ALINTERİManşet

4 ay önce, 4 ay sonra Samandağ -I

Psikolog Mehmet Can ile 6 Şubat depremi, depremin engelli çocukları nasıl etkilediği ve deprem sonrası yaptığı çalışmalar üzerine konuştuk.

Depremde engelli bireylere vatandaş muamelesi yapılmadığından yakınan Psikolog Mehmet Can ile 6 Şubat depremi, depremin engelli çocukları nasıl etkilediği ve deprem sonrası yaptığı çalışmalar üzerine konuştuk.

Alınteri: Sizi tanıyabilir miyiz?

Ben Psikolog Mehmet Can. Samandağlıyım. Depreme Samandağ’da yakalandım 10-12 yıldır burada aile danışmanlığı yapmaktayım. Antakya’da kliniğim vardı. İşyerim, evim yıkıldığı için mecburen Samandağ’a geldim. Ailemin evinde kalıyorum şu anda. Burada da kardeşimin rehabilitasyon merkezi olduğu, yıkılmadığı ve herhangi bir sorun olmadığı için kırk odalı rehabilitasyon merkezinde biz depremin birinci günden itibaren faaliyetlere başladık.

Alınteri: Bu rehabilitasyon merkezinde sadece engelli çocuklara mı bakım yapılıyor?

Mehmet Can: Evet burada daha çok engelli çocuklara bakılıyor. Engelli çocukların fiziksel aktiviteleri, fiziksel rehabilitesi, zihinsel rehabilitasyon, eğitim… birçok alanda psikososyal çalışması yapılıyor normalde. Ama depremle birlikte burada birçok kurum, kuruluş yıkıldığı için sağlam kalan binalardan biriydi. Burada fiziksel ve zihinsel engelli olan çocuklara ulaşılıyor. Rehabilitasyon desteği veriliyor.

Bu insanları kapalı alanda tutamazsınız!

Alınteri: Peki depremde öğrencilerinizden etkilenen oldu mu?

Mehmet Can: Evet oldu. Birçok velimizi kaybettik. Birçok çocuğumuzu kaybettik depremde. Şimdi bir Samandağlı olarak veya Samandağ adına konuşuyorum.

Biz depreme ilk defa yakalandık -aslında çocukluğumda yakalanmıştım da onu çok idrak edememiştim. Ama böyle büyük bir yıkımla ilk defa karşılaştık. Biz ne yapacağımızı bilemez bir durumdayken, anne babalarımız dahi bu çocukların yatağından kaldırılması, onların panikle çekiştirilmesi, dışarıya çıkarılması, dışarı çıkarıldıktan sonra konaklama… özellikle çok ciddi bir sıkıntıydı. Yani otizmli bir çocuk evine geldiğinde aynı koltukta oturup aynı tabakta yemek aynı bardakla içmek ister. Aynı yerden televizyonunu izlemek ister. Bu insanları kapalı alanda tutamazsınız. Sevdiği şeyleri vermek zorundasınızdır. Yani onlara bunları anlatmak zordur ve depremden sonra özellikle engelli çocuklara sahip ailelerde çok ciddi sıkıntılar oldu.  Bu çocukların depremden sonra yaşadıkları o korkuyu tanımlamaları çok zordu. O yüzden en çok zorlanan aileler bu çocuklara sahip ailelerdi.

Bir öğrencim vardı. Çocuk on yıl önce elektrik çarptığı için iki bacağını kaybetmişti. Okulu bırakmıştı, hayata da küsmüştü. Ben o dönemlerde sanırım yeni mezundum ve gönüllü bir şekilde çocuğun yanına gittim. Bir yıl ara vermişti. Tekrar okula yazdırdım. Sonra üniversiteye gönderdim. Psikoloji bölümünü kazandı. Mezun olduktan sonra da benimle çalışmaya başladı. 12 yıldır yaverliğini yapmıyorum diyebilirim.

