarının başında gelenlerdi. Onların bu korkaklık ve sorumsuzluklarının sonuçları da ağır olmuştu. Aynı mide bulandırıcı tutarsızlık, 2001 Nisan’ından sonra izlenen politika ve girişimleri aradan 7-8 yıl geçtikten sonra “orta sınıf diplomasisi” olarak lekelemeye yeltenen oportünist belkemiksizliğin başını çekep hizip şefi için de geçerliydi. O girişimlerin sürdürüldüğü kesitte Edirne F tipi Cezaevi‘nde diğer siyasetlerin temsilcilerine yazdığı ve bu çabaları, “19 Aralık sonrası devlet karşısında inisiyatifi kaybedip gerileme sürecine giren ÖO Direnişi’ne yeni bir güç ve soluk kazandıran devrimci diplomasinin parlak bir örneği” olarak tanımlayıp savunduğu çok sayıda not ve yazışma örgütün arşivinde hala duruyordu. Ve bu mide bulandırıcı ilkesizliğin herhalde en çarpıcı göstergesi, TİKB‘nin o dönem izlediği taktiği ve tümüyle o temelde yürütülen faaliyetleri değersizleştirip lekeleyebilmek için 12 Eylül cezaevlerinde TKP gibilerinin sarıldığı teslimiyet teorilerine sarılacak kadar kendilerini kaybetmeleriydi: Bu oportünizme göre, ÖO Direnişi, tayin edici olanın dışardaki mücadele olduğu gerçeğini gözden kaçırarak devrimci hareketin içe kapanmasına yol açmış, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerden kopuşunu hızlandırmış, 2001 Şubat krizine karşı mücadeleden geri bıraktırmıştı!!!
Gözlerini örgüt içi iktidar hırsı bürümüş sağcı aydın oportünizminin bu iddialarının nedeni kadar içerik, samimiyet ve tutarlılık yönlerinden de devrimci bir karakter ve amaç taşımadığı kolayca görülebilecek kadar açık ve ortadaydı. Fakat bu ilkesizliğe gözlerini kapatmakla kalmayıp, 12 Eylül’den bu yana cezaevlerinde direnmeye yan çizen bütün kavga kaçaklarının sarıldıkları en beylik tez ve söylemler üzerinde yükselen bu oportünizmin iddialarının üzerine balıklama atlayabilenler çıktı. TİKB’nin içten zayıflatılıp bölünmesini adeta ellerini oğuşturarak karşılayan P-C çevresi, “fırsat bu fırsattır” hesabıyla Devrimci Sol Dergisi‘nin 2010 Haziran‘ında yayınlanan 22. sayısında, hizipçi aydın oportünizminin güvercin taklasını baz alarak, “Gördünüz mü, ’96 ve 2000 yıllarında cezaevlerinde izlediğiniz politikalar yüzünden bu hale gelip bölündünüz” içeriğinde bir “değerlendirme“yle karşımıza çıktı.
1990’ların ortalarından itibaren dünyaya ağırlıklı olarak cezaevleri penceresinden bakmayı tarz ve alışkanlık haline getirmiş olmasının yanında ÖO sürecine dair yazılı belgelere, somut olgulara ve tanıklıklara dayalı eleştiri ve değerlendirmelerimize, siyaset tarzlarının ve ölçülerinin sığlığını yansıtan demagojik bir-iki değinme dışında 2005’ten beri dişe dokunur bir yanıt verememiş olanların bu tutumu şaşırtıcı değildi aslında. Direnişin başlatılması ve sürdürülüş tarzına ilişkin hala yanıt bekleyen sorulara ek olarak, P-C çevresi, finale ilişkin şu soruların yanıtını vermelidir her şeyden önce: Siz ÖO Direnişini üç dört kişilik ekiplere dayalı olarak 2007 yılına kadar hangi amaçla, hangi talepler temelinde, neden sürdürdünüz? Sonra hangi sözlere güvenerek nasıl bir sonuca razı oldunuz? O sonucun hayatta pratik bir karşılığı oldu mu ve halen var mı? 2001 Bahar aylarında ondan çok daha fazlasını içeren çözüm önerilerini “ihanet, uzlaşmacılık, direnişin satılması” vb. olarak niteleyip sabote etmek için elinizden geleni yapmışken, bundan yıllar sonra, üstelik ödenen bedeller kat kat büyüyüp ağırlaştığı halde haftanın belirli günlerinde, o da idarelerin keyfine kalmış bir “sohbet hakkı“yla yetinmeyi nereye oturtuyor, neyle açıklıyor, nasıl niteliyorsunuz?..
