Lenin’in de zamanında tespit ettiği gibi, yeryüzündeki hammaddeler üzerinde hakimiyet kurmak emperyalist egemenliğin olmazsa olmaz koşullarından biridir
Ege Deniz
Dünyadaki tekelci egemenlik yan yanalıklar olarak değil, girift bağlantılarıyla birlikte anlaşılabilir ancak
MLPD’nin ölçü olarak aldığı “ilk 500” gibi listeler, şirketleri, holdingleri ve büyük kapitalist grupları sanki bunlar kendinden menkul şeylermiş gibi yansıtır. Birbirlerinden bağımsız kendilikler, yan yana duran tekilliklermiş gibi. Oysa gerçek hayatta durum bambaşkadır.
Sözgelimi, “en büyük şirketler” listesinin en üst sıralarında yer alan Amazon, yine üst sıralarda yer alan Berkshire Hathaway ile birlikte JPMorgan Chase’in “ortağı”dır.
Lafı açılmışken, “Küçük işletmeler ekonomik büyümenin kritik bir lokomotifidir. Küçük ve büyük işletmeler birbirlerine bağımlıdır -birbirlerinin müşterileridir ve birbirlerinin büyümesini teşvik ederler. Geniş çaplı iş ekosistemimizin ayrılmaz bir parçasıdırlar. Örneğin, JPMorgan Chase olarak yüzlerce küçük banka, 15 bin ortak pazar şirketi ve yaklaşık 7 bin kurum ve yatırımcı müşteri dahil 4 milyondan fazla küçük işletme müşterisini destekliyoruz” diyen (ve ABD mali sermayesinin önemli bir parçası olan) Morgan Chase “JPMorgen.com“ web sitesinde yayınlanmış “2017 Faaliyet Raporu”nda “2.5 trilyon dolar tutarında varlığa sahip olan ve dünya çapında faaliyetler yürüten lider bir küresel mali hizmetler şirketidir” şeklinde tanımlanıyor.
“Fortune Global 500, 2019” listesinde (ciroları bakımından) 41. sırada bulunan JPMorgan Chase’in yıllık karı 32,474 milyar dolardır! 1. sırada yer alan Walmart’ın yıllık karı ise 6,670 milyar dolar!
Walmart’ın “varlıkları” 219,295 milyar, JPMorgan Chase’in “varlıkları” ise 2,622 trilyon dolardır! Aradaki fark barizdir. Listebaşı olan Walmart, 41. sıradaki JPMorgan Chase’in bulunduğu ligde değildir!
JPMorgan Chase ile “ortaklık” ilişkisinde olan Berkshire Hathaway hakkında ise Wikipedia’da “dünya’nın en büyük 2. holding şirketidir. Kurucusu 2008 yılında dünyanın en zengini olan milyarder Warren Buffett’tir. Ayrıca yönetimde 2013’te en zengin 1. insan olan Bill Gates de bulunmaktadır” denmektedir!
Öbür taraftan, örneğin dünya perakende ticaretinde önde giden Amazon, Walmart gibi dev tekeller, her alanda ve dünyanın her yerinde ilişki ağları olan, dünyanın hemen her yerinde ortaklıkları, iştirakleri, yatırımları bulunan Berkshire Hathaway ya da bu sayılanlara ek olarak dünyanın her yerine para-sermaye ihraç eden ve ihraç ettiği sermayeden kat kat büyük sermayeli şirketleri, holdingleri yöneten, kararlarda söz sahibi olan JPMorgan Chase gibi mali sermayenin parçası olan “şirketler”in gücü ile kıyaslandığında sınırlı güçte oldukları görülür.
JPMorgan Chase’in “ortakları”ndan olan ABD’li Amazon tekeli aynı zamanda Japon banka tekeli Softbank tarafından da desteklenmektedir.
