Tarihsel amaçlarımıza ters yollarda bir kez daha kaybolmaktan sakınabilmemiz için kullanacağımız parametre iki ayaklı olmak zorundadır.
Proletaryanın ihtiyacı olan ‘devlet’in önümüzdeki proleter devrimler sürecinde hangi temellerde nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair tarihsel deneyimlerimizi değerlendirirken hayatiyetten yoksun bir kalıpçılıktan olduğu kadar tarihsel amaçlarımıza ters yollarda bir kez daha kaybolmaktan sakınabilmemiz için kullanacağımız parametre iki ayaklı olmak zorundadır.
H. Selim Açan
Diğerleri farklı mıydı?
Tarihçi Stephen Kotkin’in aktardığı şu bilgi, İç Savaş’la birlikte güç kazanan bürokratik merkeziyetçi eğilim ile tam karşıtı kafa karışıklığının boyutlarını görmek açısından ilginç olduğu kadar da sarsıcıdır:
“Yevgeny Preobrazhensky (ki 1920 sonlarına kadar fanatik bir Troçki yandaşıdır, onunla yolunu 1929’da ayırır, özeleştiri yaparak partiye döner -nba) 9. Parti Konresi’nde (Mart 1920) bazı delegelerin ‘Sovyetlerimiz var dolayısıyla partiyi dağıtabiliriz diyecek kadar ileri gittiğini ve bunu söyleyenler arasında çoğunluğun Komünist olduğunu’ öne sürüyordu. Ancak o sırada parti sekreteri olan Krestinsky (o da 1928’e kadar fanatik bir Troçki yandaşıdır, Troçki’nin Lenin’le iktidar savaşına giriştiği 10. Kongre ertesinde bu yüzden partideki tüm sorumlu görevlerinden alınır -nba), bunun yerine, eyaletlerdeki Sovyetlerin elimine edilmesini öneriyordu.” (Stalin/İktidar Paradoksları, S. Kotkin, sf. 558, 45 numaralı dipnot).
Yukarda dile getirdiğimiz bir tespiti burada bir kez daha tekrarlayalım: Bu bir dönemin ruhudur ve bu kafa karışıklığını yaratan koşullar dikkate alınmadan ne bu gel-gitler anlaşılır ne de geçmişte yaşananlardan gelecekte işimize yarayacak isabetli devrimci sonuçlar çıkarma olanağı bulunur.
Tipik bir anti-komünist olan tarihçi S. Kotkin, andığımız kitabın özellikle 556. sayfasıyla 616. sayfası arasındaki bölümde parti aygıtının devlet yönetimini de elinde toplayarak 1919’dan itibaren nasıl genişleyip azmanlaştığını mekânsal yayılıma dair de çok ilginç veriler eşliğinde sergiler. Bu arada 1919 Mart’ında yapılan 8. Parti Kongresi’nde bir delegenin “Biz (parti) devlet haline geldik” dediğini; yine aynı kongreyle ilgili olarak Zinoviev’in de Leningrad parti aygıtına sunmak üzere hazırladığı raporda, “Rusya’daki Sovyet iktidarının liderinin Merkez Komite olduğu herkesin malûmu, hiç kimse için sır değil” şeklinde bir tespiti dile getirdiğini aktarır (Stalin/İktidar Paradoksları, sf. 557). Stalin’in rejimi demokratikleştirme amacıyla 1936 ve 1944 sonrasında yaptığı girişimler sırasında partiyle devlet işlerini birbirinden ayırmaktaki ısrarının anlamı ve önemi bu veriler ışığında belki daha iyi görülür.
