İŞÇİ SINIFI
Katliamın 10. yılında (II)
Katliamın 10. yılında (II)
“Tecrite karşı yoldaş mektupları / DAMLADA OKYANUS” adı altında kitaplaştırılan yoldaş mektuplarından alınmıştır
Aşağıdaki anlatımlar, 19 Aralık Katliamı’nın ardından, izolasyon hücrelerine kapatılan devrimci tutsaklardan Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) Davası’ndan yargılanan tutsakların yazdıkları mektuplardan derlenmiştir. Bu mektuplar daha sonra “Tecrite karşı yoldaş mektupları / DAMLADA OKYANUS” adı altında kitaplaştırılmıştır.
Turan TARAKÇI: “Döşemenin üzerindeki yangın bonbası belli ki yeni atılmış, yerdeki bir yastığı tutuşturmuştu. İçimden ‘şunu boğarak söndürebilirim’ dedim. Zaten su yok. Gözüme sünger yatağı kestirdim, sürünerek ve vücudumu fazla yukarı kaldırmadan hücre kapısından hafifçe içeri girdim. Ama üzerimden ‘vın, vın, vın’ diye bir şeylerin geçtiğini de hissediyorum. Bir yandan da duvardan kopup gelen beton parçaları yağıyor üstüme. İlk hamlede sünger yatağı alevin üstüne yerleştirdim. Boğuldu gibi oldu, baktım yandan alev kaçıyor, havalandırma deliği buldu herhalde, bu sefer hafiften üstüne kapaklandım iyice havasız kalsın dile. Tam geri dönecektim -bir iki hamle de yaptım sanırım- yatağın uç tarafından alev çıkmaya başladı. ‘Hay aksi şeytan’ diyerek yatağa iki elimle tekrar yapıştım, kaldırıp biraz ileri itecektim. İki elimle kavradım, yerde uzanmış vaziyette, vücudumla beraber yatağı tam kaldırdım ki, arkamdan bir şeyin vurmasıyla yüzükoyun yere yapıştım. Ne isabet ettiğini tam anlayamadım, sert bir cisimle sırtıma bir şey isabet etti, ‘bu gaz bombası olabilir’ diye düşündüm. Çünkü avucumuza sığan küçücük gaz bombaları vardı. Vücuda vurdu mu resmen sarsıyordu. Bunun hemen akabinde kan ağzımdan fışkırdı, vurulduğumu anladım. Hepsi birkaç saniyenin içinde oldu. Film şeridi gibi aklımdan düşünceler akıp gidiyordu. Yoldaşlarım, ailem, cenazem (…).
‘Vuruldum’ dedim arka tarafa. Sol kol tutmuyor, kendimi geriye çekemiyorum, alev de üstüme doğru geliyor. En sonunda -tam hatırlamıyorum- biri ayaklarımdan beni geriye çekmeye başladı. Kenan yoldaşın sesini duymuştum: ‘Turan vuruldu, hemen geri çekelim’ diyordu. Herhalde bana en yakın oydu. Geri çekilip pencere altına uzunlamasına yerleştirildiğimde de kafamı zaten onun kucağında buldum. Eliyle alnımı okşadığını, saçımı düzelttiğini hissettim. Tekrar yoldaşlarımın yanında olduğumu farkedince, yeniden bir yaşama azmi kapladı içimi, Hakan da elinde tampon yara yerini arıyordu. Sonunda bir yere yerleştirdi gibi. Ben hala tam karşısındayım, alev üstümüzden geçiyor. Bir yandan da yılların hatıralarını biriktirdiğimiz eşyalarımızın yanışını seyrediyorum (…). Sıcaklık o kadar fazla ki, ama ben üşümeye başlıyorum. Artık dakikalar bana çok uzun gelmeye başlıyor. ‘Herkes yanacak!..’ diye düşünüyorum.”