Softbank’ın, Amazon ile Walmart arasındaki rekabetin Hindistan ayağında Amazon’un tarafını tuttuğu tüm dünya basınına yansıyan bilinen bir şey. Softbank, 2,5 milyar dolarlık “yatırım”la hisselerinin yüzde 20’sini elinde tuttuğu Hindistanlı online-perakende tekeli Flipkart’ın Amazon tarafından satın alınmasını destekledi. Walmart ise, Amazon’un bu hamlesini boşa çıkarmak için Flipkart Group’un yüzde 77’sini, geçtiğimiz yıl 16 milyar dolara satın aldı. Japonya mali sermayesinin parçası olan Softbank’ın isteğine rağmen Flipkart’ın Walmart tarafından yutulmasında perde arkasında hangi mali oligarkların bulunduğunu bilmiyoruz ama ortada sadece Amazon ve Walmart’tan ibaret olmayan bir rekabet ve pazar paylaşımı olduğu aşikardır.
MLPD, emperyalizmin gerçek dünyasından kopuk konuşuyor
MLPD’li arkadaşların, kendi tezlerine “kanıtlar” göstermek için başvurdukları (ama dünya mali sermaye egemenliğinde gerçek güç ilişkilerine dair pek bir şey anlatmayan) “Fortune global 500“ listesinden farklı, bu konuda en azından bize fikir verebilecek bir başka istatistiğe bakalım:
Forbes’in 2019 “Dünyanın kamuya açık (borsada işlem gören) en büyük firmaları (forbesglobal2000/ 2019)” listesinde, Çin’in dev bankası ICBC birinci sırada yer almaktadır. ABD’li JPMorgan Chase ise ikinci sıradadır.
Yıllık “karı” 45,2 milyar dolar olan ICBC’nin cirosu 175,9 milyar, “varlıkları” 4,034 trilyon dolardır.
İkinci sıradaki JPMorgan Chase’in yıllık “karı“ 32,7 milyar, cirosu 132,9 milyar, varlıkları 2,737 trilyon dolardır.
Üçüncü sıradaki Çin orijinli China Construction Bank’ın yıllık “karı” 38,8 milyar, cirosu 150,3 milyar, varlıkları 3,38 trilyon dolardır.
Dördüncü sıradaki yine Çin orijinli Agricultural of China’nın yıllık karı 30,9 milyar, cirosu 137,5 milyar, varlıkları 3,3 trilyon dolardır.
Beşinci sıradaki ABD’li Bank of America’nın yıllık karı 28,5 milyar, cirosu 111,9 milyar, varlıkları 2,37 trilyon dolardır.
Bu listenin devam sıralaması, Apple (ABD), Ping An Insurance Group (Çin), Bank of China (Çin), Royal Dutch Shell (Hollanda), Wells Fargo (ABD) şeklinde gitmektedir… Yıllık karların ve varlıkların ilk planda dikkate alınarak hazırlanan bu listede, örneğin Amazon 28. sırada, Walmart 29. sırada görülmektedir.
Öbür taraftan, bu liste de, dünya mali sermayesinin gerçek gücüne ve küresel düzeyde dallanıp girift ağlar oluşturan tekelleşmenin ve bağımlılık ilişkilerinin geldiği noktaya dair çok az bilgi verir.
2011 yılında Zürich Üniversitesi’nin İsviçre orjinli “banka ve finans şirketi” Credit Suisse için yaptığı araştırma sonuçlarına göre, dünyada 37 milyon şirket, 43.060 uluslararası tekele bağlı üretim yapmakta, bunların üretimi ise 1318 adet dev tekelin ihtiyaçları temelinde şekillenmektedir. Bu 1318’in ise sadece 147’si, tüm bu şirketlerin toplam varlığının yüzde 40’ını elinde tutarak uluslararası üretim zincirinin merkezinde bulunmaktadır!