Çocuğun en büyük korkusu depreme yakalanmaktı. Geceleri uyku bozukluğu yaşıyordu. Her şeyi aştık ama uyku bozukluğu konusunda bir çözüm bulamıyorduk. Onun korkusunun temelinde de şu vardı: Depreme yakalanırsam protezlerimi nasıl takıp çıkacağım?.. Tesadüf şu ki, ailesi onu yalnız bırakmıştı depremden önce. Kızkardeşi doğum yaptı. Annesi Rusya’ya gitti. Babası da Arabistan’da işçi olarak çalışıyor. Çocuk hatta birkaç gün önce “Abi evde tek başınayım. Tadını çıkarıyorum…” diye mesaj atmıştı; aynı gün deprem oldu…

Depreme yakalandığımda hafta sonu olduğu için ailemin yanına gelmiştim. Saat dört, evimiz denize yakın olduğu için çok sallandı. Ama sağlam yapıldığı için yıkılmadı çok şükür. Oradan bir telaşla çıktık. Kardeşlerimin yanına gittim. Arabaya binip kardeşlerime baktım. Çünkü telefonla ulaşılmıyordu hiçbir yere ve çok felaket bir yağmur vardı. Abartmak için ‘şu ana kadar görmediğim, duymadığım bir yağmur’ diyoruz ya, o gün gerçekten öyleydi. Bir gök gürlüyor her yer aydınlanıyordu. Bir dolu yağmaya başlıyordu. Yağmur bir soldan esiyordu. Sonra duruyordu. Sağdan esmeye başlıyordu.

Şöyle dolaştım. Ve evden çıktığımda buraya gelene kadar sürekli bahçe yollarını kullandım. Yolda da maksimum iki bina yıkılmıştı. Ben felaketin büyüklüğünü idrak edemedim aslında. Geldiğimde karşıda bir bina vardı, bina yola devrilmişti ve o bina iki yıllıktı. Daha kiralık yazıları duruyordu. Orada aslında ne olduğunu fark ettim ama idrak edemedim. Çığlıklar duyuyorum Sesler duyuyorum. Ama sanki herkes çıkacakmış gibi bir durumdaydım. Yani aptallaştım mı? Şok mu yaşıyordum bilmiyorum ama herkesin çıkma çabası verdiğini düşünüyordum.

Sadece korktuklarını ve herkesin çocuklarını dışarı çıkardığını, yağmurdan etkilendiklerini düşünüyordum. Çığlıkları duyuyordum fakat anlamlandıramıyordum. Ben aslında ölümlerin de olduğunu ancak sabah yedi buçukta, zihnim yerine geldiğinde anladım. Çıktım önce gidip Yunus’a baktım. Yunus’un apartmanı tamamen pres olmuştu. Sağ tarafta apartman sola devrildiği için herkes sağ taraftaydı. Sağ tarafta birçok kişinin cesedine ulaşmaya çalışıyorlardı. Ben orada Yunus’a ulaşmaya çalışıyordum. İdrak edemiyordum. Arada sokak var, sokak ortadan kaybolmuş Yine öyle devrilmişti.

Bir amca seslendi, birinin orada olduğunu söyledi. Oraya gittiğimde Yunus şeydi… İlk iki kat pres olmuş. Üç kat kolon, yere kadar yaklaşmış, devrilmiş ama kolonla yer arasında on santimlik boşluk kalmıştı. Ve bu binayı tutan yan binanın mercan boşluğu. Orada kolonlar bombe olmuş patlamak üzere.

Aynı odada üç Yunus

Çıktım ailemi aradım, arkadaşları aradım Birçok kişiyi aradım. Orada yüz kişi olunca jeneratör getirdik. Bazı alet edevat getirdik. Sonra sağ olsun Sahil Güvenlik geldi. Burada iki gün devlet adına kimse yoktu. Samandağ Sahil Güvenlik orada tünel açarak Yunus’a ulaştı. Böyle karşılaşmamız çok ilginçti, çünkü taciz ediyordum onu. “Bak geliyoruz uygunsuzsan gelmeyelim” falan diye… “Abi kurtarın” diye çığlık atıyor içeriden Burayı yüksek tutmaya çalıştım ve o çukuru açtığımda böyle göz göze geldik. Yüzü toz toprak içinde kalmıştı. On santimlik bir yerdi, kafasının üzerinde sadece on santim yükseklik vardı. Yani o yan duvar patlasa o da orada ezilip gidecekti. Bir şekilde çıkardık onu oradan.

