
Bu saldırının artık ancak ölüm orucu gibi bir eylemle püskürtülebileceği düşüncesini bizimkiler, yenilgiyle sonuçlanan 1983 Temmuz-Ağustos açlık grevinden itibaren savunmaya başlamıştı.
H.Selim Açan
/* H. Selim Açan’ın Sel Yayıncılık tarafından ilk cildi “Bitmedi daha…” başlığıyla Şubat ayında yayınlanan anılarının Ekim ayında yayınlanacak ikinci cildinden ( “Sürüyor o kavga…”) alınmıştır.
https://www.selyayincilik.com/kitap/bitmedi-daha-1516/
Tek Tip Elbise (TTE) dayatması ve ona karşı direnişin, İstanbul cezaevlerinin tarihinde özel bir yeri ve anlamı vardır. Bu konudaki çatışma, devrimci tutsakların iradelerini kırıp onlara bir biçimde diz çöktürmeyi amaçlayan saldırıların da, buna geçit vermeme konusundaki kararlılığın da zirvesidir. Bu anlamda sorun basitçe bir giysi yani şekil sorunu değildir.
12 Eylül yönetimi, diğerlerinde olduğu gibi İstanbul cezaevlerindeki devrimci tutsaklara da boyun eğdirebilmek için darbe gecesinden 1983 yazına dek elinden geleni yapmış, değişik yaptırımlar dayatmıştı. Fakat sınırlı kimi fireler dışında bütün devrimci örgütlerin omuz omuza direndikleri net bir duruşla karşılaşmıştı. Ne var ki bu birliktelik ve kararlılık, yeniden gündeme getirilen TTE dayatmasına karşı 1983 Haziran’ının son günlerinde başlayan açlık grevinin 27. günde kırılmasıyla çözülmeye başladı.
İlk olarak THKP-C kökenli bir çevre olan Eylem Birliği, o direnişin en kritik anında açlık grevini bırakmakla kalmayıp “örgüt olarak” TTE’yi giyme kararı aldı. Çatışmanın şiddetlenmesine paralel olarak ilerleyen aylarda başını Kurtuluş, TDKP (Türkiye Devrimci Komünist Partisi), Partizan ve Dev-Yol gibi sayıca kalabalık örgütlerin çektiği örgütler de -içlerinden bazılarının o güne dek “mavi kefen” olarak tanımladıkları- “TTE’nin giyilebileceğini” savunmaya başladılar. Onlara göre giymemekte ısrar “maceracılık”tı, “biraz soluklanmak için geri çekilmek gerekiyor”du. Bu girişime ideolojik bir kılıf geçirebilmek için “burjuvazi TTE giydirmek istemiyor” şeklinde bir tez bile ileri sürülebildi. Velhasıl TTE’yi giymeyi kafaya koymuş olan on örgüt, 1985’in Ocak ayında Konsey dışında ayrı bir Platform örgütlenmesine gitti. Dev-Yol’cu tutsakların da “dışarıdan” desteklediği bu oluşumun bileşenleri (Kurtuluş, Halkın Kurtuluşu, Partizan, Çayan Sempatizanları, TKEP, Acil, GKK, Vatan Partisi, Otonom ve TKP-B davası tutsakları) ile Dev-Yol’cular 1985’in 23 Nisan açık görüşü arifesinde Sağmalcılar’da, 6 Kasım’da da Metris’te TTE’yi giydiler.