Bu bahsi kapatmadan önce bilumum Stalin karşıtının “Sovyet demokrasisinin savunucusu” gözüyle baktıkları (1905 Devrimi sırasında Petrograd Sovyeti’nin başına bir anlamda paraşütle inmesinden hareketle -devrim başladığında Finlandiya’da kaçaktır, o gelmeden çok önce kurulan Petrograd Sovyeti’nin başında Khrustalyev-Nosar adında Menşevik bir avukat vardır, Troçki onun tutuklanması üzerine başkanlığa seçilir- müritleri daha da ileri gidip onu “Sovyet biçiminin kurucu babası” mertebesine çıkarırlar) Troçki’nin bu konudaki serencamına da şöyle bir göz atmak herhalde yararlı olur.
Örnekler ve alıntılarla sözü fazla uzatmak istemediğimiz için Troçki’nin bu konuda bir özelliğine baştan dikkat çekelim:
Troçki, yönetici konumlarda bulunduğu sürece dönemin parti kadroları içinde en otoriter, en merkeziyetçi görüş, öneri ve pratiklerin sahibi olarak öne çıkar. Ama ne zaman iktidarın uzağına düşer ya da hak ettiği konumlara gelmesinin engellendiği düşüncesine kapılırsa o zaman herkesten daha demokrat bir Troçki görüntüsü çıkar karşımıza.
Unutmayalım ki Troçki, dönemin en hayati işçi örgütlenmelerinden biri olan Tsektran (Demiryolu İşçileri Sendikası) yönetiminde etkili olduğu dönemde bütün sendikaların “savaş komünizmi” kuralları temelinde askerileştirilmesini savunabilecek kadar aşırı merkeziyetçi, düpedüz otokratik bir eğilimin temsilcisi olarak ortaya çıkar. Yaklaşan 10. Kongre arifesinde Lenin’le bu temelde bir iktidar savaşımına tutuşur. Ama Kongre delegeleri arasında umduğu desteği bulamayacağını anlayınca Kongre’ye bile katılmaz, general Tuhaçevski’yle birlikte Kronstadt ayaklanmasının bastırılmasında görev almaya gider. Troçki böyle bir “demokrasi savaşçısı”dır.
Ekim Devrimi’nin iktidarı ele geçirdiği gün (eski takvimle 25 Ekim-yeni takvimle 7 Kasım 1917) toplanacak olan II. Sovyet Kongresi öncesi dile getirilen şu görüşün sahibi Troçki’dir:
“İktidarı ele geçirmekle Sovyetler 2. Kongresi’ni çakıştırmak istemenin, kongrenin tek başına iktidar sorununu çözümleyebileceği gibi çocuksu bir umutla hiçbir ilgisi yoktur. Sovyetler biçimini putlaştırmaya hiç mi hiç meraklı değiliz.” (Aktaran Oskar Anweiler, Rusya’da Sovyetler, sf. 260, abç).
Onun aynı içerikteki bir başka sözünü aktaran Rosa Luxemburg (işin içine Lenin’i de katarak) şu ağır eleştiriyi dile getirir:
“Troçki, ‘Marksistler olarak’ diye yazar, ‘hiçbir zaman biçimsel demokrasinin putperestleri olmadık’. Kuşkusuz, hiçbir zaman biçimsel demokrasinin putperestleri olmadık. Ama hiçbir zaman sosyalizmin ya da Marksizm’in de örnek putperestleri olmadık. Yoksa buradan sosyalizmi, bizi rahatsız edici olduğunda, Cunow, Lensch, Parvus gibi çöplüğe atabileceğiz sonucu mu çıkıyor? Troçki ve Lenin bu sorunun yaşayan çürütücüleridir.” (Rus Devrimi/Demokrasi ve Diktatörlük, sf. 111, abç)
Ama aynı Rosa, o makalesinin devamında şunları söyler:
“…sosyalist demokrasi, sosyalist ekonominin temelleri yaratıldıktan sonra yalnızca kutsal topraklarda başlayan bir şey değildir; bir avuç sosyalist diktatörün, arada sadık biçimde kendini destekleyen saygıdeğer halka vereceği bir Noel hediyesi olarak da başlamaz. Sosyalist demokrasi, sınıf egemenliğinin yıkılması ve sosyalizmin kurulmasıyla eşzamanlı başlar. Sosyalist parti iktidarı ele alır almaz başlar. Proletarya diktatörlüğü ile aynı şeydir.