Bir mali oligark örneği
17.08.2015 tarihinde Miriam Braun imzasıyla DW Türkçe’de bir haber yer aldı. “Dünyanın kimsenin tanımadığı en güçlü tröstü Blackrock” hakkında New York ekonomi muhabirliği yapan Heike Buchter’in yazdığı kitap (ve Blackrock-Kara Kaya) hakkında yapılan haberden uzunca bir alıntı yapalım:
Gölge bankalar olarak da adlandırılan, ticari bankaların bilançolarında görünmeyen şubeleri, dünya finans piyasasını yakından izleyenleri endişelendiriyor.
…
Blackrock, sadece gazetelerin ekonomi sayfalarını okuyanların tanıdığı bir şirketti. On yılı aşkın bir süredir Wallstreet’de muhabirlik yapan Heike Buchter Blackrock ismiyle son yıllarda karşılaşmaya başladığını anlatırkan şunları söylüyor:
“Merkez bankası portföylerinin incelenmesiyle ilgili konuşmalar sırasında sadece bankerler Blackrock ve patronu Larry Fink’ten söz ederlerdi. Bu adı daha önce duymamıştım. Finans krizinin ardından her taşın altından Blackrock çıkmaya başladı. Konuştuğum işadamlarından biri ‘yüksek sesle konuşmayalım, Blackrock’un her yerde kulağı var’, demişti.”
Fonlarında 4,7 trilyon dolar biriken Blackrock Buchter’in kitabında, ‘dünyanın kimsenin tanımadığı en güçlü tröstü’ olarak tanıtılıyor. Küresel finans değerlerinin beşte biri tutarındaki 14 trilyon dolar bu şirketin işlemlerinde görünüyor. Ama Blackrock gücünü sadece işlettiği yatırımlardan ve değerli kâğıtlardan almıyor.
… Kitabın yazarı Heike Buchter, “Şirket para yatırıyor ve Blackrock fonları büyük şirketlere hissedar oluyor. Tröst aynı zamanda merkez bankalarına, maliye bakanlıklarına, büyük yatırımcıya, devlet fonlarına, Amerikan emeklilik fonlarına, sigortalara ve vakıflara danışmanlık da yapıyor. Bono ve hisse senetleri kanalıyla şirketleri finanse ediyor. Dünya finans piyasasında Blackrock’un parmağının olmadığı hemen hiçbir alan bulunmuyor”, diyor.
Larry Fink’in şirketi büyük Amerikan bankalarıyla petrolcülük ve silah şirketlerinin de büyük hissedarları arasında. Blackrock fonları aynı zamanda Alman birleşik borsa endeksinde adı geçen büyük şirketlerin en güçlü ortaklarından sayılıyor. Buchter bu durumun tehlikeli olmasının gerekmediğini ancak Amerikan tröstünün gücünü göstermesi bakımından yabana atılamayacağını belirtiyor. Finans muhabiri ve yazar Buchter, Günümüzün anonim şirketlerinde hisselerin yüzde dört ila yüzde altısına sahip olmanın sözünü geçirmeye yettiğini ve Blackrock’un tıpkı büyük hissedarlar gibi davranabildiğini söylüyor.
Almanya’da otomobil yapıldığında ya da Güney Amerika madenlerinde demir cevheri çıkarıldığında nasıl Blackrock fonları kazanıyorsa, ABD’de yeni ilaçlar geliştirildiğinde ya da Afrika’daki madenlerde altın bulunduğunda da Blackrock ve müşterileri para kazanıyor. Heike Buchter Amerikan tröstünün gücünü şöyle anlatıyor: “Blackrock bu kadar farklı alana el attığı için çıkarların çatıştığı da olabiliyor. Örneğin Blackrock’tan borç alan bir şirketin çıkardığı hisse senetleri Blackrock tarafından alınmış olabiliyor. Aynı zamanda alacaklısı da olan büyük hissedarıyla anlaşmazlık çıkarmayı hangi şirket göze alabilir?”