Başkalarının yaşadığı iç sorunlardan kaynaklı zayıflama ve felaketleri “fırsat” belleyip kendi tarihiniz ve cezaevlerinde devrimci duruş anlayışınızla dahi çelişen oportünist teorilerden türetilen iftiralara sarılmaya kalkmadan önce, siz bu sorunların yanıtlarını vermelisiniz!
***
ÖLÜM ORUCU SÜRECİ: Tasfiyeci saldırıya karşı tasfiyeci taktik
Faşizmin “F tipi” saldırısı, buna karşı direniş ve ÖO süreci, TDH’nin genel durumunun değerlendirilmesi sırasında ayrı bir başlık altında özel olarak üzerinde durulması gereken bir kesittir.
Çünkü bu süreç, her şeyden önce, devrimci hareketin 1999 sonlarından başlayarak 3 yılı aşkın bir süre boyunca neredeyse bütün gücünü ve enerjisini yoğunlaştırdığı ‘merkezi bir sorun’ özelliğine sahiptir.
İkinci olarak, devrimci kadroların yiğitliği ve ideallerine bağlılığı başta olmak üzere TDH’nin hala bütünüyle yitirmediği olumlu özellikleri kadar; derinleşmiş yapısal zaaflarının ve ‘90’lı yıllarda yaşanan deformasyonun yol açtığı bütün olumsuz özelliklerinin aynı anda ve bütün çıplaklıklarıyla kristalize oldukları bir kesittir.
Bu sürecin çeşitli yönlerine ilişkin olarak çok geniş bir devrimci-demokrat kesimin, hatta devrimci hareketin bizzat kendi tabanının ve kadrolarının kafalarında bugün bile hala çok ciddi soru işaretleri, aydınlığa kavuşmasını bekledikleri karanlık noktalar vardır. Bunlar sadece, tarihsel-siyasal bakımlardan tamamen haklı ve kaçınılmaz olan bu devrimci direnişin meşruiyetinin değil, devrimci hareketin genel gidişi ve güvenilirliğinin sorgulanması boyutlarına kadar varan eleştirilere de kaynaklık etmektedir.
Ortaya çıkan sonuçlar ışığında tarihsel süreçler üzerine tekrar tekrar düşünme ve gelecek adına bunlardan devrimci sonuç ve dersler çıkarma yeteneği ve refleksleri körelmemiş hemen her devrimci örgüt, bugün, kendi özgül durumuna da bağlı olarak farklı yönlerin öne çıktığı, çapı ve derinliği itibariyle de farklılıklar gösterse de son tahlilde bu süreçten kaynaklanan bir dizi sorun ve sonuçla boğuşmak durumundadır.
Dolayısıyla bu sürecin bütününün kapsamlı ve dürüst bir devrimci muhasebesinin yapılması, TDH’nin sadece yakın geçmişinin değerlendirilmesi açısından değil geleceğinin şekillendirilmesi açısından da belirleyici bir yere ve öneme sahiptir. Direnişin büyüklüğüne ve ağırlığına dahi yakışmayan ciddiyetsiz bir oportünizm sergileyerek ucundan kıyısından değinmeler biçiminde onun üzerinden atlamaya kalkışmadan ya da seçilmiş bazı yönlere dayalı kuru ajitasyonlarla işi geçiştirmeye çalışmadan bu sürecin bütün yönleriyle dürüstçe tartışılıp değerlendirilmesi, son olarak, halka, şehitlere ve tarihe karşı yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur. (*)
(…..)
Bu sürece ilişkin değerlendirme ve eleştirilerimizi bugüne kadar neden yapmadığımız sorusuyla çok karşılaştık. Bunun aslolarak tek bir nedeni vardı: Özellikle direniş sürerken ona daha fazla zarar verecek tartışma ve polemiklerin içine girmeyi doğru görmedik. Bu sorumsuzluğu fütursuzca sergileyenlerin, üstelik hiçbir utanma ve sıkılma duymadan belgelere, olgulara ve tanıklıklara dayalı gerçekleri dahi tahrif ederek bizlere yönelttikleri seviyesiz saldırılara bile bu nedenle yanıt vermedik.