Evet, diktatörlük! Ancak bu diktatörlük, sosyalist dönüşümün başka türlü gerçekleşemeyeceği, burjuva toplumunun yerleşik haklarına ve ekonomik ilişkilerine yönelik enerjik, kararlı müdahalelerle demokrasinin uygulanması anlamındadır, yok edilmesi anlamında değil. Ancak bu diktatörlük sınıfın ürünü olmalıdır, sınıf adına hareket eden küçük bir yönetici azınlığın değil; kitlelerin etkin katılımıyla adım adım gelişmeli, kitlelerin doğrudan etkisi altında bulunmalı, kamuoyunun tam bir denetimine tabi olmalı, halk kitlelerinin artan siyasal eğitiminden çıkmalıdır.
Ne kadar iyiniyetli ve güzel ilkelerle dolu olsa da sosyalist siyaseti darmadağın eden Dünya Savaşı’yla, Alman işgalinin dehşetiyle ve bunlarla bağlantılı bir dizi olağandışı zorlukla karşı karşıya kalmamış olsalardı, kuşku yok ki Bolşevikler de böyle hareket ederlerdi.” (Rus Devrimi/Demokrasi ve Diktatörlük, sf. 112-113, abç)
Ezberlediği bazı doğruları seçtiği bazı alıntılara da dayanarak mekanik bir ruhsuzlukla tekrarlayıp durmayı “Marksist tutarlılık” zanneden küçük burjuva aydın ukalalığı ile teoriye olduğu kadar hayatın gerçeklerine de gözlerini kapatmayan militan devrimci Marksist yaklaşım arasındaki fark bu olsa gerek!.. İşin kuramsal yönü açısından ne yapmak gerektiğinin Rosa da pekâlâ bilincindedir. Ama elinde cetvel-kalem oturduğu yerden ahkâm kesen çok bilmişlerden farklı olarak Rosa, kendi tarihlerini yaparken sınıfları ve onların öncülerini sınırlandıran nesnel koşullar etkeninin üzerinden de atlamaz.
Kullanacağımız parametrenin iki ayağı
Proletaryanın ihtiyacı olan ‘devlet’in önümüzdeki proleter devrimler sürecinde hangi temellerde nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair tarihsel deneyimlerimizi değerlendirirken hayatiyetten yoksun bir kalıpçılıktan olduğu kadar tarihsel amaçlarımıza ters yollarda bir kez daha kaybolmaktan sakınabilmemiz için kullanacağımız parametre iki ayaklı olmak zorundadır:
Birincisi, devlete olan ihtiyacın ortadan kaldırılması da içinde olmak üzere komünistler olarak tarihsel amaç(lar)ımızı bir an bile unutmamaktır. İkinci olaraksa bu hedeflere ilerlerken tarihin bizi hangi yollardan yürümek mecburiyetiyle karşı karşıya bırakacağına dair bugünden mutlak belirlemelerde bulunamayacağımızı unutmamaktır.
Bunlardan tayin edici olan tabiî ki ilkidir. Onun bir kenara bırakılması hatta silikleşmesi proletaryayı giderek sınıf düşmanlarına benzeme, bazı yönlerden onun bile gerisine düşme riskiyle karşı karşıya bırakır. Yanı sıra -Rosa Luxemburg’un da eleştirdiği gibi- koşulların dayatacağı zorunlu geri adımların zamanla kanıksayıp kalıcılaşması, dahası teorize edilerek model haline getirilmesi olasılığını içinde taşır.
Diyalektik materyalist tarih anlayışının doğal gereği olan ikincisi ise, Lenin’in Ne Yapmalı’da başka bir bağlamda yaptığı ünlü bir benzetmeyle, hedeflediğimiz zirveye ulaşmaya çalışırken uzaktan bakıldığında hedeften uzaklaşma olarak görülen adımların nihai amaçla bağlantısı içinde ele alınıp doğru değerlendirilmesi imkânını sağlar.
