DÜNYAManşet

Komün tipi devlet (2): Komün yolundan uzaklaşma

20. yüzyıl pratiklerimizde Komün’ün pratiğine açıkça aykırı, bazı yönlerden düpedüz ilkesel zıtlık gösteren yönlerin varlığı mekanik bir kıyaslama yöntemiyle ele alındığı sürece gelecekteki devrimlerimize yol gösterecek isabetli devrimci sonuçlar çıkarma olanağını da baştan dinamitlemiş oluruz.

Bu düz mantık, devletin sönümleneceği koşulların yaratılma sürecinde zorunlu bir araç olarak gördüğü proleter devletin kullanılma biçimlerinin tarihsel koşullardaki farklılıklara bağlı olarak gösterebileceği değişiklikler başta olmak üzere teorimizin bıraktığı boşlukları görmemizi de engeller.

Komün tipi devletin ayırt edici özellikleriyle 20. yüzyıldaki sosyalizmi inşa yönelimlerimizin gelişim seyri yan yana getirildiğinde karşımıza bariz bir çelişki çıkar. Çelişki, üzeri örtülemeyecek kadar açık ve büyüktür. Dolayısıyla onu tespit edip dile getirmek marifet sayılmaz. Asıl problem -ve ayrışma- bu çelişkiyi doğuran nedenlerin tespiti yanında ondan hangi sonuçların çıkarıldığında kendini gösterir.

“Marksizm’e bağlılık” iddiasıyla ortaya çıkan yaklaşımlar içinde en yaygın olanını bütün suçu Stalin’de gören, 1917 Ekim’inin arkasından kurulan Sovyet iktidarını onun yozlaştırıp bürokratik bir diktatörlüğe dönüştürdüğünü iddia eden tez oluşturur. Tahmin edileceği üzere bu tezin sahipleri Troçkistlerdir. Onların yanı sıra arada “Troçkist olmadıklarına” dair yemin billah etmekle birlikte Sovyetler Birliği’nde yaşananları büyük ölçüde Troçkist tarih yazımının onlarca yıldır sakız ettiği -üstelik çoğu tahrifata dayalı- tezlerin gözlüğüyle okuyan taşlaşmış kanaat sahipleri de bu anlayıştadır.

Tarihsel süreç ve gelişmeleri kişilere, onların görüş ve politikalarına hatta karakter özelliklerine bağlayan bu idealist tarih anlayışının bir ucu tek ülkede sosyalizm yöneliminin suçlanmasına açılır. Bunun farklı bir versiyonu olarak, yapılan bazıları vahim yanlışlara rağmen Stalin yoldaşın önderliğinde Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası yolunda atılan muazzam adımları yok sayıp önemsizleştirebilmek için Marx ve Engels’e de takla attırmaya yeltenilir; kapitalizmden komünizme geçiş aşamasını oluşturan sosyalizmin dışında, bu kez sanki onun da hazırlık evresiymiş gibi ne idüğü belirsiz bir “proletarya diktatörlüğü dönemi” icat edilir.

Bu topluluğun bir adım gerisinde “Marx’tan uzaklaşan” Lenin’i de sorumlular arasına katanlar vardır[1]; iki adım geride ise sorunun kökeninde bizatihi Marx’ı ve onun devlet anlayışını gören anarşistler boy gösterir.[2]

20. yüzyıl pratiklerimizde Komün’ün pratiğine açıkça aykırı, bazı yönlerden düpedüz ilkesel zıtlık gösteren yönlerin varlığı mekanik bir kıyaslama yöntemiyle ele alındığı sürece gelecekteki devrimlerimize yol gösterecek isabetli devrimci sonuçlar çıkarma olanağını da baştan dinamitlemiş oluruz. Çünkü bu düz mantık, geçmişi geçmişle kıyaslarken ilkini (Komün) idealize edip ona avantaj sağlayan özgünlükler kadar ders alınması gereken zayıflıklarını gözden kaçırma riskini taşırken, aralarındaki farklılığın açıklığı ve büyüklüğünden hareketle ikincide de (Ekim Devrimi ve sonrası) sadece mahkûm edilmesi gereken yönleri görmekle yetinip hem gelişmenin o seyir çizgisini izlemesine neden olan tarihsel koşullar etkenini gözden kaçırma riskini taşır hem de devletin sönümleneceği koşulların yaratılma sürecinde zorunlu bir araç olarak gördüğü proleter devletin kullanılma biçimlerinin tarihsel koşullardaki farklılıklara bağlı olarak gösterebileceği değişiklikler başta olmak üzere teorimizin bıraktığı boşlukları görmemizi engeller.