ÖO Direnişi’nin iki örgüt dışında kalan diğer tüm örgütler tarafından sonlandırılmasının ardından gelen dönem, devrimci hareketin saflarında bile yoğun bir duygusallığın yaşandığı bir dönemdi. Yaralar tazeliğini koruyordu. Bu kadar yiğitçe ve fedakarca sürdürülen bir direnişin hiç haketmediği bir çıkmaza, ağır bir politik ve moral yenilgiye sürüklenmiş olmasının yarattığı hayal kırıklığı ve öfke oldukça büyük ve yaygındı. Bu ortamda yapılacak değerlendirme ve eleştiriler sırasında soğukkanlılığın korunabilmesi kolay değildi ve asıl önemlisi, devrimci amaçlarla ve devrimci temellerde yapılacak değerlendirme ve eleştirilerin dahi tasfiyeci liberal ruh hali ve yaklaşımlar tarafından sadece direnişin bütünüyle mahkum edilmesi yönünde değil, devrimci hareketin geneline ve devrimciliğe karşı istismar edilmesi olasılığı yüksekti.
Özellikle bu sonuncu tehlike bugün de elbette bütünüyle ortadan kalkmış değildir. Fakat öte yandan devrimci hareket ve tek tek onun bileşenleri, bu sürecin nesnel, bütünlüklü ve devrimci bir değerlendirmesini ortaya koymaktan ve bunları tartışmaktan kaçınmaya devam ettikleri sürece, hem direnişin kendisine hem de devrimci hareketin bütününe ilişkin olarak parçalarla sınırlı, bölük pörçük ve görüngüsel bilgi kırıntıları ve algılamalara dayalı olumsuz sorgulamaların giderek kemikleşmiş yargılara dönüşmesinin önünü alabilme olanağı da yoktur. Aynı şekilde, bu yenilginin vebalini omuzlarında taşıyanların, yaptıklarının unutulmuş olabileceğine de güvenerek hiç utanıp sıkılmadan yine “resmi tarih yazıcılığı” yapmaya kalkışmalarına da meydan verilmemek zorundadır.
DHKP-C ve TKEP/L, beş-altı eylemciye dayalı olarak ÖO’nu hala sürdürüyorlar. Dünyada ve Türkiye’deki genel siyasal-toplumsal koşullar ve gündemlerdeki değişmeyi, köprülerin altından hangi suların aktığını bir an için bir tarafa bırakacak olsak bile; eylemin cezaevlerinde genel ve kitlesel bir karakter taşıdığı, ÖO eylemcilerinin sayısının bile ikiyüz-üçyüz’lerle sayıldığı, bütün zayıflık ve yetersizliklerine karşın dışarda da yine ele avuca gelir bir desteğin olduğu koşullarda dahi önüne koyduğu asgari talepleri bile elde edemeyen bir direniş biçiminde ısrarın, devrimci güçler dışında sürdüğünden dahi kimsenin haberinin olmadığı bugünkü koşullarda beş-altı devrimciyi daha ölüme yatırarak neyi elde edebileceğini düşündüğünü devrimci mantık ölçüleri içinde açıklayabilmenin olanağı yoktur! Zaten burada devrimci bir mantık ve akıl da yoktur!
Ama bu ısrarın nedenlerini ve bunun da temelinde yatan mantığı, siyaset anlayışını ve kültürü görmek zor değildir. Öncelikle, artık ömrünü doldurmuş olan ve bu yüzden de zaten uzunca bir süredir kendi geleneksel çizgisi temelinde dahi pratik bir varlık gösteremeyen bir devrimcilik tarzı ve anlayışının sürüklendiği bir çıkmazın sonucudur bu ısrar. Kendi kendilerini sürükledikleri bir açmazın içinden çıkamayanlar şimdi onun tutsağı haline gelmişlerdir. İkinci olarak, bugünkü koşullarda bu biçimle bu kadarlık bir güçle ileri sürdüğü talepleri elde edemeyeceğinin muhtemelen kendisi de farkındadır. Fakat buna rağmen bu biçimde ısrar etmesinin nedeni, sırf kendi dışındaki devrimci güçlere ve duyurabildiği kadarıyla kamuoyuna “Bakın işte, biz hala sürdürüyoruz!” diyebilmek içindir. Üçüncü olarak bu ısrar, bu görkemli direnişin bu noktalara gelmesinin nedenleri konusunda içerden ve dışardan gelebilecek eleştiri ve sorgulamaların önünü, “Direniş henüz bitmedi, sürüyor” gerekçesiyle kesme amaçlıdır.