Oya AÇAN: “Öyle akılalmaz bir vahşetle boyanmış 4,5 gündü ki, lafa nereden girip hangi parçadan başlayarak anlatayım açıkçası bilmiyorum. Bugün AG’nin 17. günündeyiz (…). Tahmin edersin ki, hepimiz yaralıyız. 22 Aralık 14:10’dan başlayarak buraya giriş yaptığımız sabahın 05:00’ine kadar aralıksız dayak yedik. Hepimizin kafası, Lale ve Melek’in bel bölgesi, benim göğüs ve boyun berbat. Hani ’79’da müthiş bir dayak yemiştim de bir ay düzelememiştim ya, tıpkı onun gibi oldum. Burada dün, ısrarlarımız üzerine göğsümü bandaja aldılar. Lale’nin sakat kolunu -tümüyle kasıtlı şekilde- ters yöne bükerek çatlattılar. Hepimizin kafasında 5-10 kuruş büyüklüğünde saçsız bölgeler oluştu. Her yanımız ağrıyor; kulaklarımız, gözlerimiz ve başımız… Başımıza çok vurdular. Her yanımız mosmor. (…)”
Nuri AKALIN: “Biraz kendimden, buralardan bahsedeyim sana. F tipindeyiz. O çok sözü edilen F tipini eminim ki merak ediyorsundur. Bazen kendimi burada patates kuyusundaymışım gibi hissediyorum. Bilirsin patates ekmek için bir sürü kuyu açarlar tarlaya. Ardından patatesleri ikişer-üçer atarlar içine, sonra toprrakla üzerini örterler. İlk geldiğimde burayı patates tarlasına benzetmiştim. Bir farkla, burada her kuyudan ses çıkıyordu (…).
Bazen Kandıra‘ya savcılığa ya da İstanbul DGM‘ye -normalde görülen davamıza- götürülüyoruz. Öyle bir aramadan geçiriliyoruz ki, ağzımızın içine, dilimizin altına dahi bakılıyor. Köyde hayvanlar pazara götürüldüğünde müşteri hayvanın ağzına, dişlerine bakar. Ağzını açtırmak kolay olmaz. Tutar ve ağzını açtırmak için sıkar. Belki birebir olmasa da benzer bir durum yaşadığımız.
Her şeye rağmen, iki kişi dışında birilerinin yürüzünü görecek olmak, kısa da olsa sohbet etme olanağı bulmak bir hayli çekici kılıyor duruşmaları.
Bir defasında yan hücremde kalan ama öncesinden tanımadığım bir arkadaşla çıktık duruşmaya. Havalandırmada 6 aydır sohbet ediyoruz, konuşuyoruz onunla. Ringde bir süre sohbet ettik, adımı sordu, ‘Nuri‘ dedim. ‘Nuri sen misin‘ diye şaşkınca yüküme baktı. ‘Ben de Ferit‘ dedi. Aynı şaşkınlıkla ben de ona çevirdim bakışlarımı. Çünkü hücreler arası bağırarak konuştuğumuzdan normal ses tonu daha farklıydı…
Zaman geçtikçe kişiler, simalar, fiziksel yapılar zihninde yavaş yavaş siliniyor. Karşındaki soyut bir varlık halini alıyor. Çok iyi tanıdığın insanların bile simalarını gözünde canlandırmakta güçlük çekiyorsun. Fiziklerinden soyutlanmış sesler… Asıl olarak sen soyutlanıyorsun. Küçücük bir hücrede dünyadan soyutlanmış halde kalıyorsun (…)”