Finans krizi ve Lehman bankasının iflası Blackrock’un büyümesini hızlandırdı. Şirket işe, zararı asgariye indirmek amacıyla ipotek senedi portföylerini dilimlere ayırıp pazarlayarak başlamıştı. Heike Buchter, kısa zamanda Amerikan maliye bakanlığının danışmanları arasına giren Larry Fink’in şirketini anlatan kitabının önsözünde, ‘Maksadım Blackrock’u eleştirmek ya da karalamak değil, finans piyasalarının dikkatini bu deve çekmekti. Çünkü Blackrock da nihayetinde, finans dünyasının işleyiş tarzının bir ürünüdür’, diyor. (Alıntımız burada sonlanıyor)
Dünya mali sermayesinin, yerküreyi ve kaynaklarını, tüm dünya pazarlarını ve uluslalarası üretimi denetleyen ve kontrol eden gücünün gerçek boyutlarını ortaya çıkarmak, emperyalist egemenliğin günümüzde aldığı biçim ve düzeyin kavranması açısından elzemdir. MLPD’nin çok sayıda “yeni-emperyalist devletin” ortaya çıktığı yönündeki tezi ise, ister istemez, bunun gözlerden saklanmasına hizmet ediyor.
Türkiye’nin gerçek konumuna dair..
Forbes’in hazırladığı aynı listede Türkiye’den İşbank 1,5 milyar yıllık karı ve 105 milyar dolarlık varlıklarıyla 663. sırada, Koç Holding 1,1 milyar yıllık karı ve 23,5 milyar dolarlık varlıklarıyla 774. sıradadır. 9 firmayla bu ilk 2000 listesinde yer alan Türk kapitalist grupları buradan da anlaşıldığına göre deve(ler)de kulaktır.
Türkiye’den yer alan 9 firmanın toplam cirosu 104,7 milyar dolardır. Bu aynı yıl Walmart’ın cirosunun (485,873 milyar dolar) yüzde 22,5’idir. Borsada işlem gören firmalar bazında ele alındığında, Türkiye’nin en büyük 9 firmasının cirosunun toplamı sıralamada birinci sırada olan ICBC’nin cirosundan 55,6 milyar dolar azdı!
Türkiye’nin bu en büyük 9 tekelinin toplam karı yaklaşık 9,9 milyar dolar civarındadır. Liste başındaki ICBC’nin tek başına elde ettiği kar ise 45,2 milyardır!
Forbes’in en büyük 2000 listesinde 2019 yılında yer alan en büyük 9 Türk firmasının pazar değerlerinin toplamı tek başına ICBC’nin değerinin 5’de biri kadar bile değildir!
MLPD’nin çalışmasının 53. sayfasında “Türk tekelleri 1990 ile 2015 yılları arasında kendi sermaye ihracını 1,2’den 44,7 milyar ABD dolarına, yani neredeyse 40 kat artırmıştır” (Kaynak: UNCTAD, FDİ Outward Stock) denmektedir.
Biz de UNCTAD’ın hazırladığı aynı tabloya ve verilere bakıp Türkiye’nin “sermaye ihracı”nın öyle yansıtılmaya çalışıldığı gibi “parlak” olmadığını söyleyeceğiz.
En başta, MLPD tarafından Türkiye’nin sermaye ihracı olarak gösterilen veriler aslında genel olarak sermaye ihracı değil, onun bir çeşidi olan “Yurtdışı Doğrudan Yatırımlar”a aittir. MLPD’nin aktardığı UNCTAD’ın tablosundaki veriler “Doğrudan Yabancı Yatırımlar” (FDİ outflow) verisidir. Biz bundan kısaca FDİ diye bahsedeceğiz.
Buna göre, 1990 yılı için Türkiye’nin FDİ’si 16 milyon dolardır. MLPD’nin verdiği 1,2 milyar dolar değildir! Çünkü MLPD’nin bahsettiği 1,2 milyar yıllık FDİ değil, “FDİ ihracı stoku” toplamıdır.