Bu blokla aralarına nispi bir mesafe koymuş olan MLSPB (Marksist-Leninist Silahlı Propaganda Birliği), HDÖ (Halkın Devrimci Öncüleri), Devrimci Halkın Birliği ve Partizan Yolu ise “çoğunluk giyerse giyeriz” görüşündeydi. Diğerleri giyince onlar da giymeye niyetlendiler önce fakat son anda vazgeçtiler. Çünkü hem Metris hem de Sağmalcılar’da idare, TTE giyenlere anında yeni dayatmalar getirdi. Sağmalcılar’da Nazilerin Yahudilere uyguladığı sarı yıldız işlenmiş giysilerle dolaşma mecburiyetini çağrıştıran bir uygulama olarak siyasi tutsakları adi birer suçlu gibi gösteren yaka kartı takma zorunluluğu ile mahkeme ve hastane gidişlerinde pantolon düğmesini çözme zorunluluğu getirildi. Metris’te bunlara ilaveten, mahkeme ve hastane gidişlerinde ceket düğmelerinin ilikli olması, diğer koğuşlara operasyon yapılırken bile slogan atmama, koğuşlarda ve havalandırmalarda sesli siyasal anma ve etkinlik yapmama gibi dayatmalar getirildi. Metris’te geç giyilmesinin nedeni de zaten idarenin “TTE’yi usulüne uygun giyme” gerekçesiyle getirdiği bu yeni dayatmalardı.
TİKB ve Dev-Sol dışında P/C Savaşçıları (Dev-Savaş) tutsakları da TTE’nin giyilmesine net bir tutumla karşı çıktılar o tayin edici kesitte.
TTE barikatı bir yıkılırsa arkasından yeni dayatmalar geleceği baştan belliydi. Zaten TİKB ve Dev-Sol, Ölüm Orucu tartışmaları sırasında da sürekli buna işaret etmişti. İstanbul cezaevlerini de “Mamaklaştırmak” amacıyla 1983 Ağustos’undan sonra tırmandırılan bu seferki saldırının yoğunluğu ve şiddeti karşısında ölüm orucu dışında fazla bir yol kalmadığı görüşü de bu gerçeğin bilincinde olmaktan kaynaklanıyordu. Direnişi sürdürmeye mecali kalmamış olanları izleyerek TTE’yi giymeye niyet eden arkadaşlar, bu gerçekle somut olarak karşılaşınca caydılar zaten o yanlış adımı atmaktan.
TTE saldırısı başladığında henüz dışarıdaydım. Fakat o sıra Sultanahmet’te yatan MK üyeleri Mehmet Fatih Öktülmüş, Kenan Güngör ve Remzi Küçükertan, dışarıdaki MK üyeleri olarak bizleri, İsmail Cüneyt, Yaşar Ayaşlı ve beni, konuyla ilgili sürekli bilgilendirmişlerdi. Bu seferki saldırı dalgasının ölümü göze almadan püskürtülemeyeceğinin altını baştan beri çiziyorlardı. Yaklaşımlarını aynen paylaştığımız için Orak-Çekiç’in Temmuz-Ağustos 1983 tarihli ve sonrasında çıkan sayılarında biz de bu doğrultuda yazılar yayınladık.
O yılın son günlerinde yakalandığımda (26 Aralık 1983) ikinci kez hastane dönüşü polisle yaptığım pazarlık sonucu hücrem değiştirilip 42’ye götürüldüm. O hücrede Üçüncü Yol/Sanayi Dev-Genç davasından Nedim adında bir arkadaşla karşılaştım. Nedim aslında Sultanahmet’te tutuklu olarak yatıyormuş. Fakat o zamanlar sıkça yapılan bir uygulamayla tekrar sorgulanmak üzere Şube’ye getirilmişti. Nedim, hem bu konuda o güne kadar yaşanan gelişmeleri özetledi hem de bir çözülmenin yaşanabileceğine dair kaygılarını paylaştı. Bu arada tuvalete götürülüp getirilirken sürekli etrafı kesip Sultanahmet’ten getirilen başkalarının kendi giysilerini mi yoksa TTE mi giydiklerini anlamaya çalışıyordu. Biz Şube’deyken saldırı başlamış meğer. Metris’te sivil elbiseler 14 Ocak 1984 günü başlayan ve iki gün süren operasyonla toplanmış.
