KADINManşet

Lale Çolak: Şiir tadında yaşayan kadın*

“Bizden koparılıp hastaneye götürüldüğünde, ‘Lale’m, bak seni en güzel bu dizeler anlatıyor,’ demiştim. Ama şimdi ben seni nasıl anlatacağımın sancısıyla kıvranıyorum. Hani derler ya, ‘Asıl marifet buluttaydı ama herkes yağmura şiir yazdı’”

Gülay Boran

Ölüm hiçbir şeydi ve onun kafasında ne bir hayali ne de kokusu vardı. Ama yaşamak, rüzgarda bir tepenin kenarında uçuşan bir buğday tarlasıydı. Yaşamak gökyüzünde bir şahindi. Yaşamak buğdayın savurduğu, samanın uçuştuğu bir harmanın tozu içindeki bir testi suydu. Yaşamak bacaklarının arasındaki bir attı, bacağının altındaki karabinaydı, bir tepeydi, bir vadiydi, kenarında ağaçlarla ırmaktı, vadinin en uzak yeri ve tepelerin ötesiydi. (E. Hemingway)

2001 yılında Lale’den gelen mektupları, ona dair kısa notlarımı tuttuğum defterimin ilk sayfasına bu alıntıyı yazmıştım. Bizden koparılıp hastaneye götürüldüğünde de “Lale’m, bak seni en güzel bu dizeler anlatıyor,” demiştim. Ama şimdi ben seni nasıl anlatacağımın sancısı ile kıvranıyorum. Hani derler ya, “Asıl marifet buluttaydı ama herkes yağmura şiir yazdı”.

Günlerdir yağmura mayasını veren seni nasıl anlatayım diye düşünmekten yoruldum. Yoruldukça yazdıklarını defalarca kez okuyup, bize kattıklarınla yeniden tazelenmenin bahtiyarlığını duydum. İyi ki yoldaş olmuşum sana güzel kadın, iyi ki Ümraniye ve Kartal sürecini seninle aşmışım. Kıçımdan pantolonum düşerken bana verdiğin kuvvet ve destek, “İstanbul” şiirini okurken yüreğinden sökülüp gelen sevda demincekmiş gibi kulaklarımda.

Oya ve diğer arkadaşların hastaneye götürülmesi sonrası Lale hücrede yalnız kalıyor. Cezaevi idaresiyle günlerce kapışıyoruz. Lale bir taraftan, biz bir taraftan en sonunda pes ediyor idare. Lale’nin koridorda çınlıyor sesi, “Gülay, Muhabbet, görüş bitimi geliyorum yanınıza.” Hücrede deliye dönüyoruz. Biz de çığlık çığlığa yanıtlıyoruz. Muhabbet yaralı ayağına aldırmadan semavere atılıyor, bize de ‘ortalığı toplayın’ talimatı veriyor. Bir iki saat sonra kapı açılıyor, Lale elinde limon çiçeği, kucağında da “Parlak Mustafa”, ağız dolusu bir gülümsemeyle aydınlatıyor hücremizi. Birkaç saat önce görüş kabininde kucaklaşmıştık ama bu başka bir kavuşma…

Eşyalarını yerleştirip yatağını hazırladıktan sonra masanın etrafına toplanıp son gelişmeleri, yoldaşların durumunu konuşuyoruz. Sonra Lale, “Kızlar, size bazı kurallar açıklayayım,” diyor. “Açıklamazsan şaşardım,” deyip takılıyorum. “ÖO’dan dolayı hiçbir ayrıcalık istemiyorum. Gördüğünüz gibi sapasağlamım, bütün işlerimi kendim yaparım. Sakın bana hasta muamelesi yapmayın,” diyor. “Aha, yine muhtarlığın tuttu,” diye takılıyorum ama niyeyse bu kez kızmıyor, ağız dolusu gülüyor. Ama dediğini de yapıyor.

Ölüm orucu sürecinde birçok arkadaşla birlikte kaldık ama Lale’nin yürüyüşündeki sadelik bambaşkaydı. Günlük yaşam içindeki disiplini, düzenli okuma ve yazmadaki kararlılığı sanki daha da gelişmişti. Yaptığı her işi abartısız ama öyle bir coşkuyla yapışı vardı ki o inanılmaz enerji ölüm orucuna inat sanki bambaşka bir hal almıştı.

