Çocukların hayallerinin sadece satın alınarak gerçekleştiği sistemde ne yazık ki senin payına düşen, daha fazla bilgi ve olanak için safkan arap atı gibi kendi kendini kamçılayarak daha hızlı koşmak.
Sen o okulda olacaksın, çünkü lütfettiler tavsiye mektuplarını görünce… Parası olanların yanında azmiyle başaranların kobay olduğu eğitim sistemi makbul.
Ruhumu, anneliğimi her zincire vurduğumda… şimdi sezinlesen de kavrayamayacağın ya da altında ezileceğini bildiğim sözcükleri… bir gün okuyacağını bilerek, hakir görmeyeceğine inanarak kara kaplı defterime yazıyorum.
Her fırsat bulduğunda sorduğun çocukluğumun, yoksunluklarını/yoksulluğunu tüm çıplaklığıyla anlatsam o minik omuzlarına ağır gelir. Üstelik küçük bir çocuğun annesinin çocukluğuna hapsolması hiç de vicdanlı olmaz, değil mi?
“Kırtasiye malzemeleri aşkım” aslında bilinç altına kazınan yoksunluğumun hıncını çıkarmak için. Herhangi bir mağazada on dakika duramayan ben, kitap ve kırtasiye satan dükkanlarda saatlerce kalıp seni ifrit edebilirim. Kurşun kalemle yazarken bastıra bastıra yazmamam gerektiğini kendi kendime öğrendim. Çünkü defterim bittiğinde yenisinin ne zaman alınabileceği hep meçhuldü. Son sayfalarda yazanları ezerler, formülleri sigara paketi falan -allah ne verdiyse- minik kağıtlara geçirirdim. Sildiğim sayfaları tekrar doldururdum. Hatta ihtiyacım olan şeyleri dedene utanarak söylerdim.
Fabrika işçisi dedenin ihtiyaçlara yetememenin altında ezilen gururu, her defasında aşağıya düşen omuzları, gözlerinde beliren dipsiz durgunluk… tüm bunların sebeplerinden biri olmanın verdiği utançtı bu.
Hatırlamıyorum çok küçüktüm, deden işsiz kalmıştı. Bir süre de fişlendiği için iş bulamamıştı. Birikimi kalmamıştı -ya da zaten yoktu. Kuru ekmek lapasına talimdik. Hani şu sana ‘ekmek çöpe gitmesin’ diye arada yaptığım çok lezzetli olanın sade versiyonu…
Arabistan’dan yeni dönen kuzenine borç istemeye giderken beni de götürmüştü yanında. Çok gururlu bir adamdı deden; borç isterken pat diye lafa girmiş, öyle eğilip bükülmüştü ki ufacık kalmıştı oturduğu yerde. Vermedi kuzeni borç. Eve dönüş ıstıraptı. Elimi o kadar sıkı tutmuştu ki, parmaklarım kırılacak sanmıştım. Tek kelime etmedi, tek kelime etmedim. Canımı acıttığını söylesem eğilip öperdi parmaklarımı halbuki. Teni bembeyazdı dedenin, o gün cehennem olan o izbe yolda karayla kızıl arası renge çaldı tüm çehresi. Ya da benim çocukluğa has sanrım hafızama öyle kazıdı.
O gün o yolda affetmeyi öğrendim, o yolda benliğini kaybeden adamı affettim. Kara lastiğin, yamalı ikinci el önlüğün, silinip silinip tekrar yazılan defterlerin, olmayan fırfırlı eteklerin sorumlusu olarak gördüğüm o adamı sonsuza kadar, ne yaparsa yapsın affettim.
O gecekondunun duvarları kaç kere yıkılıp her defasında daha moderni yapıldı. Ama ben hala o gecekonduya, orada bıraktığım kız çocuğuna aitim. Rahata kavuşan zamana değil de, tüm yoksunluk ve yoksulluğuna rağmen kendimi her aradığımda sadece oradayım ben. Biliyor musun, yıllar geçti, ne zaman rüya görsem ailemin ölüleri de dirileri de ben de hala o gecekondudayım.
Hayalinle ilgili verdiğim kararı, bunları okuduğunda beni affetmen için yazmadım çocuk. Çünkü şimdi vicdanın ve merhametin nasıl safsa, kaç yaşına gelirsen gel ne yaşarsan yaşa öyle vicdanı çıplak yaradılışlısın ki… mayanda yok öfke beslemek. Sadece sığınacak liman aradığında çocukluğuna demir atacağını biliyorum, yarın belli etmesen de içinde kopacak sessiz fırtınanın sorumlusu olan “ben”in seni anladığını bilmeni istiyorum.