UNTCAD’ın “FDİ outflow” tablosunda 1990 yılında dünya çapında gerçekleştirilen FDİ ihracatının toplamı 243 milyar 874, 8 milyon dolar olarak verilmiştir. Türkiye’nin FDİ biçimindeki sermaye ihracı değeri (16 milyon dolar) bu toplam değer içinde binde 1’lik paya bile denk düşmemektedir.
Aynı tabloda, 2015 yılında dünya çapında gerçekleştirilen FDİ ihracatı toplamı 1 trilyon 682 milyar 584,4 milyon dolardır. Türkiye’nin yıllık FDİ ihracatı değeri ise, 4 milyar 778 milyon dolara yükselmiştir.
1990 yılı ile kıyaslandığında Türkiye’ye ait 2015 verisi FDİ’lerde sıçramalı artışlar olduğunu görülüyor. Öte yandan, dünya çapında 2015 yılında gerçekleştirilen toplam FDİ ihracatında Türkiye’nin payının yüzde 0,3’ün biraz üzerinde kaldığını görüyoruz.
MLPD’nin aktardığı “FDI Outward Stock” (FDİ ihracı stoku) büyüklükleri açısından baktığımızda durum nedir acaba?
1990 yılına gelindiğinde Türkiye’nin FDİ ihracı stoku 1,15 milyar (MLPD bunu 1,2 milyar olarak yuvarlamış) dolar. 2015’e gelindiğinde bu meblağ 44 milyar 656 milyon dolara yükselmiş.
Dünya çapındaki FDİ ihracı stoku ise 25,044 trilyon 916 milyar doları bulmuş. Türkiye’nin 2015’deki FDİ ihracı stoku önemli bir gelişme göstermekle beraber, dünya ihraç stoku içindeki payı ancak binde 18 düzeyinde kalmaktadır!
Türkiye’nin yurtdışındaki dolaysız yatırımlar (FDİ) şeklindeki sermaye ihracı çok hızlı bir şekilde gelişmiştir. Sektörel ağırlık noktaları tekstil, tüketim malları ve mali hizmetlerdir (toplamda tüm FDİ’lerin yüzde 44’ü).
Gene de Türkiye 2015’te, 44,7 milyar ABD doları FDİ toplam stoku ile dünya çapında sadece 41. sırada bulunmaktaydı!
Buna karşılık FDİ biçimindeki sermaye ithalatının çok daha hızlı bir şekilde geliştiği biliniyor. Bu ithalat sermaye ihracatını kat kat aştı. 2015’de ihraç edilen sermaye toplam stoku 44,7 milyar dolar iken, ithal edilen sermaye toplam stoku 145,5 milyar dolardı.
Türkiye’nin, MLPD’nin onun için “yeni-emperyalist” demesinin dayanaklarından biri olarak çevreleyen bölgelerde askeri ve siyası bakımdan yayılmacı ve agresif politikalar güdüyor olması olgusuna gelince;
Türk tekelci burjuvazisi daha Sovyet Bloku dağılmadan önce “Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar Türki halkların İmparatorluğu”nu hayal ediyordu. O zamanlar, Sovyetler’in çevrelenmesi bağlamında Türkiye’nin Batılı emperyalist ittifakın işbirlikçi parçası olarak hareket ettiği düşüncesi genel kabul görüyordu.
Sovyet Bloku’nun dağılmasından sonra ortaya “boş” alanlar, coğrafyalar çıktı. Batılı emperyalist güçler buraları nüfuz alanlarına/bölgelerine dönüştürmek için harekete geçti. Çok geçmeden Rusya (ve diğer uçta Çin) yeniden paylaşım kavgalarına yeniden dahil oldu. Bu arada Türk tekelci burjuvazisi “Osmanlıcılık” hayalleriyle yayılma planlarını dinamize etmeye çalıştı. Ancak bu yayılmanın ABD emperyalizminin gölgesi ve izniyle gerçekleştirildiği şu olgudan bile bellidir ki, ABD’nin Ortadoğu, Balkanlar, Doğu Avrupa ve genel olarak Avrasya’da nüfuzu Rusya-Çin karşısında azalmaya başladığında, Türkiye’nin yayılmacı planları da büyük çapta suya düştü.
