AKP-MHP iktidarının doğayı korumak yerine özelleştirme-rant politikasının ve ihaleleri alan HES firmalarının doğa yağmasının ardı arkası kesilmiyor
Miheme Porgebol
Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de neredeyse peşkeş çekilmeyen yer yok. Siyasi ve ekonomik anlamda krizi derinleştiren AKP-MHP ekolojik anlamda da krizi had safhaya çıkarmış durumda. Biz de ekoloji mücadelesi yürüten Prof. Dr. Beyza Üstün’e kulak verdik.
Üstün, ekoloji mücadelesini örgütlü yapısında işleten ve bunu programına alan örgüt sayısının yok denecek kadar az olduğunu söyledi. Gün geçtikçe daha da korkunç boyutlara varan ekolojik yıkıma karşı politik tutum alınması gerektiğini vurgulayan Üstün, yaşamı önemseyen tüm örgütlerin ekoloji mücadelesini öncelikleri arasına alması gerektiğini vurguladı. Yeni ve özgür bir yaşamın ancak ve ancak mücadeleye bütünlüklü yaklaşan bir perspektifle mümkün olabileceğini ifade eden Üstün, “Karşı karşıya olduğumuz yıkıma karşı muhalif olduğunu söyleyen herkesin kendi örgütünü zorlaması gerekir” dedi.
Tutum almalıyız
Kıvılcım Kültür Merkezi’nin düzenlediği “Ekoloji Atölyesi” çerçevesinde “Ekoloji Politik Tartışmaları” başlıklı bir seminer veren Prof. Dr. Üstün, “Bizi ekolojik felaketlerle karşı karşıya bırakan sürecin nedeni ve sonuçlarına baktığımızda tamamen politik bir süreç yaşadığımızı görüyoruz. Demek ki bunun karşısında durabilmemiz için de politik bir tutum almamız gerekir. Sürecin analizi bizi politik mücadele dinamiklerinin içine sürüklemeye başlıyor. Her örgütün de bunu kendisine ciddi bir şekilde sorması gerek. Her örgütün sürece müdahalesi farklılaşabilir. Bazıları belki ekolojik mücadeleyi ikincil bir alan olarak benimsiyordur. Ama kesin olan şu ki bu mücadele dediğimiz şey politikadır” ifadeleriyle ekolojik mücadelenin boyutlarına değindi.
Bebeklerin sağlığıyla ödenen bedel
Küresel anlamda karşı karşıya olduğumuz ekolojik krizin bedelleri ve sürecin hızı arasında sistemin insanlara ödettiklerinin de oldukça ağır olduğunu belirten Üstün, krizin ciddiyetine şu sözlerle dikkat çekiyor:
İklimin değiştiğini hep beraber görüyoruz. Hatta konuyu iyice basitleştirerek günlük sıcaklık değişimlerini bile bu bağlamın içerisinde değerlendirip yorumlamaya başladık. Ama sürece baktığımızda süreç başka bir şey söylüyor bize. Ergene’de yaşanan kirlenmede bunu çok net görebiliyoruz. Oradaki sağlıklı ekolojik sistem, yani sağlıklı yaşam yok oldu. Toprağın, herhangi bir canlının, oradaki tarım işçisinin, oradaki kadınların sağlığının yok olduğundan bahsediyoruz… Dolayısıyla tüm yaşam ölüyor. Dilovası‘nda yapılan bir araştırmada o bölgede yaşayan bebeklerin kakasında, annelerin sütünde o bölgede işletilen ağır metallerin izlerine rastlandı. Kirlilik zaman ve mekan tanımadan etkisini sürdürüyor. Ödettiği bedel o bebeğin sağlığı oluyor. Sonu ve sınırı olmayan bir bedel ödemeye mahkum hayatlar yaşatılıyor bize.
İyileşme hızı kirlenme hızına yetişemiyor
Kendisine yöneltilen soruları da yanıtlayan Üstün şunları söyledi:
Doğanın kendini iyileştirme hızı sistemin üretim hızına mağlup oluyor. Soluduğunuz havadaki kirliliğe karşı vücudunuz biraz daha dirençli olabilir ancak başka bir arkadaşınız kronik hastalığı yüzünden daha hassas olabilir. Kirliliğe doğrudan maruz kalan insanların maruz kaldığı etkiye karşı bedenin kendini korumaya alma hızı yetersiz kalıyor artık. Tıpkı Trakya topraklarının üzerine atılan metal iyonlarının doğada çözülmesinin epey zaman alması gibi. Bizim hızımız ve ömrümüz sistemin ürettiği kirliliğe müdahale etme anlamında yetersiz kalabiliyor. Sonucunda da daha fazla kirlilik, müsilaj, iklim kriziyle karşı karşı kalıyoruz…
Geri dönüşü yok
Üstün’ün sunumu ve soruları yanıtlarken yaptığı konuşmanın ana hatları ise şöyle:
* Krizler her derinleştiğinde uygulanan kararlar yaşamı ve yaşam alanlarını baskılarken siyasi iktidarlar buradan güçlenerek çıkıyor. Artan her krizde çözümler daha şiddetli bir hal alıyor. Krizler inkar edilemeyecek boyuta geldikten sonra egemenler buna karşı kendi çözümlerini geliştirerek daha büyük krizlere sebep oluyorlar. Örneğin su kirliliğine karşı ‘Bakın şu su kirli, o halde temizini yapalım’ diyerek daha büyük sorunlara sebep olabiliyorlar.
