MAKALELERManşetPOLEMİK

MLPD’nin “yeni-emperyalist ülkelerin ortaya çıkışı üzerine” tezine eleştiri -II

Emperyalist-kapitalist sistemin kronikleşmiş krizleri ve yapısal bunalımları, tekelci azami karların gerçekleştirilmesi bakımından fırsatlar kadar sıkıntılar da yaşatır. Dünya mali sermayesi yeni yol ve yöntemleri devreye sokar. Uluslararası düzeydeki işbölümü onun ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirilir.

MLPD’nin yaklaşımı yüzeysel ve parçasaldır

Çünkü emperyalizm dünya çapında olgunlaşmış tekelci kapitalizmdir. Onun niteliği (ve hangi büyük kapitalist güçlerin emperyalist rekabete girişme kapasitesinde olduğu) ancak dünya ölçüsünde anlaşılabilir.

Lenin, birinci emperyalist dünya savaşı koşullarında emperyalizmin iç ilişkilerini ve nasıl ortaya çıktığını inceleyip buradan sonuçlar çıkarmaya çalışırken, “Bu savaşın toplumsal karakterinin gerçek kanıtları, hiç şüphesiz, onun diplomatik tarihinde değil, tüm savaşan güçleri yöneten sınıfların nesnel durumunun tahlilindedir. Bu nesnel durumu göstermek için, soyut birtakım örnekler ya da verilerle değil (toplumsal hayatın olayları son derece karmaşık olduğundan herhangi bir görüşü desteklemek için istendiği kadar soyut örnek ya da veri gösterilebilir), tüm savaşan güçlerin ve bütün dünyanın iktisadi hayatının temelleri üstünde yükselen verileri birlikte ele alarak düşünmek gerekir” der. (Aynı yapıt, sf: 11- Sol Yay.)

Eğer günümüzde dünyanın emperyalist yeniden paylaşımı konusunda halihazırda bir rekabet ve bu çerçevede savaşlar sürüyorsa ve söz konusu yeniden paylaşım kavgalarına katılan yeni emperyalist güçlerden söz edilecekse, bunun, tüm savaşan güçlerin durumunun ve aralarındaki ilişkilerin tam olarak ortaya konması; aynı zamanda, yeniden paylaşıma konu olan temel-stratejik alanlarda bütün dünyada olup biten tüm süreçlere dair verilerin birlikte ele alınması temelinde yapılması gerekir.

Eskiden “yeni-sömürge” bağımlılığı zincirinde olup, son on yıllarda kapitalist gelişmede “parlak ilerlemeler” katetmiş ülkelerin emperyalist-kapitalist dünya sistemi içerisinde tuttuğu yerin (“yeni-emperyalist” ya da bağımlı kapitalist ülke olup olmaması anlamında) ne olduğu, ancak, uluslararası mali sermaye egemenliğinin aldığı yeni biçimler ve (kapitalizmin küresel yapısal bunalımlarıyla birleşik) emperyalist uluslararası işbölümünde görülen değişiklikler bağlamında, söz konusu ülkelerin bunlarla “küresel” “bölgesel” ve “yerel” düzeylerde kurduğu ilişkilerin içeriği ve kapsamı ortaya konularak anlaşılabilir.

MLPD, sözünü ettiği “ortaya çıkan yeni emperyalist ülkeler” olgusunu temellendirirken, bunu, tek tek bunların emperyalist dünya ekonomisinin bütünü içerisinde tuttukları yer bağlamında yapmıyor. Bu ülkelerin durumunu parçasal düzeyde ve bir veya iki yönden (bölgesel yayılmacılık, sermaye ihracı, askeri durum gibi) ele alarak, bu ülkelerin bazı yönlerden görece “güçlü” oluşunu abartıp ve ama tüm emperyalist dünya içerisinde hangi konumda olunduğunun üzerinden atlayarak emperyalist nitelemesi yapıyor.

Meksika, Endonezya, İran, Türkiye gibi, kendi bölgesinde “güçlü” ama dünya ölçüsünde -dünya mali sermayesinin etkin bir parçası olmak yönüyle- gerçekte “cüce” olan ülkelerin bu cüceliğinin göze batmaması için ise, 14 ülkeden oluşan yeni emperyalistler grubunun içerisine Rusya ve Çin’i de koyarak, toplamda bu ülkelerdeki uluslararası tekellerin sayısında ve sermaye ihracında görülen artış ya da askeri sanayide katedilen mesafeye dair veriler aktarıyor.