TTE dayatmasıyla somut olarak Selimiye’de nasıl karşılaştığımı daha önce anlattım. Orada giymedim o paçavrayı. Selimiye’de TTE’yi giymeyen ilk tutukluydum. Bütün giysilerim elimden alındığı için Şubat’ın ilk haftasından Mart ortasına kadar yaklaşık birbuçuk ay atlet ve külotla tutuldum ahırdan bozma o taş zindanın hücrelerinde. Metris’e götürüldüğümde de sürdü bu tavrım. Sanıyorum bu yüzden Metris’te de “Anavatan” koğuşları yerine doğrudan tecrit koğuşuna götürüldüm. Bu arada TİKB ile Dev-Sol’un birlikte Ölüm Orucu’na başlama kararı aldıklarını Metris’in tecrit koğuşu B-2’de Dev-Sol’cu arkadaşlardan öğrendim. Bu konuda yaşanan tartışmaları onlar Nedim’den daha geniş anlattılar. Nisan başlarında onlardan duruşmaya giden bir arkadaş, eyleme 11 Nisan’da bizim tecrit koğuşundan başlanacağı haberini getirdi. Ertesi gün Metris’in “anavatan” bloklarıyla kadınlar koğuşundakiler başlayacaklardı, 13 Nisan’da da Sağmalcılar Özel Tip.
İki örgütün üzerinde birleştiği eylem planına göre, açlık grevi ilk 45 gün toplu olarak sürdürülecekti. İstanbul cezaevlerinde o güne kadar yapılan en uzun süreli açlık grevi 29 gün sürmüştü. Zaten hem tutsaklar hem de idareler 30. güne “ölüm sınırı” olarak bakıyorlardı. Dolayısıyla 45 gün belirlemesi, bu sınırın radikal bir tarzda aşılması anlamına geliyordu. 45. günden sonra, belirlenecek ölüm orucu ekibi eylemi kesintisiz sürdürürken diğerleri 10 gün ara verecek, arkasından tekrar destek açlık grevine gireceklerdi. TİKB olarak biz bu ortak programa harfiyen sadık kaldık. (*)
Eylemi başlatan Metris tecrit koğuşu olarak süresiz açlık grevinin 21. gününde Sağmalcılar Özel Tip’e sevkedildik. Ortak programa göre ara verildiğinde biz aslında açlık grevinin 47. günündeydik. 10 gün sonra tekrar başladık. ‘84 ÖO Direnişi sırasında, eylemin bitirilişine kadar toplamı 17-18 gün tutan iki destek açlık grevi daha yaptım. Öte yandan, 12 Eylül dönemi boyunca değişik cezaevlerinde yaptığım açlık grevlerinin toplamı 200 günü geçer. Kimilerini hak alma ya da protesto amacıyla kimilerini de direnen diğer cezaevlerine destek amacıyla yaptığımız bu açlık grevlerinden dördünde mide kanaması geçirdiğim için hastanelik oldum. Mide kanamaları sonrasında da tekrarladı; 1988’in Kasım ya da Aralık’ında Çanakkale Cezaevi’ndeyken geçirdiğim bir kriz sonrası midemin her an yırtılabileceği teşhisi konuldu ve özel bir diyet uygulamam gerektiği için Devlet Hastanesi raporuyla ailemin dışarıdan yiyecek getirmesine izin verildi.
Bu durumumu yakından gözleyip bildikleri için ilk olarak 1989’da Antep’te Yaşar ve Remzi açlık grevlerine katılmamı yasakladılar. “Örgüt kararı” olarak konulan bu yasak, midenin yanı sıra ciğerlerimde de problemler baş gösterdiği için 1994 sonrasında da sürdü. Buna rağmen kritik önem arz eden direnişlere sembolik düzeylerde de olsa katılmaya gayret ettim. Örneğin, 19 Aralık gecesi başladığım açlık grevi sırasında Edirne F Tipi’nde yeni bir mide kanaması daha geçirdim.
Bu hatırlatmayı şunun için yapıyorum: ‘84 ÖO Direnişi ve bizim o eylemdeki pratik tutumumuza dair yıllar sonra bazı alçakça iftiralara hedef olduk. TTE’ye karşı Ölüm Orucu Direnişi konusunda cezaevindeki TİKB sorumluları olarak bizler, daha doğrusu Kenan Güngör’le ben, güya “Dev-Sol’un ve Dursun Karataş’ın kuyruğuna takılmışız”, bu yetmezmiş gibi, kendimiz “ne o eylemde –ne de sonraki yıllarda açlık grevi dahi yapmadığımız halde Fatih’i oyuna getirip göz göre göre ölüme göndermişiz.” Hatta “İçimizden kimin ölüm oruççusu olacağına dair Sağmalcılar’daki dört MK üyesi arasında bir oylama yapılmış, bütün oylar Fatih’e çıkmış.”