Onu hastaneye götürdüğümde, korkunç bir tabloyla karşılaştım. Her yerde yaralılar vardı, ölüler vardı, ambulanslar gidiyor, arabalar geliyor; bildiğin hastanenin bahçesi dolmuş da artık yollara takılıyordu.

Yunus’u bıraktım. Doktorları bulmaya çalışıyoruz. İnsanların üzerinden Yunus’u geçirdik. Sırtında çok büyük bir yara vardı. Kulağı da kanıyordu. Oturttuk bir çocuk getirdiler. Odada yirmi kişi vardı. Bir de Yunus’un hemen solunda bir başkası… Kimsesi yoktu, bırakıp gitmişlerdi. Çocukla konuşurken ismini sordum. Onun da ismi Yunus’muş. Sonra hemşireler bizi dışarı çıkardı. Ben de aralıktan içeri bakıyorum. Bir çocuk getirdiler dokuz yaşlarındaydı. Yanımda bir adam titriyor, beni tutuyor. O kadar sıktı ki kolumu… hemşire işaret etti ‘o adamı uzaklaştır’ diye. “Sen niye buradasın” dedim. “Benim oğlum içerdeki” dedi. Ama gördüm çocuk ölmüştü. Böyle bir şeyi ilk defa görüyordum. Belki yirmi dakika boyunca kalp masajı yaptılar. O çocuğun da adı Yunus’tu. Aynı odanın içinde yan yana üç Yunus bir araya geldi. Biri 12 yaşındaydı, biri 9. Yunus da 24 yaşındaydı…

Döndüm, sokaklarda yürüyorum. Ölü bir şehir gibiydi. Şöyle durdum. Yani nerdeyim ben bu bu sahne, bu tablo?..

İnsanoğlu sınanınca her şeyi yapabiliyor

Bu tabloyu bir de kliniğime gelen birinden duymuştum. Kadın Suriye savaşından kaçmıştı, ofisime şöyle bir baktı. “Mehmet Bey çok güzel bir ofisiniz var” dedi. “Ama bir gün uyandığınızda her şeyin enkaz yığını altında kalabileceğine hiç ihtimal veriyor musunuz?” Durdum. Kafamda resmetmeye çalıştım ihtimal dahi vermedim. Depremin ilk saniyesi o kadının söyledikleri kulağımda çınladı. Ben o yolda yürürken aklıma o kadının söyledikleri geldi. “Ben de ihtimal vermiyordum Mehmet Bey. Çünkü çok lüks bir hayatım vardı. Eczacıydım, eşim ünlü bir doktor… Biz oradayken Eczacıbaşı gibi ilaç dağıtım şirketlerimiz vardı. Benim hizmetçilerim vardı. Ama bir  sabah uyandığımızda her yerin enkaz altında kaldığını gördük bombalardan. Bir yere gitmemiz gerekiyordu. Sola gitsek bize muhalif diyeceklerdi. Sağa gitsek IŞİD’ci diyeceklerdi. O yol Türkiye’ye varıncaya kadar 7-8 gün sürdü. Ben bir karıncayı incitemem. Karıncayı incitemeyen bir kadınken bir ölünün dişini çekmek zorunda kaldım. Hırsızlık yapmak zorunda kaldım. Bedenimi satmak zorunda kaldım. Her şeyi gördüm ve ben çocukların motivasyonuyla onu yapabildim”.

