KADIN
Savaşın kızıl gülleri
Nazi işgaline karşı direnen Sovyet kadınlarının, savaşın kızıl güllerinin gözüyle 2. Dünya Savaşı…

Savaşın kızıl gülleri ya da Nazi işgalinde Sovyet kadınları
Sayıları 1 milyona yaklaşan Sovyet kadını, 20. yüzyılın en dehşet verici savaşı olan 2. Dünya Savaşı’na erkeklerle eşit koşullarda katıldı. Bu savaşta yer alan kadınlar yalnızca hayat kurtarıp yaralıları tedavi etmediler. Keskin nişancı oldular, köprüler uçurdular, iz sürdüler, öldürdüler. Topraklarına, vatanlarına ve çocuklarına vahşice saldıran düşmanı yok ettiler.
Beyaz Rusyalı Sovyet yazarı S. Aleksiyeviç’in 4 yıl boyunca 100’den fazla kent, kasaba ve köyde veri toplayarak oluşturduğu bu kitapta anlatımlarına yer verilen ikiyüzden fazla kadının, gelin olmayı düşlerken 1941 yılında savaşa katılışlarını, verdikleri mücadeleleri anlatıyor. Kitabı okurken yalnızca kadınların kahramanlıklarıyla karşılaşmıyoruz. Aynı zamanda, doğurarak insan neslinin devamını sağlayan kadınların, girmek zorunda kaldıkları bu acımasız savaşta ne gibi duygusal güçlükler yaşadıklarını, ruhlarında nasıl derin yaralar açıldığını da yakından görüyoruz. Onların tanıklıkları aracılığıyla geçmiş, günümüze ateşli bir seslenişte bulunarak dünün olduğu kadar bugünün faşizmini ve savaş kışkırtıcılığını da teşhir ediyor.
Kitabı okumaya başladığımızda, hemen karşımıza kitabın giriş kısmındaki şu sözleri çıkıyor: “Savaşın yüzü kadına yabancıydı. Ama bu savaşta, hiçbir şey, kendisini, analarımızın yüzü kadar etkili, keskin ve dehşetli bir biçimde belleklerimize yerleştirmeyi başaramadı” Ales Adamoviç diye başlıyor.
Stalingrad cephesinde çarpışan helsizci Antonina Fiyodorovna Valegjaninova çatışmanın zorluklarını anlatırken o zamanki duygularını tanımlamada uzun süre zorlandı ve birden şu sözler döküldü ağzından: “Çatışmaların biri hala belleğimde. Çok sayıda ölü vardı… Pullukla tarlaya saçılmış patatesler gibi büyük bir alana yayılmışlardı. Ölmeden önceki pozisyonlarını koruyorlardı. Patatesler gibi… Atlar… Bir insanı ezmekten korkan bu duyarlı hayvanlar bile artık duygularını yitirmişlerdi. Artık ölüler onlar için bir şey ifade etmiyordu”.
İşte Valentina Pavlovna Kojemiyokina’nın belleğinden hiç silinmeyen bir olay: “Savaşın ilk günleriydi. Birimlerimiz çatışarak geri çekiliyordu; tüm köylüler onları izlemek için evlerinden dışarı çıktılar: Annem ve ben de oradaydık. Yaşlıca bir asker önümüzden geçti. Bizim eve yaklaşıp annemin önünde eğildi ve ‘Bizi bağışla, anne… Ve kızını koru. Yalvarırım onu koru!’ dedi. O zaman 16 yaşındaydım. Saçlarım uzundu ve örgülüydü…” Valentina’nın anımsadığı bir başka olay ise, taşıdığı ilk yaralı askerin ölmeden önce, ona; “Kendine iyi bak, genç kadın. Ölenlerin yerine çocuk doğurmak zorundasın… Baksana ne çok erkek öldü” demesiydi.
Hemşire Mariya Borisovna anlatıyor:
“Çok gençtim. Hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey de anlamıyordum. Geri çekiliyorduk. Almanlar bizi havadan ve karadan kuşatmıştı. Bir gece orman adeta jiletle kazınır gibi kazındı. Yaralılarımız ölülerle birlikte oralarda kaldı…” “Onları anlatmak için ’korkunç’ sözcüğü yetersiz kalır…”
Hastabakıcı er Natalya İvanovna Sergeyeva anlatıyor:
“Yaralılar çatışma alanından taşındı. Bir keresinde saymıştık. Kulübelerdeki yaralı sayısı iki yüzdü. Hasta bakıcı olarak yalnız ben vardım… O köyün adını anımsamıyorum… Yıllar geçti… Dört gün hiç uyumadım. Bir dakika bile oturmadım. Hep bir ağızdan “Hemşire, hemşire… Yardım et!” diye bağırıyorlardı. Birinden diğerine koşuyordum. Artık ayaklarıma hakim olamıyor, düşüyordum.