Dolayısıyla onu dikkate alarak suskun kalmayı sürdürmek, artık gerekli ve doğru değildir.
Her yönüyle ‘eşsiz’ bir süreç
ÖO Direnişi, birçok yönden dünyada bugüne dek benzeri yaşanmamış bir direniş örneğidir. En başta kitleselliği ve süresinin uzunluğu ile eşsizdir. Yüzlerce ölüm oruççusunun bayrağı birbirlerinden devralarak ayları ve mevsimleri değil yılları devirdikleri bu çapta ve kitlesellikte bir başka ÖO pratiği dünyada yaşanmamıştır.
Ödenen bedellerin yüksekliği ile eşsizdir. Yüzonsekiz devrim savaşçısının şehit düştüğü, beşyüzden fazlasının değişik düzeylerde sakat kaldığı bir başka ÖO direnişi yoktur. Çoğu kafalardaki önyargıları parçalayamamıştır belki ama, çoğu sınırları parçalayan bir eylemdir. Devrimci iradenin yenilmezliği ve direngenliği karşısında, tıp bilimi bile şakın kalmıştır. İnsanın korkunç bir biçimde alçaltıldığı, toplumsal ideallerin ve ideallere bağlılığın, erdemin, onurun, kimliğini ve kişiliğini koruma ve özsaygının unutulduğu/unutturulduğu bir dünyaya ve topluma, insana özgü bu değerlerin yaşadığını ve yaşatıldığını bir kez daha anımsatmıştır…
Ancak onu sadece sınırsız bir saygıyı hakeden yönlerini öne çıkartarak yapılacak her değerlendirme, sadece tarihe karşı değil direnişin kendisine karşı da sorumsuz ve saygısız bir tutumun ifadesi olur. Çünkü bu direniş sadece içerdiği devrimci yiğitlik, cesaret ve kararlılık yönleriyle değil, politik-taktik bakımdan yapılan korkunç hatalar yönüyle de tarihte bir benzerine herhalde bundan sonra da kolay kolay rastlanmayacak bir örnektir.
Örneğin bu kadar büyük bedeller ödendiği halde, toplumsal desteklerini zaman içerisinde de olsa büyütüp çoğaltmak şurada dursun, başlangıçta sahip olduğu kadarını dahi asıl olarak kendi elleriyle bu kadar hızlı tüketip eriten bir başka süreç örneği yoktur!
Başından itibaren koşulları doğru değerlendirmemekle kalmayıp, bunlardaki değişmeleri, hatta göstere göstere gelen tehlikeleri dahi görmemekte ısrar ederek kendi kendini çıkmaza sürükleyen bu denli büyük bir politik körlük örneği de herhalde çok azdır.
Bütün hesabını ölümlerin sayısındaki artışın yaratacağını umduğu basınç üzerine kurarak kendi kendini baştan politik-diplomatik bir pasifizme mahkum eden ve bu yüzden de inisiyatifi fiilen hasmına ve kendi dışındaki arabulucu güçlere terkeden; eylemin haklılığını ve meşruiyetini gölgelemek amacıyla düşmanın yaptığı demagojileri etkisiz kılacak yeni karşı taktikler geliştireceği yerde, yaptıklarıyla ve çizdiği zigzaglarla amacı ve hedefleri konusunda bizzat kendisi yoğun bir bulanıklık yaratan stratejik-taktik önderlik yeteneksizliği ile de bu süreç gelecek açısından ders çıkarılması gereken eşine az rastlanır bir olumsuz örnektir.
Dolayısıyla bu direnişin nedenleri ve amacının, tarihsel haklılığı ve meşruiyetinin en yakın destek güçleri nezdinde dahi sorgulanmasına neden olan tutum ve yaklaşımların devrimci bir eleştirisi yapılmadığı sürece, ne bu yiğitçe direniş layıkıyla savunulup yüceltilmiş olur ne de bu süreçte sadece ağır fiziki kayıplara uğramakla kalmayıp belki bundan daha ağır bir politik-moral güç kaybına uğrayan TDH inandırıcılığını ve güvenirliğini yeniden kolay kolay kazanabilir.
