MAKALELERManşet

“Çevreci yöntemlerden ve ilişkilerden kesin kopuşu sağlamalıyız”

Sosyalizm perspektifinin canlı olması ve her anlamda en önde dövüşmek, komünist bir grubun “sosyal devrim örgütü” olması için -gerekli olmakla birlikte- yeter koşulları oluşturmuyor.

Hangi dönemde, nasıl devrimci oldunuz? Hangi etkenler sizi böyle bir tercihe yöneltti?

TDH’nin, etkilerini bugün bile şu veya bu düzeyde taşıyıp hissettiği 12 Eylül yenilgisinin ardından, ’89 Bahar Eylemleri’nde ifadesini bulan yeni bir canlanma dönemiyle birlikte toparlanıp göreli (aslında eskinin sınırlı siyasal-teorik zemininde kaçınılmaz sınırlılıkta olan) bir gelişme yaşadığı dönemde mücadeleye katıldım.

Birincinin devamı olarak neden TİKB’yi seçtiniz?

Devrimcilikle, mücadeleyle ilişkilenmiş bir ailenin ve yakın çevrenin varlığı devrimci olmamı koşulladı diyebilirim.

Üniversiteye adım atmamla birlikte doğrudan politik ortama girdim. Ailemde ve yakın çevremdeki devrimcilerin “antirevizyonist kamp”ta oluşları benim için baştan avantaj sağlıyordu. Ya TDKP’li olacaktım ya da TİKB’li. 12 Eylül döneminde TDKP önderliğinin direnişçi tutum sergilemediği görülüyordu. Üstelik TDKP ’90’lı yıllarla birlikte bariz biçimde sağa/reformizme dümen kırıyordu. Böyle bir dönem ve atmosferde “Adressiz Sorgular”, politize olmuş gençliğin genelini olduğu gibi beni de etkiledi.

12 Eylül döneminde örgüt olarak direnişçi tutum sergilemek, işkencelerde destanlar yazmış olmak TİKB tercihimde belirleyici etkenlerden olmakla birlikte, bana “Bu hatta yürüyeceğim” dedirten, “kavgada sakınmasızca en önde olmak” tutumunun ideolojik-politik bir duruş olarak benimsenmesiydi. Bana göre, komünist olmanın temel kriterlerinden biriydi bu. Ki en zor dönemlerde bile sergilenen direnişçi tutumun bunun sonucunda ortaya çıktığını görüyordum.

Beri taraftan, “sakınmasızca kavgaya atılmak, en önde dövüşmek” şeklinde ifadesini bulan tutum ile TİKB’nin ideolojik-teorik duruş noktası arasında bir bağ olduğunu farketmem uzun sürmedi. Her ne kadar o dönem “demokratik devrim aşaması”ndan bahsediliyorduysa da, demokratik devrim ile sosyalist devrim arasında kurulan ilişkinin mahiyeti, olabilecek en hızlı yoldan sosyalizme geçiş yapılacağını öngören komünist perspektif, -TİKB’yi “antirevizyonist kamp”taki diğer örgütlerden ayıran bu temel nokta- “en önde dövüşmek” tutumunu beraberinde getiriyordu. Buradaki neden-sonuç ilişkileri çok daha karmaşık bir bütünün içerisinde başka boyutlar da taşımakla birlikte bu bağ o dönem benim bilincimde bu şeklide “basit” ve doğrudan yankı buluyordu.

Doğru tercih yapmamda bana avantaj sağlayan aynı koşulların aynı zamanda dezavantajlarıyla birlikte etkide bulunduğunu çok sonraları farkettim. Şu anlamda ki, sosyalizm perspektifinin canlı olması ve bunun sonuçlarından biri olarak her alanda ve her anlamda en önde dövüşmek, komünist bir grubun “sosyal devrim örgütü” olması için -gerekli olmakla birlikte- yeter koşulları oluşturmuyordu.

İşçi sınıfı hareketiyle buluşmayı esas alma tutumunda ısrar ederek mücadeleyi bütün yönleriyle örgütleyecek gerçek bir parti kurmaya ayarlı ciddi bir çalışmayla birleştirme yoluna girilmeliydi. Örgütsel önderlik düzeyinde olsun, örgütün genelinde ve kadrolarda olsun buna uygun politik-teorik-örgütsel (ve zihinsel-davranışsal) düzeye erişmede sistematik (ve kesintisiz) bir çabanın içine girilmeliydi. Doğru seçim yapmamda aileden ve yakın çevremden gelen avantajlı koşullar, bu noktada, yani devrimle ve işçi sınıfı mücadelesiyle daha doğrudan ve stratejik düzeyde ilişkilenmek yönünden benim üzerimde sınırlandırıcı etkilerde bulundu.