Oysa, MLPD’nin bu “yeni emperyalist” ülkeler grubunun gücü ve önemi hakkında ortaya attığı sayılar ve rakamlar, çoğu durumda büyük oranda Çin ile ilgilidir. Yine bu ülkeler grubuna dair aktarılan toplam veriler içerisinde önemli bir yer tutan Rusya ise “yeni emperyalist” güç değildir. Dünya çapında emperyalist yeniden paylaşım savaşlarına katılan “eski” bir emperyalisttir.

Bu iki ülkenin mali-ekonomik gücünü, yanı sıra Hindistan’ı (bölgesel güç olmaktan çıkıp yeni emperyalist güç olma potansiyelinden bahsedilecekse bu ülkenin durumunun tartışılması abes olmazdı) gruptan çıkardığınızda (dünya mali sermaye egemenliğinin parçası olmak bağlamında tutulan yer itibariyle) geriye pek az şey kalır.

Bölgesel güç olarak Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Güney Afrika gibi ülkeler tek tek alındığında ise, küresel düzeyde oynadıkları rol devede kulaktır.

MLPD’nin söz konusu çalışmasında, tikel (bir grup yeni emperyalist devlet) olandan yola çıkılıyor, tekil (tek tek ülkeler) düzeyde sergilenen (ki o da daha ziyade bölgesel çapta) bazı “güçlü” yanlar abartılıyor; buradan tümevaran tanımlamalara (yeni emperyalist nitelemesine) ulaşılıyor.

Oysa tümdengelim yöntemini de kullanmayı ihmal etmemeliydi MLPD. Emperyalist-kapitalist dünyanın bütünü gözönüne alınarak, tikel, tekil ve özel olanın onunla hangi türden ve ne düzeyde ilişkilendiği (söz konusu ülkelerin dünya mali sermayesi karşısında ve içerisinde konumunun ne olduğu) ortaya konulmalıydı. Böylece ileri sürülen tezin sağlaması tümevarım yöntemiyle yapılabilirdi. Ne yazık ki MLPD’nin çalışması, olguların analitik düzeyde incelenmesi ve tek tek parçaların bütünden ayrı (yan yana) şekilde ele alınması temelinde şekillenmektedir.

MLPD’nin eksik emperyalizm kavrayışı

İncelenen konunun bütün ilişkilerini (yönlerini) ortaya koyabilen bir yöntem olarak diyalektik materyalizmin bu eksik uygulanışı, MLPD’nin Leninist emperyalizm teorisini kavrayışına da yansımaktadır.

Stefan Engel imzalı “Yeni-emperyalist ülkelerin ortaya çıkışı üzerine” adlı kitapçıkta (Türkçe basım sf: 9) şöyle deniyor:

“Lenin, Kapitalizmin en yüksek aşaması-Emperyalizm adlı ünlü eserinde şöyle genelleştiriyor: ‘Emperyalizmin mümkün olan en kısa tanımı gerekiyorsa, emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşaması demek gerekir.’..”

Oysa Lenin devamında şunu söylüyor: “Ne var ki, en kısa tanımlar, temel özelliği özetledikleri için everişli olsalar da, tanımlanacak şeyin çok önemli bazı çizgilerini dışarda bırakmalarından ötürü yetersiz kalmaktadır.”

MLPD’li arkadaşlar, şöyle devam ediyor:

“Lenin tekeli, hem ‘birkaç tekelci büyük bankada yoğunlaşmış ve tekelci sanayi gruplarının sermayeleriyle iç içe banka sermayesi’nden oluşan mali-sermaye olarak, hem de ‘dünyanın … tamamen paylaşılmış dünya toprakları üzerinde tekelci egemenliği kurmuş bulunan sömürgecilik politikası temelinde’ bölünmesi olarak niteler.”