Saldırının stratejik amacı-öncekilerden farkı
ÖO sürecinin ister saldırı ve lekeleme amacıyla yapılsın isterse onu savunma ve yüceltme adına yapılsın, sonuç olarak sadece belli yönlerinin öne çıkarılmasına dayalı, aynı zamanda yoğun bir duygu sömürüsü üzerinde yükselen demagojik yaklaşımlardan uzak bir biçimde nesnel bir değerlendirmesini yapabilmek için, öncelikle faşizmin “F tipi” saldırısının stratejik amacını, onu cezaevlerine yönelik daha önceki saldırılardan ayıran kapsam ve derinlik farkını ortaya koymak gerekir. Bu sadece direnişin tarihsel anlam ve öneminin görülebilmesi için değil; bu süreçte ‘tasfiyeci saldırıya karşı direniş’ adına bu kez ‘sol tasfiyeci’ bir çizgi izleyenlerin bütün yanılgı ve hesap hatalarının kaynağının görülebilmesi açısından da zorunludur.
Ayrıca, bu direnişin sadece devrimci radikal hareketin değil, Türkiye’deki toplumsal muhalefetin geleceği açısından da taşıdığı anlam ve önemi göremeyenlerle ‘direniş’ adına ‘sol tasfiyeci’ bir çizgi izleyenlerin -temel tutum zıtlıklarına rağmen- temelde birleştikleri noktalardan birincisi, bu saldırıyı son tahlilde bir “cezaevleri sorunu” olarak görüp algılamalarıdır. Bu sığ ve yüzeysel algılama, birincileri direnişe karşı giderek ‘düşmanlaşmaya’ kadar varan bir kayıtsızlığa sürüklerken; ikincileri de güçlerin hazırlanmasından ittifaklar siyasetine, eylemin zamanlamasından yapılması gereken politik manevraların zamanında yapılmayışına kadar hemen her konuda akıl almaz bir ‘politik körleşme’ye sürüklemiştir.
Faşizmin “F tipi” saldırısı, cezaevlerindeki devrimci tutsakları sindirip teslim almaya yönelik daha önceki saldırılarından farklı olarak TDH’ni ve onun şahsında sistemdışı bir karakter ve potansiyel taşıyan her türlü toplumsal muhalefet eğilimini sindirerek tasfiye etmeyi amaçlayan stratejik bir saldırıydı.
Saldırının anlamını ve bu stratejik amacını TİKB olarak Ulucanlar Katliamı’nın hemen arkasından gündeme getirdiğimiz “İçerde ve dışarda yaşamın hücreleştirilmesi” sloganıyla formüle ettik; buna bağlı olarak “İçerde-Dışarda Hücreleri Parçala!” temel sloganını ortaya attık. O kesitten itibaren de gerek cezaevlerinde gerekse dışarda yürüttüğümüz bütün faaliyetler sırasında dışımızdaki bütün devrimci ve demokrat güçlerin dikkatini öncelikle bu ilişkinin kavranması üzerine çekmeye çalıştık.