Hatırlıyor musun? İlk okul ikiye giderken sabahın 8’inden akşamın 6’sına kadar okulda kalmak zorundaydın. Çünkü ben ırgattan hallice çalışmak zorundaydım. Yetişememiştim yine de… Kışın soğuğunda gönülden sevdiğin öğretmenin Herr Wegner’le okul kapısında beni beklemedeydiniz. Metrodan okula kadar belki Hüseyin Bould’a taş çıkarırcasına koştum; kendime, sisteme, aklına gelen her şeye ana avrat düz gittim. İnsan kendinden nefret eder mi, ben ettim. Gözlerindeki o kırgınlık, yabancı birine bakar gibi bakman anneliğimi lime lime etti çocuk. “Sen iyi bir annesin” dedi adam. Sen iyi bir annesin! Senden özür diledim ama öfkeni içine gömme, alabildiğine kus, rahatla diye bekledim. Sense şebeklik yaptın, çocukça saçma sapan eğlenceli şeyler uydurup uydurup anlattın. Elin elimde, “Babam gibi elini çok mu sıkıyorum?” O yolda ben yine aynı kız çocuğuydum ama kendimi nasıl affedecektim. Sessizce ağladım, sen anlattın, sen kahkaha atmaya çalıştıkça ben kendime daha çok küfrettim, merhametinin yüreğimi bu kadar ezeceğini bilemezdin. Utanca boğuldum be çocuk. Öyle içime işlemiş ki halin, hala yüreğime yağmur yağıyor.
Bu utancın altında ezilirken, şef olmanın biraz daha fazla kazanmanın anlamı var mıydı? Sana maddi olarak daha fazla olanak sunmanın bedeli çalınan çocukluğun, örselenmiş anneliğim mi olmalıydı. Daha az para demek daha fazla sen, ben demekti. Daha fazla oyun, hayal, şefkat, sarılmak, dizginsiz kahkahalar, çocukluğuna her sığınmak istediğinde yüzüne yayılacak gülümseme, bir gün mezar taşında yazan ismime bakarken ikirciksiz “ahh deli annem”, deyip cevabını veremeyeceğin sorularla değil mutlu anılarla yüzleşmen demek. Ertesi gün çıkışımı verdim, seni daha çok sevip okşamak, seni ve anneliğimi daha sağlıklı yaşamak için.
Ziyanı yoktu ay sonunu ucu ucuna getirmenin; ben antremanlıydım zaten, sen o kadar mutluydun ki, kısa zamanda “Almasak olur mu”ya uyum sağladın. Bu iki kişilik, biraz fukara dünyamız, senin çocukluk hallerin öyle sağalttı ki ruhumu, yılların yüreğimde biriktirdiği kir pas her gün biraz daha azaldı. Gülebiliyorum artık, ben yine beni kaybettiğim yerde, ama seninle yeniden her gün biraz daha buluyorum. Seni doğurduğum için değil, seni sen olduğun için sevmeyi öğrettin bana çocuk.
Ben günlerdir babamla yürüdüğüm o yolda dolanıp duruyorum. Her gün yüzlerce kez öptüğün annen o gün aldığı karardan pişman değil. Çaresizlik mi, kendime olan kızgınlık mı, sisteme olan öfke mi ağır basıyor bilmiyorum, o kadar karmaşığım ki…
Çok üzgünüm, haftalardır hayalini kurduğun, ayıla bayıla anlattığın, doymak bilmeyen merak ve arzularının maddi karşılığı olamam. Bu sistemde cebindeki para kadarsın. Geri kalanın öfke, çaresizlik, “ah keşke”ler, “belki”ler, kırılan insanlık onurun, anneliğin, yarım kalanların…
İstediğin okula girdin ama istediğin sınıfa kaydın olmayacak. Küçük bir servet gerekiyor yıllarca sürecek ihtiyaçlarını karşılamak için. Dünyanın en güçlü üretici ekonomisi, okul kayıt günü rugan ayakkabılı gran tuvalet giyinmiş zengin ve aristokrat kökenli velilerin çocuklarının parayla hakettiği sınıfları doldurdu bile. Çocukların hayallerinin sadece satın alınarak gerçekleştiği sistemde ne yazık ki senin payına düşen, daha fazla bilgi ve olanak için safkan arap atı gibi kendi kendini kamçılayarak daha hızlı koşmak. Sen o okulda olacaksın, çünkü lütfettiler tavsiye mektuplarını görünce… Parası olanların yanında azmiyle başaranların kobay olduğu eğitim sistemi makbul.