Dolayısıyla bu yöntemde ısrar edildiği sürece bugüne kadar oluşmuş ön varsayım-kanaat çerçevelerini de sarsacak geliştirici bir tartışma sürecinin kapılarını açmak şurada dursun, eski kanaatlerin biraz daha kemikleşeceği kısır didişmelerin tekrarından öte gidilemez.

Bu arada Komün pratiği de rehber almayı sürdürmemiz gereken ilkesel esasları yönüyle değil ama onların yaşama geçirilme biçim ve yöntemleri bakımından geliştirilip zenginleştirilmesi gereken tarihsel bir dayanak noktası olmaktan çıkıp ezberlenip tekrarlanmakla yetinilen hayatiyetini yitirmiş bir kalıba dönüşme riskiyle karşı karşıya kalır.

Komün sırasında da kendisini gösteren teori-pratik çelişkisi

Marksizm’in kurucu önderlerinin Komün’e gelene kadar proletaryanın devrimci diktatörlüğünün somut örgütlenişi hakkında açık bir fikir sahibi olmadıklarını biliyoruz. Onlar bu konudaki teorik tezlerini asıl olarak Komün pratiğinin çözümlemesinden çıkardıkları sonuçlar üzerine geliştirdiler. Öyle ki,  Manifesto’ya bile bir ek yapma ihtiyacı duydular.

Bu tümüyle Marksizm’in canlılığının, onun kendini yenileme ve geliştirme yeteneğinin, başka bir anlatımla hayatı önceden kafalarda oluşmuş “yüksek fikirlere”, “idea”ya vb. uydurmaya çalışan idealist öğretilerden farklı olarak Marksizm’de teori ile pratik arasındaki karşılıklı etkileşim ilişkisinin canlı bir örneği olması yönüyle de eğitici ve etkileyicidir.

Bizler bu diyalektik ilişkiyi, Komün ve Komün dersleri örneğiyle günümüz ve geleceğin proleter devrimleri arasındaki ilişkinin kuruluşu sırasında da aklımızdan çıkarmamalıyız.     Teorimizin kurucuları Komün pratiğini çözümlerken tamamlanmış -üstelik yenilgiyle sonuçlanmış- bir deneyimin sonuçlarından hareket ettiler. Bu da doğaldı. Yalnız bunu yaparken a) Onun salt bir kentle sınırlı karakterini, b) yenilgiyle sonuçlanan bir savaş sonucu zaten dağılmış bir burjuva devlet enkazı üzerinde yükseldiğini ama sonraki proleter devrimlerin hepsinin bu şansa sahip olmayabileceğini yeterince dikkate almadılar.[3]

Kaldı ki, Komün topu topu 72 gün süren çok kısa bir deneyimdi ve kendi hatalarının da etkisiyle yenilgiyle sonuçlanan -yani bir şeylerin orada da yanlış gittiği ya da eksik bırakıldığı- bir deneyimdi.