Bütün süreç boyunca cezaevlerinde olduğu gibi dışardaki güçlerimizin faaliyetlerine de yön veren temel yaklaşımımızın esaslarının ortaya konulduğu “’F tipi’ Saldırısına Karşı Mücadele Perspektifimiz” başlıklı genelgede (Merkezi Yayın Organımız OÇ’nin 2000 Eylül başında çıkan 111. sayısında da yayınlanmıştır) saldırının amacını şu şekilde tanımlıyorduk:
“(…)
Bugün karşı karşıya olduğumuz Hücre Tipi (‘F tipi’) saldırısı ise, 12 Eylül ve ‘90’lı yılların saldırıları ile ortak çizgilere ve tarihsel bir devamlılık ilişkisine sahip olmakla birlikte, onlardan farklı olarak çok daha geniş kapsamlı ve stratejik bir amaca sahiptir. Hücre tipi saldırısı, burjuvazinin ‘devleti yeniden yapılandırma’ yönelimi kapsamında Türkiye devrimci hareketini (de) tasfiyeyi amaçlayan bir saldırıdır. Kürt Ulusal Devrimci Hareketi’nin yenilgi ve tasfiyesinden sonra Türkiye cephesinde de devrimci radikalizmi, militan bir devrim ve sosyalizm anlayışını, bu temelde örgütlenme ve yönelimleri boğmayı, en azından marjinalize edip ‘kabul edilebilir sınırlar’ içine çekmeyi hedefleyen bir saldırıdır…”
“F tipi” saldırısının stratejik amacını ortaya koyan bu tespitin arkasından, bunun, “…esneme olanakları neredeyse kalmamış, uzun yıllardır derin ve genel bir krizin pençesinde kıvranan sistem ve rejim açısından artık bir ‘tercih’ veya ‘niyet’ sorunu olmaktan da çıkıp bir ‘zorunluluk’ halini aldığını” belirttikten sonra, mızrağın sivri ucunun yöneltileceği noktayı şöyle tanımlıyorduk:
“…TDH’ni tasfiye yöneliminin bugünkü ayağını, bir yönüyle de ‘kilit halkasını’ cezaevlerine saldırının oluşturması doğaldır. Çünkü TDH’nin omurgasını oluşturan devrimci radikal örgütlerin yetişmiş, deneyimli kadrolarının ezici bir çoğunluğu bugün cezaevlerindedir. Bu kuşağın, fiziki imha da dahil bir biçimde etkisiz kılınıp tasfiye edilmesi, TDH içinde 12 Eylül yenilgisi ve arkasından gelen birinci tasfiyecilik dalgasının yarattığı ‘kuşak kopukluğu’nu derinleştirmekle kalmayacak; devrimci radikalizmde ısrarlı istisnasız bütün örgütleri, kapatılması ister istemez yılları alacak ciddi iç zayıflık ve boşluklarla karşı karşıya bırakacaktır.
Dünya devrim ve komünist partiler tarihinde geçmişle gelecek arasında dolaysız bir köprü işlevini gören yetişmiş kadro kuşaklarının kaybı ile sonuçlanan yenilgi veya büyük darbelerin arkasından gelişen süreçlerin tarihsel sonuç ve dersleri(nin) ışığında düşünülecek olursa, tehlikenin büyüklüğü ve ciddiyeti daha açık ve derinlemesine görülür…” (abç)
Saldırının amacı kadar daha önceki saldırılardan farkının görülmesi, geri ve titrek duruşlardan olduğu kadar, “direnme” adına sorumsuz maceracı tutumlardan da uzak durulması açısından önemliydi. Bunların her ikisi de, aynı ölçüde tahrip edici sonuçlar doğurabilecek iki sakat ve tehlikeli yaklaşım özelliğine sahipti.
“…Bu noktada, bedeli ne kadar yüksek olursa olsun eğer direnilmeyecek veya doğru dürüst dövüşülmeyecek olursa tarihsel sonuçları çok daha ağır ve yıkıcı olacak bir saldırıya karşı direnme sorumluluğu ile tekyanlılıkla sakat bir dar görüşlülükle ‘direnme’ adına eldeki yetişmiş kadrosal güçlerin gereksiz ve aşırı kaybına meydan vermeme sorumluluğu arasında çok hassas bir devrimci denge tutturma yükümlülüğü çıkar karşımıza. Bu sorumluluklardan biri adına diğeri ihmal edilecek olursa her iki durumda da sonuçta devletin hücre tipi saldırısı ile TDH’ne indirmek istediği darbeyi kolaylaştırıcı ve derinleştirici bir sorumsuzluk sergilenmiş olur.” (agy, abç)
Şimdi burada bir parantez açalım. TİKB olarak bu değerlendirme ve uyarılarımızı, sol tasfiyecilerin tipik bir “öncü savaş” mantığıyla erken ve zamansız olduğu kadar da bölücü bir tutumla özgüçlerini bir an önce cepheye sürerek ÖO eylemine başlamalarının da, 19 Aralık Katliam saldırısının da aylar öncesinde yazılı biçimde ortaya koyduk. Ondan da önce, Ulucanlar Katliamı’nın hemen arkasından başlayarak Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu CMK’nın ve Bayrampaşa Cezaevi Konseyi’nin toplantıları başta olmak üzere, “F tipi” saldırısına karşı direniş taktiğinin tartışıldığı bütün zeminlerde defalarca ve ısrarla dile getirdik. Bunlar arasında, örgütümüzün 21. kuruluş yıldönümü vesilesiyle 20 Şubat 2000 tarihinde Bayrampaşa Cezaevi’nde düzenlediğimiz bir paneli özellikle hatırlatmak gerekir. (Bu panelin bant kayıt çözümlemelerinin bir kopyası da DHKP-C’nin elindedir -nba).