Aynı durumun, genç (ve “eski”) kadroları bu yönde eğitip-şekillendirip konumlandırmakla yükümlü TİKB önderliği açısından da geçerli olduğunu söylemek durumundayız. Önceki (kuruluş öncesi ve sonrası) kesitlerde sınırlı ve parçasal düzeylerde de olsa işçi ve emekçiler içerisinde başlatılan çalışmaların örgütün süreklileşmiş temel faaliyeti haline getirilmesinde başarısız kalındı. Bu durumun ortaya çıkmasında nesnel ve öznel bir çok etkenden söz açılabilir fakat burada çubuğu öznele, örgütsel önderlikteki eksikliklere bükmek zorunludur.

TDH ve onun bir bileşeni TİKB neden bu durumda?

Tam da bu noktada, 12 Eylül yenilgisinin ardından, ’89’larda açığa çıkan göreli canlanma ve bununla birleşik TDH’nin yaşadığı göreli gelişme, herkesi olduğu gibi, TİKB’yi de, onun önderliğini ve kadrolarını da yanılttı. Üstelik ’80 öncesi doruğa varan devrim ve işçi sınıfı mücadelesini faşist darbeyle dümdüz etmekle kalmayıp süreçten dersler çıkararak (dünyadaki gelişmelerin ve emperyalist-kapitalist sistemin içine girdiği yeni dönemin avantajlarını da kuşanarak) ilerleyen burjuvazinin ve devletinin aksine, genelde TDH özelde TİKB, ’90’larda kaydettiği göreli (ve son derece sınırlı) gelişmelerle yetinen siyasal-teorik bir atıllığa sürüklendi.

Bu dönem görülen toparlanma ve göreli gelişmenin aslında ’80 öncesi üzerinde bulunulan teorik-politik-örgütsel zeminde hemen hiç bir farklılaşma yaratılmadan yaşandığını, bu nedenle uzun soluklu olamayacağını göremedi. Görüldüğü anlarda bile bunun gerekleri yerine getirilemedi.

Oysa hem dünyada hem ülkede yeni bir döneme girilmişti. Dünyada ve ülkedeki politik-ekonomik-toplumsal gelişmelerin teorik-siyasal düzeyde anlaşılması, buna uygun mücadele/örgütlenme/faaliyet/eylem biçim ve yöntemlerinin geliştirilmesi gerekiyordu. ’80 öncesinde uygulanagelen mücadele yöntem ve araçlarıyla sınırlı bir politik-örgütsel faaliyetin sağlayacağı/sağladığı gelişmenin de kaçınılmaz olarak sınırlı olacağı/olduğu zamanında anlaşılamadı.

Aslında TİKB bu bağlamda diğer devrimci örgüt ve hareketlerden epeyce ilerideydi. İçine girilen yeni dönemde sınıf mücadelesinin koşullarının değiştiğini, aynı zamanda ona karşı doğrudan savaşım verilen burjuva devletin kendini farklı ve daha gelişkin düzeyde yeniden örgütlemesinin getirdiği yeni durumu az-çok görüyordu. “Farklı bir döneme girildiği” bu nedenle “devrimcilikte düzlem farklılaşması yaratılması gerektiği” üzerine politik-teorik kimi açılımlar da yaptı. Sınıf çalışmasına sürekli yapılan vurgularla iç içe “devrimi ve partiyi birlikte örgütlemek” şiarında ifadesini bulan sağlam bir hat da belirledi. Ama başarılamadı. Pratik mücadeleyi ve örgütü yeniden örgütlemede eski tarz ve yöntemlerle ilerleme tutumundan (süreklilik içinde) kopuşu bir türlü sağlayamadı.

Bunun nedenlerine ilişkin çok şey söylenebilir elbette. Konuyu temellerine inerek ve ‘bütün’den gelerek ele almak doğru olur. Ancak, bu formatta bunu yapma olanağı yok. Kendimi, bana göre çubuğun bükülmesi ve öne çıkarılması gereken yönleriyle sınırlıyorum.