Yeni sermaye projeleri
* HES (Hidro Elektrik Santralleri), RES (Rüzgar Enerjisi Santralleri), GES (Güneş Enerjisi Santralleri), JES (Jeotermal Enerji Santralleri) gibi tesislerin yanına yakın zamanda bir de NES’ler (Nükleer Enerji Santralleri) yenilenebilir enerji üreten santraller sınıfına alındı. Yani Nükleer enerji artık yenilenebilir enerji olarak kabul ediliyor. Bu Birleşmiş Milletler tarafından alınan kararla kabul edildi. Bunların hepsi güya iklim krizinden çıkmak için önerilen yeni sermaye projeleridir. Oysa yalnızca bu santrallerin doğaya bıraktığı atıkların bile geri dönüşü yok artık. Hiçbirimiz şu ana kadar doğaya salınan atıkların çözüldüğünü göremeyeceğiz. Bunun gibi yol ve yöntemlerle yaşamı baskılamaya devam ediyorlar.
Tüm yollar madenlere çıkıyor
Tüm bu krizler sürerken 2000li yıllara gelindiğinde mega projeler üretilmeye başlandı. Mega projeler bütünlüklü büyük yapılardır. Mega projelerle kentler yeniden üretildi. Zaten kapitalist sistemlerin en büyük ayaklarından biri yeniden üretimdir. Kentleri de mega projelerle yeniden üretmeye başladılar. Aslında siyaset kontrol edebileceği kendi politik mekanlarını oluşturmaya başladı. Mega projelerle doğal alanlar iktidarların egemenlik ve çıkarlarını sürdürebilecekleri politik mekanlara dönüştürüldü. Bu anlattıklarım sadece Türkiye’yle sınırlı değil. Örneğin Fas’ta yaklaşık 3 bin 500 futbol sahası büyüklüğündeki bir tarım alanına güneş enerjisi santrali kuruldu. Mega projelere baktığımızda ortak başka bir şey daha var. Bu projelerin merkezinde yine enerji var ancak bu projelerin inşaat ve inşaata bağlı alanlardaki projeler olduğunu görebiliyoruz. Yapısal olarak köprü, tünel, havalimanı gibi dev yapılar görüyoruz. Bunun bir örneği Kuzey Ormanları’nın üzerinde yapılıyor. Bu projeler ‘nitelikli nüfus’ dedikleri kesimler için üretiliyor, bizim için değil. Yine bu projelerin bağlantı noktalarına baktığımızda tüm yolların maden ocaklarına çıktığını görebiliyoruz.
Kentlerin bellekleri yok oldu
* Sürdürülen bu politikalar kentlerin ve toplumun belleğine dönük saldırılar da barındırıyor. Hasankeyf de bunun en önemli örneklerinden. Hasankeyf artık bambaşka bir boyutta. Bir TOKİ prototipi haline getirildi ve Hasankeyf’te artık 12 bin yıllık tarihin izleri yok. Tarihin kadim zamanlarından kalan yapılar dinamitlendi. Geri getirilecek durumda değiller. Dinamitlenerek yok edildiler. Böyle böyle belleği kaybediyoruz, kaybettiriyorlar. Yok oluş dediğimiz şey tam da böyle bir şey. Sur da bunun bir örneği. Sur artık binlerce yıllık belleği yaşatan bir şehir değil. Orada yaşayan insanlar yerinden zorla edildi. Kanal İstanbul’da da böyle oldu. Tarlabaşı’nda da böyle oldu. Kentlerin bellekleri yok oldu. Dolayısıyla şiddetin geldiği boyut artık geri alınamaz durumda.
Rojava’da kadınlar hayatı yeniden örüyor
Biz artık bir şeyler yapmak zorundayız, çünkü kaybettiklerimiz geri alınamaz boyutta. Artık boğuluyoruz. O halde madem ki politik bir müdahaleyle karşı karşıyayız, madem son derece sistemli bir saldırıyla karşı karşıyayız, eğer ekoloji mücadelesi vereceksek ya da ekolojik perspektiften yaşamı yeniden öreceksek bunun da politik bir perspektiften olması gerektiği çok açık. Bunun için de önümüzde anahtarlar var. Yeni yaşamı örme gücü bizde. Öyleyse birlikte örmenin yollarını arayıp hayatı yeniden örmeliyiz. Bunun bir örneği Rojava’da tecrübe ediliyor. Mutlaka hatalar yapılıyordur ama oradaki tecrübeler toplumsal ekolojiyle sisteme karşı hayatı yeniden nasıl öreceğimize dair ipuçları veriyor bize. Bu çabalar çok yakınımızda olduğu için bana ayrıca umut veriyor. Rojava’da kadınlar hayatı yeniden örüyor. Yaşama ekolojik politik perspektifle bakmak kadın mücadelesiyle çok ilişkili. Bu sistemin patriyarkal kimliğine iyi bakmak gerekiyor.
Önemli olan değiştirmek
Bize bu şiddeti yaşatan bütün sistemlerin patriyarkal bir perspektifi olduğunu görüyoruz. Kapitalizm patriyarkal bir perspektife sahip. Dolayısıyla bizim amacımız sadece yaşamı korumak değil, biz yaşamı özgürleştirmeye de çalışıyoruz. Bütün bunları tek başımıza başaramayacağımız da çok açık. Önümüzde belirgin bir zorunluluk var. Çünkü her şeyi görüyoruz artık. Öyleyse biz de gördüklerimiz karşısında örgütlü bir yapının içerisinde mücadele etmeliyiz. Birinci adım olarak kendi örgütümüze dönüp bakarak ne kadar ekolojik politik bir perspektife sahip olduğunu sorgulamalıyız. Marks’ın dediği gibi: Önemli olan dünyayı yorumlamak değil, onu değiştirmektir.
Yeni Özgür Politika