Gezi korkusu hala canlı olan faşist rejimin her eylem ve protestoda bu kabusunun depreşmesinde şaşılacak bir şey yok. Öyle ya, Gezi’yi yaratan binler buharlaşıp uçmadı!..
Çiçek Özgen
Bu potansiyelin varolduğunu güdüleriyle de olsa sezinlemesi varlık/yokluk ekseninde gördüğü her şeyi yeniden ele alıp ince ince değerlendirmesine neden oluyor.
“Dik dur, dik tut tebessümlerini, özlemlerini,
vazgeçmektir eğilişin sonu,
gel demeden gidişleri seçmektir,
belki de dik durmak hiç gitmemektir…” [Ferkul Zaman]
Boğaziçi Üniversitesi’nde bir aydır süren sindirme, teslim alma atakları, dün ayyuka çıkan saldırılar ve polisin öğrencilere verdiği “Aşağıya bak!” komutu tepkilere neden olmuş, “#Aşağıbakmıyoruz” içerikli taglar sosyal medyayı doldurmuştu.
Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektöre karşı tepkiler, devletin aslında çok da beklemediği bir ısrar ve yaygınlığa dönüşmüş durumda. Kısa sürede sönümleneceğini düşündüğü bu tepkilerin ısrarla sürmesi ve başta farklı üniversitelerden olmak üzere toplumda büyük destek görmesi onu daha saldırgan bir tutum almaya itiyor.
Artık her gün onlar için bir ‘meydan muharebesi’
Gezi korkusu hala canlı olan faşist rejimin her eylem ve protestoda bu kabusunun depreşmesinde şaşılacak bir şey yok. Öyle ya, Gezi’yi yaratan binler buharlaşıp uçmadı!..
Bu potansiyelin varolduğunu güdüleriyle de olsa sezinlemesi varlık/yokluk ekseninde gördüğü her şeyi yeniden ele alıp ince ince değerlendirmesine neden oluyor. Saldırgan hamlelerine karşı gösterilen her tepkiyi otoritesinin sarsılması olarak görülüyor.
O nedenle kolluk güçlerinden, adaletinden, diyanetinden tüm mekanizmalarını ortaya sürerek neredeyse her allahın günü bir meydan muharebesine girişiyor.
Her defasında yaptığı gibi, sönümlendirmekte zorlandığı ve toplumun en azından belli kesimlerinin desteğini alan ve yayılma eğilimi gösteren her tepkiye karşı ilk olarak toplumsal desteği azaltabilecek silahlarla saldırıyor. Çünkü toplumsal desteğin artması yeni ve daha radikal Gezi’lerin olması ihtimali demektir onun için.
Kendini ne kadar paralarsa paralasın “kültürel iktidarını” kuramadığı için dinci ve gerici söylemler en büyük kozu haline geliyor. Özellikle toplumun geri yönlerine seslenerek gerici linç güruhlarını devreye sokmaya, varolan desteği törpülemeye çalışıyor.
Yalandan kim ölmüş: Camide içti, Kabataş’ta taciz, Boğaziçi’nde Kabe’li seccade!..
Gezi’de “Camide içki içtiler” ya da “Kabataş’ta taciz” yalanlarıyla toplumda hassas noktalar üzerine oynayarak kendileri için koruma kalkanı oluşturmaya çalışıyor.
Bu silahlar geçtiğimiz günlerde bu kez de Boğaziçi öğrencileri için tekrar devreye sokuldu, ancak rejimin beklediği etkiyi yaratamadı. Rejim bir taraftan bu “Ali Cengiz” oyunlarına devam ederken diğer yandan da öğrencilerin iradesini kırmaya, özellikle de kendilerini her an tehlikede her an gözetlenir hissetmelerini sağlayacak korku ortamının oluşturulmasına yönelik saldırılara ağırlık veriyor.
“Aşağıya bak!” dedirten korku
Evlere yapılan şafak baskınları, gözaltılar, çatılara yerleştirilen keskin nişancılar tam da bu korku ortamının yaratılmak istenmesinin bir sonucu. Dün öğrencilere saldırılar eşliğinde verilen “Aşağı bak!” komutu da bir yandan bu korku ortamını keskinleştirme girişimi, diğer yandan bir türlü sindiremedikleri öğrencilerin iradelerini teslim almaya yönelik bir saldırının dile gelmiş ifadesi olarak görülmelidir.
Devletin, gözaltına aldığı devrimcilere işkence sırasında direnç ve iradelerini kırmak için başlarını öne eğmeye, kafalarını eğdirerek bayrak altından geçmeye zorladıklarını vb. duymuşuzdur birçoğumuz; birçoğumuz da işkencehanelerde süren sınıf savaşına bizzat maruz kalmıştır. Bu aslında basit bir inatlaşma meselesi değildir. Başını öne eğmek toplumda da suçluluk, pişmanlık ifadesi olarak kabul edilir. Kişide iradeyi törpüleyecek, kendini haksız olarak görmesinin önünü açacak, karşısındakini ise yıkalamayacak, karşı gelinemeyecek bir güç olarak algılamasını sağlayacak psikolojik bir iç biçimlenme/biçimlendirme silahı olarak devreye sokulan bir işkence yöntemidir.
Hiçbir dayatmanızı kabul etmeyeceğiz, biz kazanacağız!
Özelde öğrencilere, aslında tüm topluma verilmek istenen bu komutun amacı tam olarak budur.
İşkence komutlarının güpegündüz sokakta, gayet rahat bir biçimde hayata geçirilme isteği ve ihtiyacı, toplumda kendilerinin biçimlendirdiği bir otokontrol mekanizması yaratma ihtiyacıyla atbaşı gidiyor. Karşısındaki iradeyi sorgusuzca kabul edecek, dahası kendi güçsüzlüğünü, karşısındaki rejimin yıkılmazlığını sokakta attığı her adımda, hatta gündelik yaşamın her anında aklında tutmasını sağlayacak bu despotizmi hücre hücre örme, alıştırma, gönüllü kabullendirme komutları bu nedenle havalarda uçuşuyor.
Tüm bunların yanı sıra bu komut aynı zamanda altta yatan ve kökleri eskiye dayanan büyük bir korkunun da ifadesidir. Öğrencilerin kendilerine ve haklılıklarına olan inançlarından rahatsız olan rejim, onların bu duygularının yüzlerine, gözlerine, gülümsemelerine yansımasından da son derece rahatsızlık duyuyorlar.
Gözler cesaretin, dudaklar haklılığın, dik duran başlar ısrarcılığın bir göstergesi olarak diğer kesimlere de bir mesaj niteliği taşıyor çünkü.
Ve bu, kazanmaya dair inancı besleyip büyütüyor, kendini gören diğer gözlerde aynı duyguların depreşmesine neden oluyor. Bu ise rejimin en büyük korkularını derinleştirmeye yetiyor.
O nedenle o yüzleri kimsenin görmesini, o gözlerle kimsenin bakmasını istemiyor. Çünkü ordaki bakışlar, onların sonlarının da gecikmeyeceğini yüzlerine bir şamar gibi çarpıyor.
(*) Görsel Duygu Krämer‘den alınmıştır.
Kaynak:Alınteri Gazetesi