Uykusuzluktan bedenim iflas etmişti…
Savaşta bir hastanede teğmen olarak bulunan Vera Maksimovna Berestova anlatıyor:
“Savaşın sonuna dek cephedeydim. 1941’de İzyum-Barvenkova operasyonuna katıldım, daha sonra tüm savaş boyunca, ateş ve bombardıman altında Volga üzerinde mavnalarla ve motor botlarla ya da incecik buz üzerinde kızaklarla Stalingrad’dan yaralı taşıdım. Benim savaşım Königsberg’de sona erdi. Yaralanmıştım ve yarı donmuş bir halde Volga’ya düştüm. Kıyıya kadar yüzdüm ve bir yaralıyı da kendimle birlikte kıyıya çektim. Ama o olayda buz altında kaldığım için hiç çocuğum olmadı.
O kadınlardan biri şimdi karşımda duruyor. Annesi onu savaştan kısa bir süre önce çok küçük olduğu için yalnız başına büyükannesine bile göndermezdi. Hemen 2 ay sonra cepheye gitti, hastabakıcı oldu ve Prag’dan Smolensk’e kadar her yerde çarpıştı. Savaştan döndüğünde 22 yaşındaydı. O, çok büyük acı ve deneyimlerle yoğrulup olgunlaşmışken yaşıtı olan diğer kızlar hala çocuktular. Cephede üç kez yaralandı. Göğsünden aldığı yara ağırdı. İkinci kez yaralandığında ise ikinci kez ruhsal çöküntü geçirdi diyor yazar bu kitapta geçen bir kadın komünar için.
O savaşa katılanların büyük bir kısmı hala yaşıyor. İnsanlar ölümlüdür ama onları ölümsüzlüğe taşıyan geride bıraktıkları, zamandan bağımsız olan anılarıdır. Savaşa katılan ve kazanan bu insanlar, katıldıkları eylemin ve yaptıklarının daima bilincinde oldular. Bu anıların gelecek kuşakların korunması konusunda herkese yardımcı oluyorlar. Ara sıra, aileleri ziyaret ettiğimde, içinde torunlar ve çocuklar için notlar bulunan inceli kalınlı not defterleri gördüm. Bu kalıtlar bir yabancıya (yani bana) isteksiz bir şekilde verildi. Öne sürülen ’Çocuğumuzun bizi anımsamasını istedik’ ya da ’Size bir kopyasını verebilirim. Çünkü oğluma orijinalini bırakmak istiyorum…’ türünden birbirine benzer gerekçelerdi” diyor yazar bu notları aldığı insanları belirterek…
Cesur, yürekli ve militan olan Sovyet kadınlarının yaşadığı, bu savaşın içinden geçen olayların sadece birkaçıdır burada anlattığımız.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün gündemde olduğu bu aşamada, devrimci proletaryanın emekçi kadın içeriğine uygun hareket etmesi gerektiğine vurgu yapar kızıl güller. Nazi işgaline karşı savaşan direnişin kızıl güllerinin etkisi küçümsenmeyecek kadar büyük olmuştur. Erkek yoldaşlarıyla birlikte cephede savaşan Sovyet kadınlarının mücadelesi bugünümüze hala ışık tutmaktadır. Aynı zamanda
Bu başyapıtı Uçaksavar Nişancısı, er Nonna Aleksandrovna Smirnova’nın savaşta yazdığı bir şiiriyle bitirelim:
“…Ve bugün barış içindeki sokaklarımızda / Gençliğimi anımsayarak yürürken / Geçmişin utangaç yeni yetmelerinin / Bugünün görkemli kadınlarına / Dönüştüklerini görüyorum / ve onlara yalvarıyorum: / ’Alçak gönüllüğü bırakın ’/ Ve / Çocuklarınıza şunu anlatın; / Bizler, kadınlar olmasaydık, /1945’in /İlkbaharı da olmazdı”
[Alınteri‘nin 12. sayısından alınmıştır]