
A. Can
Bu hatırlatmadan sonra tekrar konumuza dönecek olursak, kapitalizmi, üretici güçleri geliştirmeye zorlayan etken rekabettir. Rakipleri karşısında öne geçme, üstünlük ve avantaj sağlama yarışı, sermayeyi sürekli bir biçimde artı değer sömürüsünü büyütecek yeni yol ve yöntemler arayıp bulmaya zorlar, yeni pazarlar peşinde koşmaya iter, yeni ürünler ve yeni ihtiyaçlar yaratmaya teşvik eder.
Kapitalizmin dünya çapında enine ve dikine gelişimini ivmelendiren bu yönelim, doğası gereği üretici güçleri de geliştirir. Yeni buluşlara dönüşecek bilimsel araştırmaları teşvik eder, yeni teknolojilerin geliştirilmesini tetikler, daha önce görülmedik yetkinlik ve üretkenlikte üretim araçları üretilmesine zemin hazırlar, emeğe yeni vasıflar kazandırır, diğer yandan mal ve hizmet üretimini daha fazla toplumsallaştırır, insanlığın toplam üretim kapasitesinde sıçramalı bir gelişim sağlar, vb.
Fakat bunlar sonuçta işin bir yönünü oluşturur. Kabına sığmayan, bu arada engel-sınır tanımayan bu yaratıcı dinamizmin bir de yıkıcı yönü ve sonuçları vardır. Bunların başında da, kendini gitgide kısalan dönemsel periyotlarla tekrarlayan aşırı üretim krizleri gelir. Rekabette öne geçmek ve daha fazla kar sağlamaktan başka hiçbir şey düşünmeden yapılan plansız aşırı üretimin sonucunda ortalığı, mevcut talebin emebileceğinden fazla mal ve hizmet kaplar. Bu aşırı üretim bunalımları sırasında “toplum kendisini birdenbire, gerisin geriye, geçici bir barbarlık durumuna sokulmuş (bulur); sanki bir kıtlık, genel bir yıkım savaşı, bütün geçim araçları ikmalini kesmiştir; sanki sanayi ve ticaret yok edilmiştir; peki ama, neden? Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim aracı, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır da ondan…” (Komünist Manifesto)
Kapitalizmin yapısı ve işleyişinden kaynaklanan bu olguyu Marks, Kapital’de bu kez şöyle ifade eder: “Bütün gerçek bunalımların nihai nedeni, her zaman, kapitalist üretimin, üretim güçlerini, sanki, onlar için en son sınırı, sadece toplumun mutlak tüketim gücü teşkil ediyormuş gibi geliştirmeye yönelişine karşılık, yığınların yoksulluğu ve kısıtlı tüketimidir.” (abç)
Yalnız burada sorunu sadece bir ‘eksik tüketim’ sorunu olarak algılamak eksik ve hatalı olur. Lenin’in sözleriyle, “…Üretimin sınırsız genişlemesine doğru yönelişle sınırlı tüketim arasındaki çelişki, çelişkisiz asla var olamayan ve gelişemeyen kapitalizmin tek çelişkisi değildir.” (Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi) O nedenle, kapitalizmin devrevi bunalımlarının ‘nihai nedeni’, üretimin sınırsız gelişmesiyle toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi yığınların tüketiminin sınırlılığı oluşturmakla birlikte ortaya çıkan sonuç -bunalım- sadece bu çelişkinin ürünü değildir. Bu gerilim, kapitalizmin yapısından kaynaklanan başka gerilim ve çelişkileri de harekete geçirip ivmelendirir. Bunların başında da ‘kar oranlarının düşmesi’ gelir.
Rekabet baskısı, kapitalisti sürekli olarak yeni yatırımlar yapmaya, mutlak artı değer sömürüsünü büyütecek yeni teknolojiler ve makinalar satın almaya, yeni üretim organizasyonları geliştirmeye, daha fazla kar etmesini sağlayacak yeni pazarlar peşinde koşmaya zorlar demiştik. Bu yönelim, sermayenin organik bileşiminde de bir farklılaşma yaratır, sabit sermaye oranı giderek büyürken kapitalist üretim ve dolaşım çarkının dönmesi için gereken değişken sermayenin ilkine oranı gitgide azalır. Sermayenin organik bileşimindeki bu değişim, emek sömürüsünün eskiye kıyasla yoğunlaşıp büyüdüğü durumlarda biletoplam karlılıkta genel bir düşmeye yol açar. Çünkü kar oranını, artı değerin toplam sermayeye yani sabit ve değişken sermayenin toplamına oranı belirler. Kolayca tahmin edileceği üzere, kar oranlarının düşmesi sadece tek tek kapitalistler için değil kar amacı üzerine kurulu bir sistem olarak kapitalist sistemin bütünü açısından ‘felaket’ demektir. Kapitalizmin bu ‘yaman çelişkisini’ Marks kısaca şöyle özetler: “… genel kar oranındaki sürekli düşme eğilimi tam da emeğin toplumsal üretkenliğindeki sürekli gelişmenin kapitalist üretim tarzına özgü bir ifadesidir” (Kapital, 3. cilt)
Sonuç olarak kapitalizmin bütün hastalıklarının birbirini tetikleyerek azdığı bunalım dönemlerinde toplum ‘bolluk içinde yokluk’ çekerken, satılamayan ürünler bir biçimde tahrip edilir. Sadece ‘satılamayan’ ürünler değil daha önce yaratılmış üretici güçler de kriz dönemlerinde yıkıma uğrar. Fabrikalar kapanır, makinalar çürümeye terkedilir, işsizlik patlama yapar, yoksulluk ve sefaletin büyümesine paralel olarak toplumsal çürüme daha önceleri görülmedik boyutlar kazanır, vb. Kısacası, kar amacı üzerine kurulu bir üretim tarzı olan kapitalizmin doğasından kaynaklanan krizleri sermaye, ancak daha önce yarattığı üretici güçlerin büyük bir kısmını zorla yok ederek, öte yandan yeni pazarlar ele geçirmeye dönük daha saldırgan politikalara yönelerek, eskilerini daha kapsamlı bir biçimde sömürerek aşmaya çalışır. Buna rağmen onu en fazla erteleyebilir; üstelik “krizi aşma” adına kullandığı araç ve yöntemler daha ağır ve daha yıkıcı yeni krizlere zemin hazırlar. Burjuvazinin ‘yaratıcılığını’ Marksizm zaten bu yüzden ‘yıkıcı bir yaratıcılık’ olarak tanımlar.