“Arap Baharı” döneminde yine parsa toplamaya çalışan Türkiye bunda da çuvalladığı gibi Esad rejiminin devrilmesiyle beraber Suriye’de kalıcı olarak yerleşme yönündeki savaş politikası da Rusya ve İran’ın ördüğü duvarlara tosladı. Bu noktada, ABD’li emperyalist çevrelerde bazı rahatsızlıklar yaratma pahasına Rusya’ya yanaşan (Şam’da namaz kılma sevdasından vazgeçmek zorunda kalan) Türkiye’nin hedefinde şu an itibariyle Irak’ın kuzeyi ve Suriye’nin kuzeyi ve doğusunda mümkün olduğunca geniş sahada işgali derinleştirip yerleşmek var.
Bu yönden Türkiye kuşkusuz ABD ya da Rusya gibi emperyalist güçlerin her dediğini yapan cılızlıkta değildir. Güçlenen Türk tekelci burjuvazisi emperyalistlerle basit bir işbirliği yapmanın ötesine her fırsatta geçmektedir. Fakat bu, yeni bir durum olmadığı gibi, emperyalist güçler arasında sürmekte olan rekabette onların küresel-bölgesel hesaplarını sekteye uğratacak boyutta etki etmemektedir.
Söz gelimi, ABD emperyalizminin stratejik yönelişlerinde, küresel ölçekte etki alanlarını genişleten Çin’i sınırlamak temel önemde bir konudur. Çin ile ABD’nin rekabetinde diğer şeylerin yanında dünya ölçeğinde hammaddelerin denetim altına alınması, enerji kaynakları ve ulaşım-dağıtım hatları üzerindeki (birbirlerinin aleyhine) hakimiyetin pekiştirilmesi stratejik önemdedir. Ki bu rekabette, örneğin Türkiye’nin, at koşturmak istediği Ortadoğu bölgesindeki petrol-doğalgaz kaynakları bağlamında yürüyen mücadeleler sanıldığından daha az önemdedir.
Hammaddelerin denetim altına alınması emperyalist egemenlik açısından birincil önemdedir
Petrol-doğalgaz gibi hammaddeler emperyalist hegemonyanın sürdürülmesinde hala önemli bir konu olmakla birlikte, yüksek teknolojili üretim (iletişim, elektronik, uzay, silah gibi) alanlarında kullanılan “stratejik madenler” üzerinde hakimiyet kurma mücadeleleri de günümüzde azımsanmayacak önemde rol oynamaktadır.
İleri teknoloji üreten sanayi için vazgeçilmez olan bu stratejik madenler, burjuva literatürde “nadir toprak elementleri” olarak adlandırılıyor. Bu elementlerin üretiminin yüzde 95’i ise Çin’in tekelinde.
Bu 17 elementin önemini, Türk burjuva basınına da yansıyan, Rare Element Resources adlı Kanadalı maden şirketinin yöneticilerinden Mark Brown şöyle anlatıyor:
“Lantan, neodinyum ve seryum, bugün en çok talep edilen nadir toprak elementlerinden. Bunlar özellikle rüzgar türbinlerinde kullanılıyor. Elektrik üretiminde yararlanılan bu türbinlerin manyetik motorlarında neodinyum kullanılıyor. Savunma sanayisinde de, akıllı bombalardan, radara yakalanmayan bombardıman uçaklarının yapımına, bu nadir elementlerden yararlanılıyor.”
Çin’in dışında, Kongo, Güney Afrika ve Brezilya gibi ülkelerin de “nadir toprak elementleri” rezervlerinin bulunduğu biliniyor. Çin ise Afrika maden rezervlerini kaptırmamak için yoğun faaliyet içerisinde.