Geldikten bir süre sonra Lale yukarıda dinlenirken çaktırmadan çamaşırlarını yıkıyoruz. Hiç ses çıkarmamaya özen göstersek de sessizliğimizden şüphelenip aşağıya iniyor ve bizi suçüstü yakalayınca basıyor kalayı. Bu kez ben de çingeneliğe vuruyorum, “Kuralların da bir yere kadar,” deyip resti çekince duraklıyor, baş edemeyeceğini anlayınca geri çekiliyor.

Ama en büyük kavgalarımız yemek üzerine oluyor. Bizim yemek yiyemediğimizi bildiği için her defasında, “Arkadaş böyle yapacağınızı bilseydim tek başıma kalırdım,” diyor. Biz de hemen şantaja başlıyoruz, “Madem öyle, kendi işlerini yapmaktan vazgeç,” diyoruz. Lale bizden koparılıp alınıncaya kadar birlikte kaldığımız o birkaç ayı öyle deli dolu, öyle yoldaşça bir sevgiyle geçirdik ki, yıllarca aynı yapıda birlikte çalıştığım yoldaşlarımın birçoğundan daha fazla güzellik kattı bana desem hiç de abartı olmaz.

Ümraniye’de de daha ilk günden itibaren müthiş bir uyum ve dostluk kurmuştuk ama bu başkaydı. Onun mağrurluğu, yürüyüşündeki soyluluk ve bize kattıklarının bugün bile tarifi imkansız. Hele bir de İstanbul üzerine sohbete başladık mı artık bizi kimse tutamazdı. O aralar duruşmam var Oya ile aynı gün, Oya Bayrampaşa Hastanesi’nde yatıyor. ÖO günlerinin ilerlemiş olmasına rağmen ‘belki getirirler’ diyoruz. Hayatımda hiçbir duruşma için bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Hep birlikte küçük hediyeler hazırlıyoruz. Lale’nin heyecanı benden beter.

Ring aracı köprüden çıkıp Beşiktaş Yokuşu’na inmek yerine düz devam edince işkilleniyorum. Bir süre sonra Bayrampaşa’ya yol aldığımızı anlayınca kalbim yerinden fırlayacakmış gibi, araçta yalnızım ama sanki Lale yanımdaymış gibi mırıldanıyorum. Oya ile karşılaşacak olmanın heyecanı ve bütün bunları Lale’ye anlatacak olmak… Neticede koca bir hayal kırıklığı. Hastane kapısında bir saatlik beklemeden sonra askerler Oya’nın bu araçla duruşmaya gelemeyeceğini söylüyorlar. Kendiliğinden akıyor gözyaşlarım…

Ama İstanbul’un keyfini yaşlı gözlerle çıkarmaktan da geri durmuyorum. Yıllar sonra Laleli Yokuşu, Beyazıt’tan vs. geçiyorum. Ringin içinde çıldırmış bir halde zıplıyorum. Askerler kafayı sıyırdığımı sanıp ikide bir kontrol ediyorlar. Duruşmada tahliye çıkmamış ne gam… Bunların hepsi Lale’ye anlatılacak.

Hücreye geri döndüğümde Oya’yı bekleyişim ve hayal kırıklığımı anlatırken yine sulugözlülüğüm tutuyor, sımsıkı sarıyor Lale ve Muhabbet. Ama hemen sonra sıra İstanbul’a geliyor. Ben anlatırken en az benim kadar deliriyor Lale, birkaç gün boyunca ha babam sadece İstanbul muhabbeti yapıyoruz. Birkaç ay sonra kapısının önünde gözyaşı akıttığım Bayrampaşa Hastanesi’nden sesleniyor bize Lale; 08.11.2001 saat 20:15’te ÖO’nun 180. gününde.

Karşımda üç gülen yüz. Ama ortadaki biraz daha ‘hayasızca’ gam yok, ‘dünya umrumda değil’ havalarında. Kırmızı şapka da pek yakışmış. Ya o bir türlü gönlü mutlu edilmeyen masum güzel, anaçlıkta bulmuş teselliyi garibim. Tebessümle yetinmiş şimdilik ama ‘benim de günüm gelecek’ der gibi… Ya üçüncü dilbere ne demeli, boynunu da kırmış, iyice mahzunlaşmış, hırkasıyla kazağı da konuşuyor hani, ille de ortadaki yok mu ortadaki… düşman çatlatırcasına keyifli. Eh gözüm çiçekleri görmeye engel değil. Ah garip ‘Parlak Mustafa’m bu cadılar kendilerini parlatmaktan seni ne hale koymuşlar öyle, ah! Ya tenekedeki kırmızı yapraklı arkadaşını ne yaptın Parlak Mustafa’m, onu da bu ‘gaddar’ların eline teslim ettin. Ben giderken sizin kulaklarınıza fısıldamadı mı, el kızıdır ne de olsa, birbirinize iyi bakın, güvenmeyin bu hatunlara diye. Zati limon bizlere ömürmüş. Ah Parlağım ah!