Türkiye’nin içinde bulunduğu güncel siyasal durumdan hareketle F tipi saldırısı ve buna karşı izlenmesi gereken direniş taktiğinin esasları üzerine düzenlediğimiz bu panele örgütleri adına konuşmacı olarak DHKP-C, TKP(ML) -bugünkü MKP-, TKP/ML ve MLKP temsilcilerini davet ettik. Bugün bu raporda özetlediğimiz temel yaklaşımımızın esaslarını o gün orada panelist örgütlerin yanı sıra, PKK dışında kalan hemen hemen tüm siyasetlerin temsilcileri ve kadrolarından oluşan yüzü aşkın devrimcinin önünde bütün açıklığıyla ortaya koyduk. O panelde de ortaya koyduğumuz görüşler, sadece bütünlüğünden kopartılmakla kalmayıp tahrif de edilerek daha sonra dedikodu ve demagoji malzemesi yapılmaya çalışıldı. Özellikle de, “faşizmin şimdi de TDH’ni tasfiyeyi amaçlayan bu saldırısıyla asıl olarak, nicel ve nitel yönden taşıdığı bütün zayıflıklara rağmen 12 Eylül sonrası yeniden derlenip şekillenen bir kadro kuşağını biçip bir biçimde etkisizleştirmeyi amaçladığına, onun için eylem biçimlerinin seçiminden zamanlamaya, ittifaklar siyasetinden özellikle de dışardaki destek güçleri ve halkalarının büyütülmesine kadar her konuda bunu akılda bulundurarak hareket etmenin önemine, bu nedenle liberal bir öngörüsüzlük ile sorunu hala ‘devletin cezaevlerinde otoritesini sağlamaya çalışması’ ile sınırlı gören sağcı gevşeklik ve geri duruşlardan olduğu kadar sorumsuz ve akılsızca bir tutumla bütün planlarını asıl darbelenmek istenen bu ana gövdenin bir an önce cepheye sürülmesi üzerine kuran veya buna yol açabilecek ‘solculuk’tan da uzak durulması gerektiğine” dair yaptığımız vurgular, TKP ve benzerlerinin 12 Eylül döneminde “kadroları koruma” adına izledikleri teslimiyetçi çizgi ile özdeşleştirildi.
Halbuki daha o panelde de TİKB olarak, “Odağında ÖO’nun da yer aldığı uzun soluklu militan bir direniş çizgisi izlenmesini zorunlu ve kaçınılmaz gördüğümüzü” açıkça deklare etmekle kalmadık; hangi gerekçe ile olursa olsun bu saldırıya karşı eğer militanca direnilmeyecek ve doğru dürüst dövüşülmeyecek olunursa TDH’nin sadece yeni bir ağır politik-moral yenilgiye uğramakla kalmayıp 12 Eylül döneminde Mamak ve Diyarbakır örneklerinin de gösterdiği gibi kadrolarını korumayı da başaramayacağını altını çize çize belirttik.
Bu değerlendirme ve uyarılar, o zamanlar sonuç olarak belli bir tahlile dayalı öngörüler özelliğine sahipti. Bugün ise, yaşanmış bir sürecin ardından ortada olan somut olgu ve sonuçlara dayalı olarak bir değerlendirme yapabilme imkanına sahibiz. Şimdi soruyoruz:
Faşizm “F tipi” saldırısı ile elde etmek istediği sonuca büyük ölçüde ulaştı mı ulaşamadı mı? Bir kadro kuşağını “fiziki imha da dahil, bir biçimde etkisiz kılıp” örgütlü mücadelenin dışına düşürmeyi başardı mı başaramadı mı?