Burada, Lenin’in yaptığı tanım ve vurgular çarpıtılıyor. Çünkü Lenin genel olarak “tekel”in değil “mali sermaye”nin ne anlama geldiğine dair konuşuyor. Lenin şöyle diyor: “Bir yandan, mali sermaye, birkaç tekelci büyük banka sermayesinin tekelci sanayi gruplarının sermayesiyle kaynaşmasının bir sonucudur; öte yandan, dünyanın paylaşılması olayı da, herhangi bir kapitalist devletçe el konmamış bölgelere kolayca yayılan sömürge politikasından, tamamiyle paylaşılmış yeryüzü topraklarının tekellerin mülkiyetine geçmesi için uygulanan sömürge politikasına geçişi ifade etmektedir.“

Ve MLPD’li arkadaşlar, ilgili bölümün devamında, Lenin’in mali sermayeye, onun egemenliğine, yani emperyalizme dair yaptığı tanımı, saydığı özellikleri kuşa çevirerek -bütünün değil gerçekliğin şu veya bu yanını öne çıkararak-, yeni bir “emperyalist ülkeler” tanımı yapıyor:

Yani emperyalist ülkeler, ekonomileri tekeller tarafından belirlendiği, tekellerin gitgide devletini kendilerine tabi kılmış olduğu ve bu tekellerin başka bölgeler ve ülkeler üzerinde egemenlik kurmaya çalıştığı ülkelerdir… Bu ‘en yeni emperyalizm’in belirleyici özelliği, sermaye ihracı oldu. Bu belirleyici ekonomik temel üzerinden diğer ülkeleri sömürür ve bastırır.”

MLPD’nin buradaki eksik aktarımının tam görülebilmesi açısından, Lenin’in sözlerini içeren ilgili pasajın tamamını (Sol Yayınları’nın çevrisiyle sayfa 110-111) aşağıya alalım:

“Emperyalizmin mümkün olan en kısa tanımını yapmak gerekseydi, şöyle derdik: Emperyalizm kapitalizmin tekelci evresidir. Bu tanımlama da, temel öğeyi kapsamış olurdu; çünkü, bir yandan, mali sermaye, birkaç tekelci büyük banka sermayesinin tekelci sanayi gruplarının sermayesiyle kaynaşmasının bir sonucudur; öte yandan, dünyanın paylaşılması olayı da, herhangi bir kapitalist devletçe el konmamış bölgelere kolayca yayılan sömürge politikasından, tamamiyle paylaşılmış yeryüzü topraklarının tekellerin mülkiyetine geçmesi için uygulanan sömürge politikasına geçişi ifade etmektedir.

Ne var ki, en kısa tanımlar, temel özelliği özetledikleri için everişli olsalar da, tanımlanacak şeyin çok önemli bazı çizgilerini dışarda bırakmalarından ötürü yetersiz kalmaktadır.

Bu bakımdan, gelişme sürecindeki bir olayın birçok bağlantısını hiç kavrayamayan bütün genel tanımlardaki itibari ve izafi değeri unutmadan, emperyalizmin, aşağıdaki beş temel özelliğini kapsayan bir tanımını yapalım:

1- Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, iktisadi hayatta kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır;

2- Banka sermayesi sınai sermayeyle kaynaşmış, ve bu ‘mali sermaye’ temeli üstünde bir mali oligarşi kurulmuştur;

3- Sermaye ihracı emtia ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır;

4- Dünyayı aralarında bölüşen Uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur;

5- En büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır.

Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulduğu; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme evresine ulaşmış kapitalizmdir.”

Görülüyor ki, MLPD, Lenin’in emperyalizm teorisini, kendi eksik kavrayışına uyumlu hale getirmek istemektedir!

Dünya kapitalizminin genişleyip derinleşmesi ve uluslararası yeni işbölümünün birleşik etkisinin yarattığı yanılsama

Kapitalizm dünya sistemini oluşturup en yüksek aşaması emperyalizm evresine eriştikten sonra, tekellerin ve mali sermayelerin, sömürü ağlarını derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek için attıkları adımlar, diğer coğrafyalarda da kapitalizmin gelişmesini beraberinde getirir. Nitekim günümüzde yeryüzünde emperyalist-kapitalist sömürü ilişkilerinin girmediği bölge yok gibidir.

Öte yandan, emperyalist-kapitalist sistemin kronikleşmiş krizleri ve yapısal bunalımları, tekelci azami karların gerçekleştirilmesi bakımından fırsatlar kadar sıkıntılar da yaşatır. Dünya mali sermayesi yeni yol ve yöntemleri devreye sokar. Uluslararası düzeydeki işbölümü onun ihtiyaçlarına göre yeniden şekilllendirilir.