Sömürüyle birlikte bütün eşitsizlikleri ve tahakküm biçimlerini (bu bağlamda yönetenler-yönetilenler ayrımını) ortadan kaldırma tarihsel amacına sahip bir sınıf olarak devrimci proletaryanın -Lenin’in sözleriyle- komünizmin alt/başlangıç aşaması olarak sosyalizmi inşa aşamasında “yalnız ölüm halindeki bir devlete ihtiyacı vardır”.
Bu ihtiyacı doğuran nedenlerin başında elbette yenilmiş ama henüz ortadan kalkmamış olan burjuvazinin uluslararası kapitalizm ve gericiliğin de desteğini alarak yitirdiği cenneti tekrar ele geçirmesine meydan vermemek için baskı ve denetim altında tutulması zorunluluğu bulunur. Proletarya diktatörlüğü denildiği zaman komünizm düşmanları kadar yüzeysel ham solculuğun aklına da işin sadece bu yönü gelir zaten. Halbuki Lenin’in değişik vesilelerle vurguladığı gibi bu işin kolay tarafıdır. Fakat aynı Lenin, proleter devletin sözcüğün bilinen anlamında devlet olmaktan çıkışını da en başta onun bu özelliğinde görür: “Komün, artık nüfusun çoğunluğunu değil, bir azınlığı (sömürücüleri) ezmesi gerektiği ölçüde, devlet olmaktan çıkıyordu…” (Devlet ve İhtilâl, sf. 75).
Ancak bu devletin (proletarya diktatörlüğü) asıl işlevi emeğin kurtuluşunun gerçekleşeceği koşulları yaratmaktır. Onun, yerine gelmesi zaman gerektiren, anarşist fantezinin önerdiği şekilde “hemen, derhal ilga edilmesini” olanaksız kılan ‘kurucu’ misyonu çıkar bu noktada karşımıza. Çünkü kapitalizmden komünizme ‘geçiş aşaması’ olarak sosyalizmin, içinden çıktığı kapitalizmden devraldığı eşitsizlikleri, kapitalizme özgü anlayış ve alışkanlıkları -üstelik emperyalist-kapitalist kuşatmanın sürdüğü koşullarda- kısa süre içinde giderebilmesi o kadar kolay değildir. Dolayısıyla bu koşullar yaratılıp komünizmin üst aşamasına geçiş olanaklı hale gelene kadar -ki temel koşulu proleter sosyalist devrimlerin dünya çapında zafere ulaşması, en azından kapitalizmin geriye kalan son kalelerini kıpırdayamaz hale getirecek ölçüde kuşatma altına alabilmiş olmasıdır- bu devlet olmayan devlete ihtiyaç ister istemez sürecektir.
Komün deneyiminin çözümlenmesi somutunda Marx bu gerçeği şöyle dile getirir:
“Emeğin iktisadi kurtuluşu gerçekleşmedikçe, Komünal Anayasa olanaksız bir şey ve bir yanılsama olurdu. Üreticinin siyasal egemenliği, toplumsal köleliğinin ebedileştirilmesiyle bir arada var olamaz. Bu nedenle, Komün, sınıfların ve dolayısıyla sınıf egemenliğinin dayandığı iktisadi temeli yıkmak için bir kaldıraç işlevi görecekti. Emek bir kez kurtulduğunda her insan bir işçi olur ve üretken çalışma sınıfsal bir özellik olmaktan çıkar.” (Fransa’da İç Savaş, sf. 87-88, abç)
Sovyet deneyimini “devlet kapitalizmi” olarak gösterme çabası içinde olanların önemli bir kısmı, emeğin iktisadi kurtuluşunun koşullarının yaratılmasını fiilen üretim araçlarının özel mülkiyet konusu olmaktan çıkarılmasıyla planlı üretime indirgerler. Bunu açıkça bu kabalıkta savunan kimi “Marksistler” vardır. Ama Stalin düşmanlığından hareket eden geçmiş inkarcılığının daha yaygın olan biçimi, devrimin gerçekleşmesiyle birlikte atılacak kararlı adımlar sonucu nispeten kısa süre içinde yaşama geçirilebilecek olan bu iki temel koşulun yerine gelmesine rağmen devletin sönümlenmesi yolundaki adımların neden hızlandırılmadığı sorusu biçiminde karşımıza çıkar.