“Devrimci radikalizmde ısrarlı istisnasız bütün örgütleri, kapatılması ister istemez yılları alacak ciddi iç zayıflık ve boşluklarla karşı karşıya” bıraktı mı bırakmadı mı? Örneğin bir 12 Mart döneminde de olduğu gibi ağır fiziki kayıplara uğramış olmakla birlikte TDH bu süreçten politik ve moral olarak güçlenerek mi çıktı, yoksa sadece yerleri kolay kolay doldurulamayacak yüzlerce deneyimli kadro ve militanını yitirmekle kalmayıp asıl güvenirliğini ve prestijini neredeyse tüketerek mi çıktı?
Bu sürecin nesnel ve dürüst bir değerlendirmesi yapılacaksa eğer, bu soruların yanıtları da hiçbir kaçamağa ve demagojiye başvurulmadan açıkça ve dürüstçe ortaya konulmak zorundadır!
Devrimci kadroların ve aileler başta olmak üzere yakın destek güçlerinin sergiledikleri bütün militanlık ve fedakarlıklara karşın ÖO süreci, TDH açısından ağır bir politik-moral yenilgi olmuştur. İşin daha da acı olan tarafı, bu darbenin, “F tipi” saldırısına karşı direniş süreci boyunca sadece aymazlık ölçüsünde bir dar görüşlülükle hareket etmekle kalmayıp, bunu dar grupçu küçük hesaplarının basamağı olarak kullanma kafasıyla hareket eden sol tasfiyecilerin işledikleri korkunç hata ve yanlışların sonucu yenilmiş olmasıdır. Bu görkemli direnişi çıkmaza ve yenilgiye sürüklemekle kalmayıp, yenilgiyi özellikle de moral yönden bu kadar ağır ve yıkıcı hale getiren etken de zaten budur.
Bunun sorumluları, en az işledikleri hatalar kadar akıl almaz bir ‘pişkinlikle’ bugün hala kendi kendilerine ve birbirlerine, bu büyük, genel ve kitlesel direnişin adeta ‘tek gücü’, hatta ‘sahipleri’ymiş gibi “direnişin asli güçleri” payesini yakıştırıyorlar. Cezaevlerinde ve dışarda kendilerinin dışında kalan güçlerin çaba ve emeklerine, kanları birbirine karışmış şehitlerin ve direniş gazilerinin duruşlarına saygısızlığın ötesinde, onları sadece bütün süreç boyunca göstere göstere gelen tehlikeler karşısında körleşmeye sürüklemekle kalmayıp, yapılan bütün uyarılara kulaklarını tıkamaya sürükleyen sağırlıklarının da belirleyici nedenini oluşturan hastalıklı bir mantığı yansıttığı için altını çiziyoruz bunun. Yoksa kendileri ne kadar gizlemeye ve geçiştirmeye çalışırlarla çalışsınlar, onların neyin ne kadar ‘sahibi’ olduklarını bütün devrimci güçler ve demokrat kamuoyu biliyor! Fakat öte yandan, sol tasfiyecilerin bu süreçte işledikleri hataların büyüklüğü ne olursa olsun, bu, faşizmin “F tipi” saldırısına karşı ÖO Direnişi’nin tarihsel ve siyasal bakımlardan haklılığını ve meşruiyetini ne ortadan kaldırır ne de gölgeler. Sol tasfiyecilerin yaptıkları akıl almaz yanlışları öne çıkararak bu yiğit ve görkemli direniş sürecini, sanki bütünüyle bir “hatalar ve yanlışlıklar yığınından ibaret”miş gibi görerek “mahkum etmeye” kalkışmak, “gereksiz yere girişilmiş ve boşuna ölünmüş bir eylem” olarak tanımlamak da, en az birincisi kadar büyük bir vicdansızlık ve saygısızlığın ifadesi olur. (Sürecek)
(*) Bu sorumsuz ve ciddiyetsiz tutumların en çarpıcı örneklerinden birini, sol tasfiyeciliğin iki baş aktöründen biri olan bugünkü MKP vermiştir. O zamanki adı TKP(ML) olan bu örgütün, 2004 yılında yayınlanan toplamı bin sayfayı aşan 2 ciltlik “1. Kongre Belgeleri” içinde Ölüm Orucu süreci ve direnişinin sözde değerlendirilmesi topu topu 5 sayfalık çiziktirmelerle geçiştirilmeye çalışılmıştır.