Gerçi  Fransa’da İç Savaş  başlığı altında toplanan metinlerin toplamında olağanüstü bir Komün çözümlemesi yapan Marx da pekâla farkındadır Komün’ü doğuran koşulların özgünlüğünün. Lahey’deki Ferdinand Domela Nieuwenheis’ye yazdığı 22 Şubat 1881 tarihli mektubunda da dile getirir bu gerçeği: “…Karşıma kuşkusuz Paris Komünü olayını çıkartacaksınız; ama bunun olağanüstü koşullar içinde bir tek kentin ayaklanması olduğu bir yana bırakılsa bile, …” (Fransa’da İç Savaş, Sol Yayınları-Kenan Somer çevirisi, sf.165)

Fakat burada dikkat çekmek istediğimiz nokta zaten ‘koşulların özgünlüğünün farkında olup olmama’ değildir; o somut koşullarda yaşanan deneyimden sonuç çıkarırken bunların çok farklı koşullarda yaşanacak deneyimler sırasında hangi sınırlar içinde ne gibi değişikliklere uğrayabileceğine dair fazla bir ipucunun sunulmamış olmasıdır. Teorimizin bu konuda içerdiği boşluklardır.
Bu aslında tarihsel koşullardaki farklılaşmaların yanı sıra yaşanılan yeni deneyimlerden de çıkarılan dersler ışığında sonraki kuşaklar tarafından yerine getirilmesi gereken bir teorik sorumluluktur. Yoksa aklı başında hiçbir Marksist, bu konuda da Marksizm’in önderlerinden kehanete dayalı kesin reçeteler beklentisi içinde olamaz.

Kurucu önderlerimizin Komün deneyimini çözümledikleri yıllarda, 1840’lara kıyasla sosyalizme geçişin bazı farklı yollar izleyebileceği (Rus köy komününden sıçrama örneği) ya da proleter devrimin gerçekleşmesinin gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi eş zamanlı olmayabileceği (İngiltere Almanya kıyaslaması) yönünde kimi farklı olasılıkları da dikkate alır hale gelmekle birlikte hâlâ Avrupa merkezli bir devrim beklentisi içinde oldukları, özellikle de emperyalizm döneminin koşullarına, bu dünya-tarihsel koşullarda kapitalist zincirin tek bir halkadan da kırılabilme olasılığına, buna bağlı olarak kapitalist dünya ile çevrili sosyalist adaların ortaya çıkabileceği görüşüne -doğal olarak- çok uzak oldukları da unutulmamalıdır.

Ki Lenin ve Bolşeviklerin, başlangıçta büyük bir içtenlikle kendilerine onu rehber almalarına rağmen emperyalistlerin de desteğiyle proletaryanın iktidarını yıkmak için dört koldan saldıran Beyaz ordularla yürütülen iç savaş sürecinden başlayarak (yani “Stalin dönemi”nden çok önce) Komün’e zıt yönde gelişme çizgisi izleyen Sovyetler Birliği pratiği tam da tarihsel koşullardaki bu farklılaşmanın sonucudur.

Bu sonucu ‘tek ülkede sosyalizm’ yönelimine bağlayan görüşler bu noktada “haklı” bir görüntü kazanır gibi olur belki ama onlarda da bu kez “eşitsiz gelişmenin sonucu kapitalist emperyalizm zincirinin tek bir halkadan da olsa kırılmasının mümkün hale geldiği tarihsel koşullarda, hem bu gerçekliğin hem de -tıpkı Komün gibi- yıllara yayılan emperyalist bir savaşın yol açtığı yıkımların ve biriktirdiği öfkenin büyüklüğü gibi özgün tarihsel koşullardan yararlanarak devrimci proletarya tarafından ele geçirilmiş bir iktidar, Avrupa’dan herhangi bir devrimin yardımına gelemeyeceği bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığı koşullarda başka ne yapabilirdi” sorusuna -keskin devrimci retorik dışında- ikna edici bir yanıt bulamazsınız.

Bu arada, teori-pratik açıklığı olarak tanımladığımız çelişkiyi anarşistler bizzat Komün pratiği içinde çok daha belirgin biçimde yaşarlar. Bilindiği gibi anarşistler bütün kurum ve örgütlenmeler gibi devletin de iradi bir tutumla “hemen” ortadan kaldırılabileceği ve de kaldırılması (ilga edilmesi) görüşündedirler. Bu bağlamda her türlü merkeziyetçiliğin karşısındadırlar, onun karşısına yerel birimlerin özerkliği temelinde federalizmi çıkarırlar.