İşin trajik yanı, her ikisi de sadece TİKB’yi değil örgütlü devrimci mücadeleyi de yıllar önce bırakan eski yol arkadaşları Mahmut Gürsel Kuş ve Yaşar Ayaşlı 1990’ların ortalarında çıkardılar bu söylentileri. Yaşar Ayaşlı, “anı” maskesi altında kaleme aldığı kişisel resmi tarih anlatımında yazıya da döktü bu hayasız yalanı. Koroya sonradan Aydınlık’ın -eski- tetikçilerinden Hikmet Çiçek eklenmiş. Bir de “Gazeteci” geçinen bu tip, internete şöyle bir göz atmakla bile işin aslına dair çok sayıda belge bulabileceği halde kulağına üflenen bu iftirayı önce 2012 Haziran’ında Aydınlık adını taşıyan karanlık dehlizde köşe yazısı haline getirmiş. Sonra da ‘68’i fon olarak kullanıp kendisini Aydınlık’tan kovan Doğu Perinçek’i ilahlaştırmaya soyunduğu kitabına taşımış.
Yukarıda anlattığım gibi, bu saldırının artık ancak ölüm orucu gibi bir eylemle püskürtülebileceği düşüncesini bizimkiler, yenilgiyle sonuçlanan 1983 Temmuz-Ağustos açlık grevinden itibaren savunmaya başlamıştı. 12 Eylül faşizmi karşısında sergilenen tasfiyecilik konusundaki yazılarımızı gerekçe göstererek 1982 Ekim’inden sonra İstanbul cezaevlerinde bizimle siyasal ilişkilerini kesmiş olan Dev-Sol’la yakınlaşma da o tartışmalar sürecinde başlamış zaten.
Öyle ki, ben daha Metris’e yeni gelmişken bizimkiler (Fatih, Kenan ve Remzi) Sağmalcılar’da TİKB adına bütün siyasetlere gönderdikleri 17 Mart tarihli bir yazıyla, “Bu tartışmalar çok uzadı, kimse gelmeyecek olsa bile biz en geç Mart sonunda ‘yaşam sınırını zorlayan bir süreyi ve şehitler vermeyi göze alan bir eyleme’ başlayacağız” duyurusu yapmışlar. Dev-Sol, “Acele etmeyin, diğerlerini biraz daha zorlayalım, biz özellikle başka bir örgütle temas halindeyiz, olmazsa biz de zaten aynı görüşteyiz, birlikte başlarız” dediği için Nisan’ı beklemişler.
Bu politikayı belirleyip bu kararları alan üç kişiden biridir Mehmet Fatih Öktülmüş. Dolayısıyla onu “birilerinin ajite edip arkasından ittirdiği kurban” gibi göstermeye soyunan Fatihseverler, gerçeği tahrif etmekle kalmayıp Fatih’i de “başkalarının elinde oyuncak haline gelmiş iradesiz bir piyon” konumuna düşürmüş olmuyorlar mı? Bu yaptıklarının, devrimci örgütler ve bu örgütlerin iç ilişkilerine dair “liderler, kadroları hatta birbirlerini ileri sürerek kullanır, kendileri ise hiçbir sıkıntı ve riske girmez” şeklindeki polis propagandasından ne farkı vardır?..