Ben pandemide o istatistiklerde kolayca okunan yüzde 73’lük kısma ait olan kadınlardanım. Yoksullaşan, üzerine maddi-manevi daha çok yük bindirilen kadınların arasındayım. Sana tutamayacağım sözler asla vermedim, “bakarız” diyerek geçiştirmedim. Çünkü çocukların tutulmamış sözlere karşı aldığı yaraların derin izlerini farkediyorum. Dürüst davranabilen ebeveynlerin bir çocuk için en iyi hediye olduğunu seninle paylaştıkça kavradım. Üzgünüm, olmaz istediğin…
Sana kafamdan dizi masal tadında uydurarak anlattığım, “Küçük kara bulut ve çılgın mühendis”in serüvenlerinin çılgını olmaktan ve “Küçük Kara Bulut”un peşinden giden olmaktan vazgeçme olur mu? Bembeyaz dev bulutların arasında yalnız kalan, reddedilen o küçük kara bulut var ya, o benim ütopyam. O çılgın isimsiz mühendis o küçük kara buluta çocukluk düşlerinden beri inanmış, inançları için bilimden, felsefeden, sanattan… esinlenerek yeniyi üreterek hayallerinin peşinden gitmiş ve asla pes etmemiş uslanmaz bir ütopist.
Bir gün gelecek Küçük Kara Bulut’un ütopyasına, bedenleri kadar ruhları ve benlikleri de her gün ezilen benim gibi olan yığınlarca insan çılgınca bir coşkuyla inanacak. O zaman Kara Bulut gökyüzünde devleşerek beyaz bulutların yanıltan saflığını örtüp ürküten görkemiyle, çakan şimşekleriyle yeryüzünü aydınlatacak, bardaktan boşanırcasına akan yağmur damlalarıyla temizleyecek benliklerimizi.
O günün şafağında uyandığımızda kızıla durmuş gökyüzü selama duracak. Belki öğretmeninin seni hayal ettiği gibi “çılgın” bir profesör olursun belki ayıcıklarını süpürgesine takmış sokakları temizleyen bir çöptü ya da -ne bileyim- “yelkenler foorraaaa” diyen uçuk kaçık bir gezgin.
Aşık olursun belki, tüm kaygılardan, korkulardan, çıkarlardan arınmış… aşkın çırılçıplak umarsız yaşanası halini yüreğinde her gün büyüterek duyumsayan divane… Aşık olduğun kadın aynı ruhsal çıplaklıkla karşına dikilip “seni seçtim” der usulca. Belki çocuklarınız olur, istediğin gibi üç çocuk. Aşkını doyasıya yaşarken çocukları için ruhu ezilen olmaz annesi. Kaygıdan arınmıştır, ekmek kavgası yoktur çünkü. Çocukların için gelecek kaygısı taşımazsın, en fazla haylazlık yapıp da orasını burasını berelediklerinde sızlar için. Bilirsin çünkü, hayalleri ve yetenekleri için ruhlarını presleyecek, rekabette ipi ilk göğüsleyen olmak için hayatlarını ıskalamak zorunda kalmayacaklar onlar.
“Çok delisin anne” mi diyorsun yine. Deliyim biraz belki, en fazla senin kadar çocuk. Vazgeçme olur mu? Çılgın olmaktan vazgeçme, hayat ve insanlar, bu lanet sistem önüne ne getirirse getirsin vazgeçme kendinden çocuk. Asla pes etme, hayallerinin ve hayatının yaşanası olmasından asla vazgeçme! Sana her şeyi veremeyebilirim, ama seni yalnız doğurduğum o soğuk hastane odasında verdiğim söz günün birinde yanında olamasam da baki: “Bir gün kanatlanıp uçman gerektiğinde sana ‘gitmelisin’ diyebilecek kadar çok seveceğim seni. Olur ya, kanatların kırılır çocukluğuna sığınmak istersen, kanatlarını iyileştirmek için ne olursa olsun orada olacağım. Çünkü sen çok kıymetlisin. Hoşgeldin hayatıma çocuk”.
Ben hep yanı başındayım çocuk.
31 Ocak 2021
[Göçmen kadının orijinal günlüğünden]