Murat ERTEKİN: “Size Tuncay yoldaşın (*) son anlarını anlatmaya çalışacağım. 11 Nisan sabahı diğer günlere göre daha iyiydi. Bir önceki akşam epey kötüydü. Konuşmakta zorlanıyor, aşırı terliyor ve su alamıyordu. Ama sabah su almaya başladı. Konuşmakta da zorlanmıyordu. Buna çok sevinmiştim. O gün ziyaret günümüzdü. Saat 10:00 civarında Tuncay’ımızı ziyarete çağırdılar. Giydirdim, saçlarını taradım (saçlarını taramadan kesinlikle ziyarete çıkmazdı). Yürüyerek gitti, 10:40’ta gardiyanların kollarında bitkin bir şekilde ziyaretten döndü. Alt katta sandalyeye oturttum. Konuşması iyice peltekleşmiş ve zor anlaşılıyordu. Su içirmeye çalıştım ama yarım bardaktan fazlasını içemedi. ‘Yukarı çıkalım mı?’ diye sorunca, ‘Yukarda ne var ki, niye çıkacağız?’ dedi. Bu bilincinin kapanmasına işaretti. Konuşturmak için birçok soru sordum. Cevaplarını alamıyordum. Gözleri sabitleşti ve kafası geriye düştü. Artık hiçbinr şeye tepki vermiyordu. Vücudu gerildiği için bir türlü kucağıma alamıyordum. En son zar zor üst kata çıkarıp yatağına yatırdım. (…) Tuncay’ımızın ilgisini çekecek sorular sormaya başladım. Aynı zamanda vücuduna masaj yapmaya ve ıslak bezle silmeye de çalışıyordum. Ama sorularıma hiçbir tepki vermiyordu ve nefes alışverişleri düzensizleşmeye başladı. Tanıdığı ve sevdiği yoldaşlar hakkında ilgisini çeken şeyler anlatmaya başladım. Hiçbirine tepki vermedi. Ben kendimi tutamayarak Tuncay’ımıza sarıldım ve ‘Benimle niye konuşmuyorsun? Yoksa bana küstün mü?’ dedim, gözlerini hafifçe açarak gülümsedi. Bundan başka hiçbir tepki vermedi. Yarım bardak kadar suyu selpakla içirebildim.
Öğleden sonra, bir tesadüf sonucu idare Tuncay’ımızın bilinciin kapandığını farketti ve panik içinde hastaneye götürdüler. Hücrede artık yalnızdım. Artık yanımda Tuncay yoktu. Tuncay’ımızın şehit düştüğü haberi… Duyunca yüreğim dağlandı (…)”
(*) Tuncay GÜNEL, TİKB Davası’nda yargılanıyordu. 11 Nisan 2001’de, ÖO eyleminin 123. gününde ölümsüzleşti.
Lale ÇOLAK: [Ölüm Orucu eyleminin 222. gününde, 8 Ocak 2002’de ölümsüzleşti] “Kartal Cezaevi. Dokuz metre yüksekliğinde duvarlar… Biz kuyu diyoruz bu havalandırma bozuntusuna. O da yetmemiş tel örgülerle çevrilmiş kuyunun ağzı. Ne acizlik… Engel mi sınırsız gökyüzünü seyre dalmaya, yıldızları sorgulamaya, Kutup Yıldızı’na ulaşmaya. Engel mi rüzgarın serinliğini yüzümüzde hissetmeye denizin kokusunu içimize çekmeye? Engel mi duvarlar kanatlarımızı sosyalizmin soluğuyla doldurup havalanmaya, yelkenlerimizi komünizmin özgürlük dünyasına fora etmeye? Kim demiş engel diye! Ne gam… etrafımızda kalın duvarlar, 10 adımlık dar bekanlar. Ama işte bu kadar. Beynimizin, düşüncelerimizin çitleri, sınırı yok bizim. Sınırsızca yol alıyoruz denizimizde. Yıllar öncesinden çözdük palamarı. Kaptan köşkünde Osman‘larla, Fatih‘lerle, İsmail‘lerle, Sezai‘lerle, Remzi‘lerle, Selma‘larla, Tahsin‘lerle, Tuncay‘larla rotamızı bir an olsun şaşırmadan yol alıyoruz oraya: Kızıl gezegene (…)”