Bu sürecin TİKB cephesinden nasıl geliştiğine dair nesnel bir fikir edinmek isteyenlerin, Kürşat İstanbullu imzasıyla yayınlanan Ölümün Koynunda Biter Açlığımız isimli kitaba bakmaları yeter. Öyküsünü başka bir bölümde anlatacağım bu kitap, baştan sona o döneme ait örgüt belgelerinden, mektup ve yazışmalardan oluşmaktadır. Üstelik o kitapta kullanılan, daha doğrusu o kitabı oluşturan belgeler, o dönem Metris’ten bin bir zorlukla dışarı çıkarabildiğim örgüt arşivinin tamamı da değil, sınırlı bir parçasıdır. Fakat hem sürecin nasıl geliştiğini hem de Fatih dahil o günlerde İstanbul cezaevlerinde yatan kadın-erkek tüm yoldaşların nasıl bir ruh hali içinde bulunduklarını bütün çıplaklığıyla yansıtır.
Eylemin 21. gününde Sağmalcılar’a gittiğimde, Fatih, Kenan ve Remzi, TİKB adına ilk ve ikinci ölüm orucu ekiplerinde kimlerin yer alacağını belirlemişti. Sadece ilk ekipte MK adına kimin yer alacağı belirlenmemişti. Sağmalcılar’daki ilk geceden itibaren yoldaşlar, sürecin gelişimine dair yazılı belgeleri bana iletmeye başladılar. Kendi aralarında yaptıkları iç yazışmaları, diğer örgütlerle ve Dev-Sol’la yapılan yazışmaları, Metris’tekiler dahil tek tek bütün yoldaşlardan ve sempatizanlardan istenen görüş ve değerlendirmeleri, gönüllülük mektuplarını vb. peyderpey okuyup inceledikten sonra MK adına eyleme kendimi önerdim. Bu konudaki ilk yazılı öneri benden geldi.
Öz olarak, “Henüz yeni yakalandığımı, onların ise yıllardır cezaevinde bir dizi açlık grevi yapıp kötü beslendiklerini, bu nedenle vücut direnci bakımından onlara göre daha avantajlı bir konumda olduğumu, ÖO Direnişi’nin doğasından dolayı bu eylemde direnişi olabildiğince uzun sürdürebilecek durumda olmanın önemli bir avantaj oluşturduğunu, bu yüzden bu onurun bana verilmesini” talep ettim.
İlk “tepki” Fatih’ten geldi. “Sen bize lazımsın” içeriğinde kendi adıma gurur duyduğum bir dizi övgüye dayandırıyordu itirazını. Ayrıca kendimi önerirken dayandığım gerekçeyi “çürütmek” için de, “Yeni geldin ama sen de Şube’de açlık grevi yaparak geldin. Hem gördüğün işkencelerin hem de bunun yıpratıcı etkilerini yaşıyorsun, dolayısıyla bu konuda sen de bizlerden farklı değilsin…” diyordu.
Ardından Remzi Küçükertan da kendisini önerdi. O da, “Bu direnişte örgütü temsil etmenin bir onur olduğunu, kendisinin bu bayrağı taşımayı çok istediğini ve örgütün yüzünü kara çıkarmayacağından emin olmamızı” istiyordu.
O dönem içimizde sadece Kenan Güngör kendisini önermedi. “Kim olsun” sorusuna herkesin artık nihai yanıtını verdiği son aşamada “Ben Fatih yoldaşın adaylığını destekliyorum” dediği tek cümlelik bir irade beyanı dışında, bizlerin diğerlerini caydırmak için o güne dek birbirimize yazdığımız ve hepimizi dolaşan yazışmalara bir gün bile katılmadı, tek bir yorum yapmadı, herhangi bir renk vermedi.
Fatih ise beni ve Remzi’yi ikna edip kendi lehine adaylıktan çekilmeye ikna etmek için bütün Fatih’liğini kullandı!.. O günden sonra gönderdiği notlarla bizi deyim yerindeyse “bunaltarak” ikna etmeye çalıştı. Hatta işi o zamanlar Sağmalcılar’da nadir bulunan pembe pelur kâğıda yazdığı özel bir notla birlikte kesme şeker göndermeye kadar vardırdı. Notta yine, “Bırak bu bayrağı ben taşıyayım…” minvalinde kulis yapıyor, kesme şekeri de “rüşvet” olarak gönderdiğini söylüyordu.