İlk bakışta haklı yönler içeren bu eleştiride hem -daha önce de dikkat çekmeye çalıştığımız- somut tarihsel koşullar etkeninin gözden kaçırılması vardır hem de “emeğin iktisadi kurtuluşu” olarak tanımlanan sürecin ne kadar istenirse istensin öyle iradi kararlar ve kararnamelerle bir çırpıda sonuca gidilebilecek basitlik, düzlük ve kısalıkta bir süreç olmadığı gerçeğinin gözden kaçırılışı vardır.
Emeğin dolayısıyla insanlığın kurtuluşu, sadece iktisadi boyuta indirgenemeyecek çok yönlü kompleks bir sürecin sonucudur. Çalışma ve yaşama koşullarının insanileştirilmesinden bireylerin bütün yetenek ve potansiyellerini özgürce kullanabilecekleri koşulların yaratılmasına, yabancılaşmanın bütün biçimlerinin ortadan kaldırılması kapsamında çalışmanın zorunlu olarak katlanılan bir angarya olmaktan çıkarılıp insan olmanın duyumsandığı keyifli bir uğraş haline gelmesine, insan-insan ilişkilerinde bencilliğin, bireyciliğin, başkalarının emeğini sömürerek, çalıp çırparak hedeflerine ulaşmayı olağanlaştırmış vandallığın yerine topluma karşı sorumluluklarını esas alan toplumsallaşmış bir birey bilincinin alışına, patriyarkal bilinç ve alışkanlıkların tortu ya da leke olarak dahi zerresinin kalmayışından insan-doğa ilişkilerinin kuruluşunda doğaya saygıyı esas alan dengeli bir ilişkinin vd. kuruluşuna kadar birbirini tamamlayıp bütünlemesi gereken bir dizi adımın atılmasını gerektirir. Böyle kompleks bir sürecin kısa süre içinde tamamlanmasını beklemenin gerçekçi bir yaklaşım ol(a)mayacağı açıktır. Bu beklenti temelinde şekillenen yargılar insana Engels’in “Siz hiç hayatınızda devrim gördünüz mü?..” sorusunu hatırlatır. Üstelik her şey bizim tercih ve politikalarımıza bağlı değildir.
Marx ve Engels’in başka eserlerinde de farklı yönlerden açımlayarak dile getirdikleri bu gerçeği Marx Fransa’da İç Savaş’ın bir yerinde şöyle ifade eder:
“İşçi sınıfı Komün’den mucizeler beklemedi. Onun, halk kararıyla hayata geçireceği hazır ütopyaları yok. Kendi kurtuluşunu ve onunla birlikte bugünkü toplumun kendi iktisadi gelişimi aracılığıyla karşı konulmaz şekilde yönelmiş olduğu daha yüksek yaşam biçimini hazırlamak için, kendisinin, yani işçi sınıfının, koşullar gibi insanların da tümüyle dönüşmesini sağlayacak olan uzun mücadelelerden, bir dizi tarihsel süreçten geçmek zorunda olduğunu biliyor.” (Fransa’da İç Savaş, sf. 89, abç)
Yukardaki alıntıda altını çizdiğimiz satırları, proletaryanın, devleti, iktidarı ele geçirir geçirmez yapacağı kararlı hamleler sonucu -anarşistlerin iddia ettiği gibi tek kılıç darbesiyle olmasa bile- fazla uzatmadan ortadan kaldırabileceğini iddia eden “Marksistler”in dikkatine sunmanın belki bir yararı olur.