İsmail SADİÇ: [Bu bölüm, Şubat Basım Yayım tarafından yayınlanmış “Belleğini yitirmiş bir direnişçinin güncesi / PUSLU AYDINLIK” adlı kitaptan alınmıştır. Notlar, F tipine karşı yapılan Ölüm Orucu eyleminin 127. gününde, özel amaçlı serumlar kullanılarak müdahale edilip bilerek hafızası silinen ve sakat bırakılan Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği (TİKB) davası tutsağı İsmail SADİÇ’e aittir.] “(..) Burayı hem hatırlıyorum hem de hatırlamıyorum. Sanki buraya ilk defa bugün gelmişim gibi. Buradaki arkadaşları da hem tanıyormuşum hem de sanki tanımıyormuşum, ilk defa görmüşüm gibi geliyor. (…) Bugün ne zaman kalktım hatırlamıyorum. Şimdi saat kaç, öğlen mi emin değilim. Nasıl uyandım, nasıl kalktım, kendim mi uyandım yoksa arkadaşlar mı uyandırdı emin değilim. Yemek yedim mi? Sanki yedim gibi ama ne yedim hatırlamıyorum. Ama biraz önce Ayhan bana bir şey getirdi onu içtim. Sanki ben uyanalı çok olmuş günlerdir uyanıkmışım gibi geliyor. Uykum da geliyor. Biraz önce bu defterdeki notlarımı okudum. Sanki ilk defa okudum-gördüm ama sanki daha önce de okudum. Ama onları yazdığımı hiç hatırlamıyorum. Sanki başka biri yazmış. Yazdığımı hatırlamıyorum. Sanki başka biri yazmış. Yazdığımı hatırlamıyorum ama okuduğumu hatırlıyorum. Gene çok uykum geldi. Ben böyle çok mu uyuyorum?
(…) Ben hep böyle aynı şeyleri mi yazacağım, konuşacağım? Ben sakat mıyım? Neden böyle oluyor? Neden ben hep aynı şeyleri yazıyorum? Neden ben Ölüm Orucu’nda ölmeyi beceremedim? Ben kaç gün Ölüm Orucu yaptım? Ben hep böyle mi olacağım? (…) Ben hiç başka bir yere gitmek istedim mi? Ne zaman? Kendi kafamdan mı yaptım? Ne oldu? Burası hangi cezaevi? Ne yapıyoruz? Ne yapmıyoruz? Ölüm Orucu devam ediyor mu? (…) Ama neden hatırlamıyorum? Neden ben ne yaptığımı hatırlamıyorum? (…) Ben bu saate kadar ne yaptım? Neden ben yaptığım hiçbir şeyi hatırlamıyorum? Kaç gündür buradayız? Ölüm Orucu devam ediyor mu? Bizden kim var devam eden? Ömer nerede? O yaşıyor mu, şehit düştü mü? O da şehit düşerse, ben ne olursa olsun, izin verseler de vermeseler de Ölüm Orucu’na devam edeceğim. Bunu sanki daha önce de yazdım. Yani yazdığımı hatırlamıyorum ama okuduğumu hatırlıyorum. (…) Yukardaki notları da ben yazmışım. Ama neden yazdığımı, ne zaman yazdığımı hatırlamıyorum. Neden ben hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Ben sakat mıyım? Neden yazmışım yukardaki notu? Burası neresi? Buraya ne zaman geldik? Burada bizden kim var? Ölüm Orucu devam ediyor mu? Kaç gündür ben böyleyim? Burası hangi cezaevi? Edirne F tipi Cezaevi mi? Şimdi saat 20:23. 16:20’de götürmüşler hücreye. Niye sanki bana deminmiş gibi geliyor? Hem de ben bunu daha önce yazmışım? Neden böyle oluyor? Şimdi saat 23:00 olmuş. Nasıl bu kadar çabuk geçiyor zaman? Ben 3 saat boyunca ne yaptım? Neden bu kadar hızlı geçiyor? Neden ben ne yaptığımı bilmiyorum?
***