TİKB davasının ilk duruşması 15 Mayıs’a konulmuş. Bizim davalara bakan 2 No’lu mahkemenin kalemi bir hata yapmış, Sağmalcılar’a gönderilen mahkeme celbine bütün TİKB’lilerin adı yazılmış. Bu sayede aynı arabada hep beraber Selimiye’ye götürüldük. Hepimiz o gün sabahtan akşama kadar bir arada olabildik. Onun tutsak düştüğü 1983 Şubat’ından sonraki bu ilk görüşmemiz, Fatih’le son görüşmemizmiş meğer. Orada bile, konuşmamız gereken onca konu arasına bunu da sokuşturarak adaylıktan vazgeçmem için beni iknaya çalıştı.
Fatih’in oyuna getirilip ölüme sürüldüğünü iddia edebilecek kadar küçülenler, onun parça parça kaleme alıp 30 Mayıs 1984 günü tamamlayabildiği son mektubunun daha girişinde şunları yazma ihtiyacını neden ve kimi kastederek duyduğu üzerine bir an olsun düşünmüşler midir:
(…) Yoldaşlarım, ölüm orucu gibi bizler için yeni olan bu göreve talip olurken, tam bir içtenlikle gönüllü olduğumu bilmenizi isterim. Diğer bütün yoldaşlarımızın da kendilerini aynı duygularla önerdiklerini biliyorum. Askeri faşist diktatörlüğe, teslimiyetçi oportünizme karşı mücadelemizde önemli bir adım olacak ölüm orucumuza, belki de yoldaşlar benden daha fazla layıktır. Ama onların, örgütümüz TİKB’nin yaşatılmasında, zorlu ve şanlı mücadelesindeki belirleyici konumları ve bu konudaki üstün yetenekleri (onlar kabullenmese de bu böyle) onların kesinlikle böyle bir eylemde yer almamalarını zorunlu kılıyor.
O günlerde, gerek kendi güçlerimiz arasında gerekse Dev-Sol’un saflarında adeta elle tutulabilecek kadar yoğun ve güçlü bir devrimci ruh hali vardı. Bir taraftan, TTE barikatı yıkılacak olursa arkasından neler gelebileceğini tahmin etmekten kaynaklanıyordu bu ruh hali, diğer taraftan yalpalamaları şaşırtıcı olmayan güçler dışında kalan bazı devrimci örgütlerin de bu konuda sergiledikleri cesaretsizlik ve ikili tutumlarına duyulan öfkeden besleniyordu. Koca İstanbul cezaevlerinin kaderinin gelinen noktada ÖO’nun kaçınılmazlığı yaklaşımında birleşen iki örgütün omuzlarına bırakıldığı düşüncesi hâkimdi.
Bu bütünüyle haksız ve yanlış bir düşünce de değildi. ÖO konusunda gelgitler yaşayan devrimci örgütlerin hepsi, faşizmin TTE saldırısının aslında bir başlangıç noktası olduğunun pekâlâ farkındaydılar. Fakat yorulmuşlardı.
Fatih’in kesme şeker rüşvetiyle birlikte gönderdiği notta yazdığı hala unutamadığım bir cümle, o günlerde hâkim olan ruh halini çok çarpıcı bir biçimde yansıtıyordu aslında: “Dışarda askeri bir eylemde ya da bir çatışmada vurulup düşecek olursan sonuçta bir örgütün şehitlerinden biri olursun, ama bu eylemde şehit düşen şu ya da bu örgütün değil TDH’nin şehidi olacak!..”
Bu onurun kendisinden esirgenmemesini onun için çok istiyordu.
İstediği oldu, öngörüsünde de haklı çıktı!..
(*) Dev-Sol’un eylem sürecindeki pratiğine, sergilediği zafiyet ve yalpalamaların yanı sıra eylemi apar topar noktalayışına dair eleştirilerimizi 1988 Nisan’ında Bursa’da Kenan’la birlikte kaleme aldığımız ve o zamanlar yayınlanan Emeğin Bayrağı dergisinin sanırım Mayıs sayısında yer verilen bir açık mektupla ortaya koyduk. (https://gazete.alinteri1.org/devrimci-kamuoyuna-zorunlu-bir-aciklama)