Afrika, dünyadaki platin ve kolbaltın yüzde 90’nına, altının yüzde 50’sine, uranyumun yüzde 35’ine ve manganezin yüzde 33’üne sahip. Aynı zamanda elektrikli-elektronik araçlar ve cep telefonları için vazgeçilmez bir madde olan koltanın yüzde 75’i Afrika’da bulunuyor. Çin ekonomisi için gerekli olan koltan ve kobalt Kongo’dan, petrol Angola, Nijerya ve Sudan’dan, bakır Zambiya’dan, uranyum Namibya’dan alınıyor. Ayrıca Çinli şirketler Zambiya, Libya, Mozambik ve Gana’da odun, demir, bakır, petrol gibi alanlarda ihaleye girmeden çıkarma işlemine başlayabiliyor.
Afrika’ya hem doğrudan yatırım yapan hem de “finansal destek” veren Çin’in, 2003 yılında Afrika ile ticareti 20-30 milyar dolar civarında yer alırken 2017’de ise yaklaşık 230 milyar dolara yükseldi. Çin’in 2000-2017 yılları arasında Afrikalı devletlere verdiği borç miktarı 90 milyar dolar.
McKinsey&Company 2017 Raporu’na göre Afrika’da iş yapan Çinli firma sayısı 10 binin üzerinde. Çin’in yalnızca Sahra Altı Afrika’daki ülkelere verdiği borç, kıtanın toplam borcunun yüzde 14’üne denk geliyor.
Ernst & Young Afrika Raporu 2017’ye göre 2015’ten bu yana Çin, Afrika’da 66.4 milyar dolarlık 293 doğrudan yatırım planını hayata geçirdi. Bunlar şu ülkelerde yoğunlaşıyor: Mısır, Nijer, Tanzanya, Etiyopya, Fas, Cezayir, Zambiya, Angola, Mozambik ve Güney Afrika.
Industrial and Commercial Bank of China (ICBC), Güney Afrika’nın en büyük bankası Standard Bank’ın yüzde 20’lik hissesini satın aldı. (öz kaynak, varlık, piyasa değeri, mevduat, kredi ve müşteri sayısı bakımından dünya sıralamasında ilk sırada yer alan mali oligark ICBC, daha sonra, 2015 yılında Türkiyeli Tekstil Bankası’nın çoğunluk hisselerini GSD Holding’ten devralarak yuttu.)
Lenin’in de zamanında tespit ettiği gibi, yeryüzündeki hammaddeler üzerinde hakimiyet kurmak emperyalist egemenliğin olmazsa olmaz koşullarından biridir. Emperyalist tekeller ve mali sermayeler hammadde kaynakları üzerindeki tekelci hakimiyetlerini pekiştirdiği ölçüde tüm dünyayı haraca kesmenin, bütün üretim alanlarını kontrol etmenin ve buralardan azami karlar devşirmenin en önemli aracını elde etmiş olurlar. Çünkü hammaddelerin alım-satımında tekelci fiyatları dayatma gücüne erişirler. Bu ise tüm üretim alanlarında gasp edilen artı-değerlerin büyük kısmının mali oligarşinin cebine akıtılmasını sağlar.
Dolayısıyla, emperyalistler arasında hammaddelere hakim olmak konusunda dünya çapında kıran kırana süren rekabeti hesaba katmayan her türden emperyalizm çözümlemeleri daha baştan sakattır. Bunun gibi, “yeni-emperyalist” güçlerden söz açıldığında, onların bu konuda durumlarının ne olduğunu ortaya koymadan ileri sürülecek iddialar temelsiz kalır. Çok sayıda ülkenin “yeni-emperyalist” güçler olduğunu iddia eden MLPD ise ne yazık ki bu konuda hiçbir şey söylememektedir.