 

Efendim yine zat-ı aliniz ben geldim. Sonbaharın tüm renklerini yansıtıyor bu fotoğraf, o yüzden seçtim. Canım, canlarım faksınızı aldıktan sonra, mektubumu almışsınızdır diye yanıt yazmadım. İki gün önce sizin mektubunuzu aldım. Dilek’le annem eşyaları aldılar ya, ben de kendimi çok garip hissettim. Getirdiği kazaklarda sizi kokladım. Panoyu sanırım apar topar verdiğinizden olsa gerek Osman ve Tuncay-Turan’ın ve birkaç foto eksikmiş. Diyorum ki ‘diğerlerini vermişler, onları niye vermesinler’. Herhalde düştü filan. Defterimi vermemişler, inceleyeceğiz ondan sonra demişler…

 

Gülay gül gül öldürürsün adamı valla. Filiz (mektup verildiğinde Dilek de vardı) ve Dilek de çok güldüler. Hele şu Malatya şiveli konuşma bölümü Dilek’in çok hoşuna gitti. Ben Dilek’e artık ‘Kunta Kinte’ dediğimden bahsetmiş miydim size? Gelip köle gibi çalışınca buralarda ismini değiştirelim artık ‘Kunta Kinte’ olsun dedik, iyi mi? Muhabbet Abdülselam için teşekkürler gülüm. Fakat artık böcüklere de tahammülüm kalmadı. Sadece bir bacağı kalmış kağıtta. Gövdesi özenle çıkarılmış yerinden. Ayrıca hiç de çirkin bir görüntü oluşturmamıştı hayvancağız. Niye kusura bakayım. Bilakis benim hoşuma gidiyor bu hayvanatlar biliyorsun.

 

Ay çatladım arkadaş o kitapları duyunca. Hadi iyisin Gülay. Sabahattin Ali’leri bitirdim sayılır. Öyküleri çok hoşuma gitti, yalnız şiir kitabı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim… Ve bunalım ağır basıyor, öykülerinde de vardı. Şimdi Noam Chomsky’nin yaşamını okuyorum. Eh fena sayılmaz. İsmail’in kitabını almanıza sevindim. Ama ben size imzalısından gönderecektim yahu. Yarın İsmail TÜYAP’ta kitabını imzalayacak. Bu arada bizim mektuplardan olusan kitabın ilk cildi de baskıda şu anda. İsmi ‘Damlada Okyanus’, ondan da gelir size… Ben artık kaçıyorum, haber havadis mektubu oldu kusura bakmayın. Filiz sevgilerini gönderiyor. Üçünüzü de öpücüklere boğuyorum, sımsıkı kucaklıyorum. Arkadaşlara komşulara sevgiler. Ziyaretçilerinize selamlar.

Görüşeceğiz / Lale

Jorge Luis Borges’un “Anlar” şiiriyle bitirmiş mektubu.

Canım arkadaşım, çingenem, seni anlatamamanın kifayetsizliği içindeyim. Eskiden mavi mavi bize yukarı akıttığın dizelerin yanı başımda, ağız dolusu gülüşünle çektirdiğimiz fotoğraflara bakarken sözün tükenmesi normal değil mi? Yürüdüğün eylemi siyasal olarak analiz ederken söylediklerini düşünüyorum.

Aradan 18 yıl geçti, senin yaptığın tespitleri, tereddütsüzce yürürken yönelttiğin eleştirileri “koca koca” yapılar halen yapmış değil.

İşte senin 27 yıllık ömrünün ayrıcalığı bir parça da bundandır, yoksa sadece sonsuzluğa yürümenden değil.

“Biz İstanbul’un devrimci çingenesiyiz” demiştim, çok hoşuna gitmişti. Bu yüzden ölüm orucu sürecinde sana muhtarım demekten vazgeçip “çingene yoldaşım” demiştim.

Şiir tadında yaşayan güzel kadın, her dem bizimlesin.

(*) Gülay Boran’ın anlatımı Lale Çolak’la ilgili hazırlanmakta olan bir kitap çalışmasından alınmıştır.

Alınteri

Daha fazlası

İlgili

Close