Gerçekten insanoğlu sınanınca sanırım her şeyi yapabiliyor. Ben bunları kafamda tekrarlayarak yürüyordum o caddede. İnsanlar çığlık atıyor. Bir yere geldim. Sanırım şimdiye kadar beni böyle allak bullak eden bir şey yoktur. Bir apartmandan sesler geliyor. “Abi ben seni görüyorum. Ne olur yardım et!” diyen bir kız sesi duydum. Fakat göremiyorum. O beni görüyor çatlaklardan bir yerden. Bir yerden gireyim diye düşünüp girdim, kolon annesinin üzerine tamamen devrilmişti, çok feci bir görüntüydü. Orada da paramparça olmuş cesetler vardı ve ben korktum. Ben orada o kadar çok korktum ki bırakıp kaçtım, kız arkamdan seslendi. O çığlık beni çok etkiledi.

Alınteri: Kızı kurtarmadınız mı?

Mehmet Can: Kaçtım oradan ben. Evet, sinir krizi geçirdim ve kaçtım. Düşünsenize ben bir gün önce takım elbisemle seminer veriyordum burada. Bir kilisede seminerim vardı. Lüks arabamla geçtiğim o sokaklarda yürüyordum, sırılsıklam olmuşum, her yerde yıkıntılar vardı. Oradan kaçtım. Daha sonra öğrendim o kız çocuğu da çıkarıldı. Şoku atlattıktan sonra burada insanları kurtarmaya başladık.

Samandağlılarda şöyle bir şey var, her zaman atara atardır

Yardımlara katılmaya başladık. Köprünün hemen orada bir apartman yıkılmıştı, gece oraya gittim. Sahil Güvenlik vardı. Halk her yerden ses alıyordu. Ama sesten emin olmadıkları için “ses ver” diyorlardı, kimse ses vermiyordu. Ben komutandan rica ettim. Ben seslenebilir miyim diye. Önce kendimi motive etmeye çalıştım, Arapça konuşarak motive etmeye çalıştım olmadı. En son Arapça ana avrat sövmeye başladım. Bir yerden sonra o da bana küfür etti komutan durdu. “Hocam ilahi bir şey mi okudunuz” dedi. Halbuki orada hakaret ettim. O da bana küfürle karşılık verdi.  Onu orada çıkardık. Komutana dedim ki “yok küfür ettim”. Çünkü Samandağlılarda şöyle bir şey var. Her zaman atara atardır yani. Ölecek dahi olsa atara atardır.

Buralıyım ben. Buranın en büyük ailesine mensup bir bireyim aslında. Ve yaklaşık 10-12 yıldır psikolojik danışmanlık yaptığım için her aileye girdim diyebilirim. Yani her eve girmişliğim var ya da o evin tarihini biliyorum. Depremin ilk dönemlerdeki kaçışım, belki de şu ana kadar yapamayacağınız şeyleri yapabilmemin sebebi ya korkup kaçmamdı ya da sanırım özüme döndüm ben. Yapmayacağım, hayatım boyunca yapamayacağım şeyleri yaparken buldum kendimi. Mesela ben, ne bileyim uykumu almam gerekiyor. Sabah kalkıp sporumu yapacağım. Güzel bir kahvaltı edeceğim. Ondan sonra kahve içmeden güne başlayamazdım, öğlen mutlaka güzel bir uykum olacak. Akşam bir yerde sosyalleşmeye gidecektim.

1,5 saat uyku, bir öğün yemek

Depremden sonra sanırım bir buçuk ay boyunca günde 1,5 saat uyku ve bir öğün yemek… Öyle bir motivasyon var ki sürekli koşturuyorsun. Hatta bir ara bir sosyal medyaya düşen böyle bir görüntüm vardı. Sitem ediyorum “ilk 3 gün burada kimse yoktu” diye. “Enkazda kendi çabalarımızla canlı aradık” diye devam ediyorum. Oradan yorumları dinlemeniz gerekiyor. “Tipe bak, bu adam hayatı boyunca eline çekiç mi almış? Bu adam kazma mı yapmış? Hep şov yapıyor” diyorlar. Adam doğru diyordu. Hayatım boyunca bahçede bile çalışmadım. Yani şu anda yaptığım şeyleri yapamadım. Ama Tanrı öyle bir şeyle sınadı ki bizi, yapamam dediğim şeyleri yaparken buldum kendimi.