Nitekim Bakunin, bir taraftan Komün’ü “devrimci sosyalistlerin (yani anarşistlerin) parlak bir deneyimi” olarak sahiplenip tapusunu üzerlerine geçirmeye çalışırken bir taraftan da onun en büyük yanılgısını devrimci bir hükümet ve ordu kurarak anarşizmin bu temel ilkesine aykırı bir pratik sergilemesinde görür. Üstelik Ulusal Muhafız Merkez Komitesi başta olmak üzere Komün yönetiminde çoğunluk Blankistlerle Proudhoncuların yani anarşistlerin elindedir.[4]

Fransa’da İç  Savaş’ın Almanca baskısına yazdığı Giriş’te Engels, bu çelişkiyi “tarihin ironisi” olarak niteler. “…Komün’ün iktisadi kararlarının, bunların övgüye değer olan ve olmayan taraflarının sorumluluğu öncelikli olarak Proudhon’culara, siyasal eylemlerinin ve ihmallerinin sorumluluğu da öncelikli olarak Blankistlere aitti. Ve her iki örnekte de, tarihin ironisi, (doktrinerler başa geçtiğinde her zaman olduğu gibi) her iki tarafın da okullarının doktrini ne söylediyse tam tersini yapmasını istedi.” (Fransa’da İç Savaş, sf. 23)

Komün yönetiminde çoğunluğu ellerinde bulunduran anarşistlerin pratiğiyle farklı anarşist ekollerin teorileri arasındaki açıklıktan hareketle Marx, “Komün Proudhon’un sosyalizm okulunun mezarıydı” der. Blankistlerin de “daha şanslı olmadıklarını” söyler ve somut örnekler vererek açıklar bu tespitlerini. (agk, sf.24)

Tablo insanın aklına Hamlet’in, “İstek ve kaderlerimiz birbirine zıt koşar, / Öyle ki tüm planlarımız bozulur gider; /Düşüncelerimiz bizimdir, sonuçları değil…” yakınmasını getirir.
1917 sonrasının Sovyetler Birliği pratiğinde de karşımıza çıkar bu çelişki. Bunu çok derin ve sarsıcı biçimde yaşayan Bolşeviklerin başında da Lenin gelir

Sürecek…

Dipnotlar:
[1]  “Günümüzde Paris Komünü’ne dair tartışmalarda baskın bir eğilim boy göstermektedir. (…) Bilhassa 20.yy Marksist devrim deneyimlerinin kısmi yenilgisiyle belirli bir sol eğilim sonuçların bilgisiyle ‘bürokratik makine’ olarak nitelemekte beis görmediği 20.yy devrimlerini mahkum etme arayışında ve Marx sonrası Marksizm’den kendilerini ayırmak için Paris Komünü’nü refere etmektedir. Batı akademilerinde yaygın olan “Marx versus Marxism” diyebileceğimiz bu devrimci olmayan okuma bilhassa Türkiye’de de yaygınlık kazanmaktadır. Yani politik angajmandan yoksun belirli bir eğilim Marx ve Marx sonrası Marksizm’i kalın çizgilerle birbirinden ayırma eğiliminde ve Marx sonrası Marksizm’i Marx’ın hatalı edinimi olarak okumak ve anlamak istemektedir. Bu anlayışa göre Marx sonrası Marksizm bir negatif yanlış anlamalar tarihidir. Başta Ekim ve Çin devrimi gibi büyük tarihsel olaylar da Marx’ın politik devrimleri olarak değil Marx’tan negatif bir sapma olarak okunmaktadır. Bu konunun Paris Komünü ile ilişkisi nedir diye sorulacak olursa bu eğilim devletçi olmayan ve özgürlükçü addettiği Marx’a karşı devletçi gördüğü Lenin ve Lenin sonrası Marksizm’i karşı karşıya getirmektedir. (…)
Bizim sorunumuz Marx sonrası Marksizm iken onların sorunu Marksizm öncesi Marx, yani Marx’a Dönüş olarak özetlenebilir. Bu kolaycılık Marx sonrası Marksizm’in bütün sorunsal alanlarından, üstelik de Marx’ı ‘sahiplenerek’ kaçma eğilimindedir. Kuşkusuz her kolaycılığa olduğu gibi bu basitleştirme ve kolaycılığa da saldırmamız gerekir” (19. yüzyılın Komün Tipi Proleter Devrimi Olarak Paris Komünü Deneyimi, Erdem Bulduruç, sf.2-3)