Sözünü ettiğim süreklilik içinde kopuşun sağlanamamasının en derindeki nedeni olarak sınıf hareketiyle ilişkilenmede, mücadeleci işçi bölükleriyle temas noktalarında en başından itibaren çok dar kalınmış olması gerçeğinden söz edebiliriz. (Bu, bir bütün olarak TDH’nin tarihsel zaafıdır. Bugün varlığını şu veya bu düzeyde hâlâ sürdüren devrimci gruplarla sınırlayarak konuşursak, sınıf hareketiyle ilişkilenme yönü güdük kalmış bir kuruluş ve gelişme çizgisi söz konusudur)

Politik-örgütsel inşa süreçlerine, kadrosal şekillenme ve çalışma tarzına da yansıyan bu en derindeki nedeni dışta tutacak olursak, TİKB’nin, mücadeleyi yeni düzleme sıçratarak gerçek gelişme sağlayamamış olmasında (sosyal devrim örgütü olma anlamında) partili düşünme, yaşamda ve örgütsel çalışmada parti tarzını oturtma, komünist teori ve politika yapış tarzına proletaryanın parti ruhunu/düşüncesini yansıtmada başarısız olmasını başa yazmalıyız kanımca.

Örgüt-içi yazınımızda bu konularda yazılıp çizilmiş olmasına rağmen, parti ruhu ve partili yaşam TİKB’de içselleştirilememiştir. Bugünden geriye baktığımızda, bırakalım proletaryanın partisini kurmaya doğru ilerlemeyi, örgütün görece genişlediği ve derli toplu olduğu ’90’lı yıllarda bile kolektif devinime sahip bir örgüt olmanın oldukça gerisine düşüldüğünü kabul etmeliyiz.

Bu durumdan çıkış için sizce ne yapılması lâzım?

Daha temel sorunlardan kaynağını alan sıkışmaların/örgütsel kriz dönemlerinin ve parçalanmaların sonucunda örgütsel güçlerimizin büyük oranda erimiş olması bizim için büyük handikap.

İşimizin son derece zor olduğunu bilerek, bu dip noktasından çıkmak için yapmamız gereken temel şeylerden ikisini başa yazmalıyız:

Bir, değişen kapitalist üretim yöntemleriyle birleşik değişen işçi sınıfının yapısını-bileşimini-özelliklerini hesaba katarak, sınıf çalışmasında ısrarı sürdürmeliyiz. Proletaryanın ana gövdesiyle temas noktalarımızı çoğaltacak ve envai çeşit örgütlenme biçimlerinin önünü açacak faaliyetlere yönümüzü şaşırmadan süreklilik kazandırmalıyız.

İki, çok sınırlı bir kadrosal zeminimiz olmasına karşın, gerçek manada kolektif devinime sahip bir örgüt gibi düşünmeyi ve davranmayı, tüm faaliyetlerimize bu temelde yön vermeyi artık başarmalıyız. Örgütsel önderlik düzeyinde olsun, tek tek organlar düzeyinde olsun, organlar arasındaki ilişkilerde olsun kolektif hareket etmeyi alışkanlık haline getirmeliyiz. Öyle lafta değil, eskiye ait grupçu, çevreci yöntemlerden ve ilişkilerden kesin kopuşu sağlamalıyız.

Belimizi büken hizipçi faaliyetlerin ve parçalanmaların yol açtığı örgüt içi gruplaşmaların, kriz dönemlerinde kişiler üzerinden yürüyen tartışma ve ayrışmaların saflarımızda yarattığı tahribatları düşündüğümüzde bugün gerçek bir kolektif gibi davranmanın zorlukları ortada olsa da bunu başarmak zorundayız.

Çünkü, militan sosyalist damarın temsilcisi olmanın yanında tarihinde sergilediği diğer özgün devrimci nitelikleriyle birlikte TİKB’nin mirasını bir şekilde geleceğe taşımak hem devrimimiz hem de proletaryanın geleceği açısından önemli.

Bir temenni ile bitireyim: Geçmişte şu veya bu düzeyde TİKB ile ilişkilenmiş, onun ihtilalci komünist soluğunu hissedip paylaşmış, TİKB adını duyduğunda bile yüreği hop eden tüm bireyler, geçmişin yol açtığı kırılmaları, tahribatları -kuşkusuz unutmadan ama- yaşamında belirleyici olmasına izin vermeden, işlerin bir ucundan tutmalı. Bunun TİKB ile organik ilişki içerisinde olması mutlak şart da değildir.

Bulunulan her alanda-mekanda bu mirası geleceğe taşımada doğrudan ya da dolaylı katkılar sunmanın yolları vardır.

Etiketler
Daha fazlası

İlgili

Close