Örneğin, uluslararası kapitalizm, sermaye birikim rejiminde ciddi tıkanmalar yaşadığı ve sovyet blokunun çözüldüğü dönemde neoliberal sermaye birikim modeline geçiş yaptı (MLPD, emperyalizmin neoliberal politikalara geçişini eksik temellendiriyor. Onun, tek başına “borçlanma krizi” temelinde ortaya çıkan “yeni-sömürgecilik krizi”ne yanıt olarak devreye sokulduğunu belirtiyor, oysa bu sadece bir yönüdür).

Dünya proletaryasının tarihsel kazanımlarına yönelik azgınca saldırıların, özelleştirmelerin, kuralsızlaştırmanın, piyasalaştırmanın dizginsizce geliştirildiği bu dönemde emperyalist devletler ve dünya mali sermayesi, borca batmış yeni-sömürge ve bağımlı ülkelere -doğrudan ya da IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi kurumlar eliyle- kendi programlarını dayattılar. Bu ise, uluslararası kapitalist üretim ve sermaye birikiminin yeni temellerde şekillenmesiyle iç içe yürüdü.

Ortaya yeni bir uluslararası işbölümü çıktı. Emperyalist ülkeler, zamanla, küresel sanayi üretiminin bazı parçalarını yeni-sömürge ve bağımlı ükelere kaydırdılar. Hatta, demir-çelik, otomotiv, gemi yapımı, tekstil, elektrik-elektronik, kömür gibi bazı sektörlerdeki küresel üretimin büyük bir bölümü buralarda gerçekleştirilir oldu. Örnek olsun, Hindistan, dünya çelik üretiminin önemli bir bölümünün gerçekleştirildiği ülkelerden biri olarak; Güney Kore, dünya elektrik-elektronikli aletler üretiminin gerçekleştirildiği ülke olarak öne çıktı. Ya da Türkiye, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da şurada burada (MLPD’nin çok paye biçtiği “doğrudan yurtdışı yatırımları” kategorisindedir bunlar) tekstil fabrikaları kurdu, çevre bölgelerde faaliyette bulunan inşaat firmalarıyla dikkat çekti. (Bu saydığımız alan ve sektörlerin önemli oranda emperyalist metropollerden başka yerlere kaydırılmış olması olgusu, MLPD’nin sandığı gibi emperyalist dünyadaki egemenlik ilişkilerinde köklü değişikliklere tek başına yol açamaz. Diğer taraftan, özellikle sofistike teknolojilerin geçerli olduğu stratejik alan ve sektörlerde emperyalist tekeller köşebaşlarını elde tutmaya devam ettiler.)

Böylece kapitalist üretim ilişkileri dünya ölçüsünde daha da derinleşti, yaygınlık kazandı. Sadece üretimin bazı bölümlerinin bağımlı ülkelere kaydırılması olarak da değil, çeşitli biçimlerde ihraç edilen sermaye, Lenin’in de söylediği gibi, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bu bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek pahasına oldu.

Nitekim MLPD’nin söz konusu çalışmasında da bu yöndeki gelişmeler vurgulanıyor:

“Aşırı sermaye birikiminin kronikleşmesi nedeniyle ulusararası tekeller için azami kar getirecek yatırım olanakları bulmak giderek zorlaştı. Bu yüzden 1990’lı yılların başında kendi yatırım faaliyetlerini uluslararası üretimin yeniden örgütlenmesi doğrultusunda değiştirmeye başladılar.” (Sf: 22)

“Yeni-sömürgeciliğe bağımlı ülkelerin devamlı artan bir sayısı gittikçe daha kapsamlı boyutlarda uluslararası tekellerin küresel çaplı üretim ve yeniden-üretim sistemlerinin içine alındılar. Bu süreç, ulusal ve uluslararası tekellerin birbiriyle iç içe girmesine (çoğu durumda burada, emperyalist tekellere bağımlılık ilişkisinin yeni bir düzeyde yeniden biçim kazandığı bir bütünleşme söz konusudur. MLPD bu noktayı salt “iç içe geçme” olarak tanımlayarak geçiştirmektedir. n.b) hız kazandırdı.” (Sf.19)

Buraya kadar hadi tamam diyelim. Bunu anlamlandırmaya ve sonuç çıkarmaya gelince, parantez içinde değindiğimiz) son noktada olduğu gibi geçiştirme ve el çabukluğuyla yeni-emperyalist ülkeler tezine “kanıt” bulunuyor.