[2]  Anarşizmin önderlerinden, tutkulu bir devrimci militan olan Bakunin, Marx’a Karşı El Yazmaları’nda şunu der örneğin: “Marx’ın devleti, bütün rejimlerin en aristokratiği, en despotu, en kibirlisi ve en hor göreni olan bilimsel zekânın hükümdarlığı olacaktır. Toplum, bilim adına hâkim bir azınlık ve çok büyük bir cahil çoğunluk olarak bölünecektir. Böyle bir rejim bu kitlenin tepkisini çekmekten geri kalmayacaktır ve bu kitleyi durdurabilmek için Marx’ın aydınlatıcı ve bağımsızlaştırıcı yönetiminin önemli bir askeri güce gereksinimi olacaktır. Marx’ın programının demokratik ve sosyalist bütün vaatlerinin ve cümlelerinin yanı sıra, onun devletinde de yönetim biçimleri nasıl olursa olsun bütün devletlerin despotik ve kaba yapısını oluşturan her şey mevcuttur.”
Dikkat edilecek olursa Bakunin’in Marx’a ve Marksizm’in proletarya diktatörlüğü anlayışına yönelttiği bu eleştirinin mantığı, “Marksist” olduğunu iddia edenlerin Stalin’e -bazılarının Lenin’e de- yönelttikleri saldırılar sırasında tekilleştirilmiş/kişiselleştirilmiş iddialar biçiminde karşımıza çıkar. Her iki eleştiride de kapitalizmden devralınan toplumsal gerçeklik ve tarihsel koşulların üzerinden atlayan bir ‘irade’ vurgusu esastır.

[3]  Lenin, koşulların bu özgünlüğünü Uzaktan Mektuplar’da şöyle dile getirir: “Eğer devrim çok hızlı ve radikal bir şekilde galip geldiyse bunun biricik sebebi, son derece orijinal tarihsel bir durum sebebiyle tamamen farklı akımların, heterojen olan sınıf çıkarlarının, tamamen karşıt olan siyasal ve toplumsal etkilerin olağandışı bir zeka ile karışmasıdır.”

[4]  Proletaryanın önderleri ise tam tersi görüştedirler. Komün’ün en büyük zaafını merkeziyetçilik ve otorite zaafı sergilemesinde görürler. Bunlara örnek olarak da “iç savaşa yol açmamak” gerekçesiyle Versay askerlerinin Paris’ten çıkmalarına izin verilmesini, ortada bir yetki ya da güven boşluğu olmadığı halde Ulusal Muhafız Merkez Komitesi’nin Komün tarafından tekrar yetkilendirilmek üzere görevini erken bırakarak bir iktidar boşluğu yaratmasını ve Fransa Merkez Bankası’na el konulmamasını verirler. Engels’in 1872 yılında Türin’deki Carlo Terzaghi’ye yazdığı mektuptaki şu kısacık pasaj, bunun nasıl vahim bir hata olduğunu sergilemeye yeter:

“Paris Komünü’nün yaşamına mal olan şey, merkeziyetçilik ve otorite eksikliği oldu. Zaferden sonra otoriteyi vb. ne isterseniz yapın, ama savaşım için tüm güçlerimizi bir araya getirmek ve onları aynı saldırı noktası üzerinde toplamak zorundayız. Otorite ve merkezileşmeden her türlü koşul ve durumda kötülenecek iki şey olarak söz edildiği zaman, bana öyle geliyor ki, bunu söyleyenler ya bir devrimin ne olduğunu hiç bilmiyorlar ya da bunlar sözde devrimcilerden başka bir şey değiller.” (Anarşizm Üzerine, K.Marx-F.Engels, Sol Yayınları, sf.64)

Sendika.org

Daha fazlası

İlgili

Close