Kapitalizmin üretici güçleri geliştirme doğrultusunda attığı her adımın, doğaya ve insanlığa daha büyük bedellere mal olması, tümüyle bu sistemin karakterinden kaynaklanan bir sonuçtur. Kapitalizm, üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayalı, kar amacı üzerine kurulmuş bir sistemdir. Dolayısıyla, kapitalizm ortadan kalkmadığı sürece, onun insanlığa ve doğaya verdiği ve daha da vereceği zararların, yarattığı yıkımın, geri dönülmesi zor sonuçların önünü alabilmenin olanağı da yoktur.
Kapitalizme ilişkin bütün eleştirilerine rağmen ne öğreti olarak Marksizm ne de Marksist önderler, olağanüstü dinamik bir kuvvet olarak sermayenin (aynı anlama gelmek üzere burjuvazinin) yeteneklerini görmezden gelip inkar etmişlerdir.
Marksizmin kurucu önderleri, örneğin, dünya proletaryasının önüne koydukları ilk programatik perspektif olan Komünist Manifesto’da şunu derler:
“… Burjuvazi, üretim araçlarını, ve böylelikle üretim ilişkilerini ve, onlarla birlikte toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcileştirmeksizin varolamaz.
Daha önceki bütün sanayici sınıfların ilk varlık koşulu, bunun tersine, eski üretim biçimlerinin değişmeksizin korunmasıydı. Üretimin sürekli altüst oluşu, bütün toplumsal koşullardaki düzenin kesintisiz bozuluşu, sonu gelmez belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını bütün daha öncekilerden ayırdeder. Bütün sabit, donmuş ilişkiler, beraberlerinde getirdikleri eski ve saygıdeğer önyargılar ve görüşler ile birlikte tasfiye oluyorlar, bütün yeni oluşmuş olanlar kemikleşemeden eskiyorlar. Yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor, kutsal olan ne varsa lanetleniyor, ve insan, kendi gerçek yaşam koşullarına ve hemcinsiyle olan ilişkilerine nihayet ayık kafa ile bakmak zorunda kalıyor…” (Komünist Manifesto, “Burjuvalar ve Proleterler” başlığını taşıyan 1. Bölüm)
Yalnız onların bu nesnel tutumu, hiçbir zaman tek yanlı bir övgü ya da inkar biçimini almaz. Yeri geldiğinde herhangi bir komplekse kapılmadan hakkını teslim ettikleri bu ‘yaratıcılığa’ işaret ettikleri her durumda, onun ‘yıkıcı’ yön ve sonuçlarına da aynı açıklıkta işaret ederler. Bu anlamda, Marksizmin kapitalizm çözümlemesinin bütünü gibi onun temel öğelerinin her birini ele alışı da her zaman ‘devrimci bir bütünlük’ taşır. İster yergi isterse de övgü amacıyla şu ya da bu yönün seçimine dayalı bir tekyanlılık, ne Marksizmle ne de onun yöntemiyle bağdaşır.
Günümüzde sosyalizmin neden acil ve yakıcı bir zorunluluk haline geldiğine biraz daha yakından bakmaya geçmeden önce şu noktanın altını da kalınca çizmek gerekir:
Kapitalizmin üretici güçleri geliştirme doğrultusunda ileriye doğru attığı her adımın bedeli her zaman ağır oldu. Bunlar bir taraftan insanlığın önüne yeni olanak ve ufuklar açarken bir taraftan da büyük trajedi ve acılar doğurdu, insanı insan yapan özelliklerin ve doğanın hoyratça tahribine yol açtı.
Kapitalizmin gelişimini henüz tamamlamadığı yükseliş döneminde bu ‘yıkıcı yaratıcılığın’ insanlığın tarihsel gelişimi açısından ilerletici yönleri, yani ‘yaratıcı’ yanı daha baskın ve ön plandaydı. Fakat “çürüyen kapitalizm” olarak emperyalizm aşamasına geçişle birlikte bu denge de değişti. ‘Yaratıcılığın’ bedeli ve sonucu olarak insanlığın karşısına çıkan ‘yıkıcı’ sonuçlar –hem insani açıdan hem de doğa açısından- kapitalizmin tekelci aşamasında çok daha tahripkar ve tamir edilemez boyutlar kazandı. Farklı bir anlatımla, kapitalizmin gelişme ve yükselme döneminde “üretici güçlerin gelişmesinin biçimi olan” kapitalist üretim ilişkileri, tekelci aşamaya geçişle birlikte bu gelişmenin “engeli haline geldi”. Zaten kapitalizmin yıkılmasını hem mümkün hem de zorunlu (acil) hale getiren de budur.
(Gelecek bölüm: “Yıkıl ihtiyar köstebek”!)
Alınteri.org