“Bu gelişme, özellikle sınır ötesi birleşme ve satın almalarla belli oldu. Henüz oluşmaya başlayan yeni-emperyalist ülkelerin tekelleri 1999-2007 yılları arasında 66 kere sınır ötesi satın almalar gerçekleştirdi. ABD dolarlık meblağlarla uluslararası tekelleri satın aldılar. Çinli tekeller 12 kere… Türk ve Arjantinli tekeller 2’şer kere, İran ve Katarlı tekeller birer kere yabancı holdingler satın aldılar.” (Sf: 19)

Ama bu “sınır ötesi” satın alınan tekellerin hangi sektörleri kapsadıkları ve bu alanlarda ne oranda küresel aktör oldukları; ayrıca bu sektörlerin dünya mali sermayesinin günümüzdeki egemenliğini sürdürmesi açısından ne derece önemli ya da stratejik oldukları ve bir bütün olarak emperyalist dünya sisteminin hiyerarşisi içerisinde nerede ve ne tür bir ilişki içerisinde bulunduklarına dair bir şey söylenmemektedir.

Yanılsama ve gerçeklik

Benzer şekilde,

“2007-2014 yılları arasında dünya çapındaki sermaye ihracında yeni-emperyalist ülkelere düşen pay yüzde 10,2’den yüzde 30,9’a fırlayarak üç kat artış gösterdi. Yeni-emperyalist ülkeler aynı dönemde kendilerine dünya çapında doğrudan yabancı sermaye yatırımları mevcudundaki paylarını yüzde 10,8’den yüzde 15,2’ye kadar artırdılar.” (Sf: 28)

İlk olarak, üç kat artış gösteren toplam “sermaye ihracı”nda Çin’in belirgin bir ağırlığı vardır.

İkinci olarak, sözü edilen “sermaye ihracı”nın hangi sektörlerde gerçekleştirildiği ve ne tür sermayeler olduğu ayrıca yeni- emperyalist olduğu iddia edilen tek tek ülkeler bazında bunların (dünya mali sermaye egemenliği bağlamında) ne derece önemli bir yer tuttuğuna açıklık getirilmesi gerekir.

Üçüncü olarak, “doğrudan yabancı sermaye yatırımları”nın yeni-sömürge ve bağımlı kapitalist ülkeler tarafından da artık gerçekleştiriliyor oluşu emperyalizmin uluslararası yeni işbölümü göz önüne alındığında anlaşılır bir durumdur. Bu ülkelerin -dünya mali sermayesinin egemenliğine ortak olma yönünde rekabete girişebileceklerine dair bir kanıt oluşturmaz.

Devamında,

“Fakat bu değişiklikler (emperyalist ülkeler arasındaki güç dengesinde meydana gelen değişiklikler kastediliyor. n.b) yeni-emperyalist ülkelerin tekellerinin, mutlak egemenliğe sahip 500 uluslararası süper-tekel grubuna yükselmelerinde en çok belirginleşmektedir. Bu BRICS ve MIST ülkelerinde yerleşik olan süper-tekellerin 500 uluslararası süper-tekel içindeki sayısı 2000-2015 yılları arasında 32’den 141’e, yani dört kattan fazla artmıştır. Bu gelişme, ABD, AB ve Japonya’nın zararına oldu.” (29)

Bir kere, yine aynı toptancı mantıkla “eski” emperyalist ülke Rusya, ondan da çok, görece “yeni” emperyalist Çin’in aktarılan bu sayılardaki ağırlıklı konumu ortadadır. Diğer ülkeleri de aynı torbaya koyup bu iki büyük gücün (Rusya ve Çin) gölgesinde bunlara da toptan “emperyalist” demenin bir kanıtını bulmak akıl karı olmadığı gibi bilimsellikten son derece uzaktır. Küresel kapitalizmin burjuva iktisatçıları birçok bakımdan birbirinden farklı olan ülkeleri BRICS ya da MIST gibi kategoriler icat edip onun içerisine katıyor ve hepsini birden “gelişen ülkeler” olarak tanımlıyorlar. Ve aslında onlar kendi görüş açılarından haklılar. Zira Batılı emperyalist ülkelerin gözüyle bakıyorlar. Ama bizler, bu tarz toptancı ve bilimsellikten uzak yöntemlerle gerçekliğin içine nüfuz edemeyiz.