Bu sürecin doğası gereği inişli-çıkışlı bir seyir izlemesinin kaçınılmazlığı yanında “ha” deyince tamamlanmasının mümkün olamayacağı gerçeğinin zihnimizde canlanması için Marksist teorinin devletin ortadan kalkmasını (sönümlenmesini) hangi temel koşulun yerine gelmesinde gördüğünü (“gereksinmeyle birlikte zorunlu olan için savaşımın yeniden başlayacağı eski çirkefin içine düşme” olasılığını ortadan kaldıracak ölçüde bolluk üretebilecek hale gelmek) hatırlamakta da fayda vardır:
“(…) Üretim araçlarının toplumsal temellükü, sadece üretimin şimdi var olan yapay engellerini değil, aynı zamanda, günümüzde üretimin kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği ve krizlerde doruk noktasına ulaşan üretici güçlerin ve ürünlerin mutlak savurganlığını ve yıkımını da ortadan kaldırır. Ayrıca, bugünkü egemen sınıfların ve onların siyasi temsilcilerinin anlamsız savurganlığını ortadan kaldırarak, bir üretim araçları ve ürünler kitlesini topluluk yararına özgür bırakır. Toplumsal üretim araçlarıyla, toplumun tüm üyelerine yalnızca maddi olarak tümüyle yeterli ve her gün zenginleşen bir yaşam değil, aynı zamanda bedensel ve düşünsel yeteneklerini tamamen özgürce geliştirmeyi ve kullanmayı da güvence altına alan bir yaşam sağlama olanağı, bugün ilk kez olarak var, ama var.
(…) Artık baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca; sınıf egemenliği ve bugüne kadarki üretim anarşisi üzerine kurulu bireysel varoluş mücadelesi, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklarla birlikte ortadan kalkar kalkmaz, baskı altına alınacak hiçbir şey kalmaz, özel bir baskı gücü, yani devlet zorunlu olmaktan çıkar. Devletin kendini gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak var ettiği ilk eylem -üretim araçlarına toplum adına el koyma-, aynı zamanda onun devlet olarak son bağımsız eylemidir. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, birbiri ardına tüm alanlarda gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden sönüp gider. Kişiler üzerinde yönetimin yerini, şeylerin yönetimi ve üretim süreçlerinin yönetimi alır. Devlet ‘ilga’ edilmez, söner.” (Engels Anti-Dühring, Sol Yay., Mart 1977, sf.443-444, abç)
Burada tayin edici noktayı, emeğin kurtuluşunun koşulları yaratılana kadar kullanma ihtiyacının sürdüğü o mekanizmanın adım adım da olsa komünizmin hedeflediği sönümlenme yönünde mi yoksa burjuva devlette olduğu gibi giderek işçi ve emekçi kitlelere de yabancılaşarak onlara da hükmeder hale gelen bir şişme-azmanlaşma yönünde bir gelişme seyri mi izlediği oluşturur. 20. yüzyıl deneyimlerimiz sırasındaki seyir maalesef bu ikinci yönde olmuştur. Tekrarından kaçınmak için devrimci bir eleştiriye tabi tutulup mahkûm edilmesi gereken budur.
Kaynakça:
– Fransa’da İç Savaş, K. Marx, Yordam Kitap, Birinci Basım, Ekim 2016
– Seçme Mektuplar, K. Marx -F. Engels, Evrensel Basım Yayın, Birinci Baskı, Ekim 1996
– Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, K. Marx – F. Engels, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ekim 1989
– Devlet ve İhtilâl, Lenin, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Altıncı Baskı, Aralık 1978,
– Lenin’le Tartışmalar/Rus Devrimi, Rosa Luxemburg, Dipnot Yayınları, Birinci Baskı, Ankara/2021
– Halkın Devlet Yönetimine Katılımı Üzerine, Lenin, NK Yayınları, Birinci Baskı, Nisan 2003