İkincisi; Fortune’nun her yıl açıkladığı “Global En Büyük 500 Şirket” listesine giren bu 500 uluslararası tekeli “süper tekel” olarak adlandırıp bunların “mutlak egemenliğe (hangi bağlamda bir egemenliğin söz konusu edildiği bile belli değil burada. b.n) sahip” olduklarını söylemek, konumuz açısından yanıltıcıdır. Her şeyden önce, uluslararası tekelleşme düzeyinin gerçek mahiyetine dair ve dünya mali sermayesi temeli üzerinde yükselen mali oligarşinin egemenliği bağlamında emperyalist tekellerin kendi iç bağıntılarına, aralarındaki “iç içe geçme”lere ve bağımlılık ilişkilerine dair bir şey söylemez. Çünkü bu 500 şirket, birbirinden ayrı, tek tek ele alınıyor. Aralarındaki ilişkiler ve diğer (gözlerden mümkün olduğunca gizlenen) “yatırımcı ortaklar”ıyla olan girift bağıntılara yer verilmiyor.

Üçüncüsü; burjuvazi her konuda yaptığı gibi, burada da büyük farklılıkları ve çelişkileri olduğundan az gösterecek bir kategoriyi zihinlere yerleştirmek istiyor: İlk 500 kategorisi! “Satış gelirleri bakımından (listenin satış gelirleri başa yazılarak hazırlanmasının sakatlığı bir tarafa) dünyanın en büyük şirketleri”ni 500’e genişletip sunmak, çok daha büyük birer dev olan şirketler ile diğerleri arasındaki gerçek farklılıkları algı düzeyinde silikleştirmektedir. 500’ün ilk sırasındaki şirket, en alttaki şirketten “satış gelirlerinin” büyüklüğü açısından 21 kez daha büyüktür! (yaklaşık 515 milyar dolar karşısında 24,5 milyar dolar).

Dördüncüsü; (ve ilk söylediğimiz noktayla direkt bağlantılı olarak); tek tek şirketlerin salt yıllık ciroları bakımından şekillenen listede, sanayi ve ticaret alanlarında birer dev olan şirketlerin ortaklıkları, bunlar içerisinde özellikle bankalar, yatırım fonları, finansal yatırım şirketleri gibi dünya mali sermayesinin organik bileşenleriyle olan bağıntılarını göremezsiniz. Oysa emperyalizmin gerçek niteliğinin anlaşılması ve sayısız girift ilişkilerle örülü mali sermaye egemenliğinin hüküm sürdüğü koşullarda (herhangi bir ülkedeki ‘ulusal mali sermaye’nin) diğer emperyalistlerle bu düzeyde rekabete girebilme kapasitesinin olup olmadığı, bu türden (karteller, tröstler, konsorsiyumlar, sendikalar hakkında bir fikir veren) bağıntıların, gerçek güç ilişkilerinin açığa çıkarılmasıyla mümkün olabilir.

Beşincisi; belirttiğimiz ve asıl yanıtlanması gereken soruları barındıran noktalara dair hemen hiçbir şey söylemeyen MLPD’nin, salt “ilk 500” listesindeki değişiklikleri ölçü olarak alarak (ve 14 ülkeden oluşan bu ülkeler grubunun yükselen emperyalistler olmasının en önemli belirtisi olarak göstererek) bunun “ABD, AB ve Japonya’nın zararına olan” bir gelişme olduğunu belirtmesi yine, gerçekliği kendi kafasındakine uydurma çabasına örnektir. (Hadi tümden haksızlık etmeyelim; ABD, AB ve Japonya’nın zararına bir gelişme varsa -ki vardır- o da Çin ve Rusya’nın emperyalist rekabette yaptığı hamlelerdir!)

[Sürecek]
Etiketler
Daha fazlası

İlgili

Close