Burada sabah beşe kadar uykusuz kalıp aynı gün belki de dördüncü tırı indiriyordum. Mesela okulun bahçesinde telefon çekmiyordu, bir tek kapının oralarda çekiyordu. Sanırım sabaha karşı 2-3 gibi tırı gönderdik. Artık ayakta duramıyorum. Kapıyı çekecekken telefon çaldı. Açtım bir tır şoförü. “Abi kaç saattir seni bekliyoruz. Telefonla ulaşamıyoruz. Neredesin?” SamandağıHastanesi’ne kadar geliyorlar ama okulun yerini bulamıyorlar. Ağlayacaktım. Tırı yanaştırdık. Sabah saat üçtü artık. Ve ben mecalim yoktu. Adımlarımı artarken yürüyemiyorum. Bir yerde bayıldım. Bak şu anda kimse dokunmayacak bana. En azından bir yarım saat dinleneceğim. Burada aynı zamanda Türk Tabipler Birliği’nden doktor kalıyordum. On doktor ayağa kalktılar. Pat, pat, pat beni kendime getirdiler. Ben bir dakika sonra tekrar malı indirmeye devam ettim. Yani öyle bir enerjiydi. Öyle bir motivasyonla devam edebildik burada çalışmalara.

Ya çocuklar…

Alınteri: Ailesini kaybeden çocuklar nasıl sahiplenildi? Çok çocuk kayıp.

Mehmet Can: Samandağı’nda kayıp çocuk yoktur.  Burada olmaz da zaten. Çünkü Samandağı’nda şöyle bir şey var. Köklü beş büyük aile var. Örneğin, sahada benimle olan bir arkadaşım vardı, kızkardeşini ve yeğenini kaybetti. Bir tek kız kaldı. Onu almak için şu anda beş ayrı aile savaşıyor, biz bakacağız diye… Samandağ’da o çok olmadı. Çünkü buradaki herkes birbirini tanıyor. Yani geri kalan aileler sahiplendiler. Tabii burada bir ailecilik var ama Antakya’da şudur. Adam üçüncü katta oturuyor. Beşinci kat onu tanımıyor ki!.. O yüzden orada enkazda bir çocuk tek başına kurtarıldıysa hastaneye gönderildi. Evet başka yerlerde çocuk kayıplarının çok olduğunu duydum ama burada yok. Mesela bizim burada uzaktan kuzenim olan engelli bir birey var, çocuk MS hastası. Hastanede yakalanıyor depreme. Biz ondan iki ay boyunca haber alamadık. Sonra sosyal medyada olsun çevre çepere sesimizi duyuyorduk. Meğer ki Adana’daymış. Adana’da bir hastaneye bırakılmış. Bunun gibi şeyler de oldu. Mesela burada yakınlarımızın Ankara’da hastanede olduklarını sonradan haber aldık. Ama o hengamenin içinde evet bunlar oldu.

İlk hafta hepimiz kardeş gibi birbirimize sarıldık

Alınteri: Peki yardımlar nasıl geldi size? Gelen yardımlar yeterli miydi?

Mehmet Can: Yardımlar geldi. Ama yardımlar o kadar düzensiz ve koordinasyonsuz oldu ki. Yardımlar çok heba da oldu aslında. Heba edildi. Mesela az önce bahsettiğim gibi Samandağlıların maddi durumları iyidir. Burada maddi durumu kötü bir insanın bile ortalama 100-200 metrekare bahçesi vardır evin arkasında. O yüzden bu insan orada bahçesinde çadır yapmasını, sera yapmasını bilir. Çünkü biz köken olarak marabayız aslında, ırgatız. Yani çiftçiyiz. Buradaki insanlar çadır yapmasını da biliyor, ateş yakmasını da… O ıslak odunla bile ateş yakabilir. Samandağ’a giyim ve konserve çok geldi. Antakya’da apartman yıkılıyor. O apartmandan çıkan insanın kalabileceği tek yer kaldırımdır. Ve o kaldırımda en çok battaniyesinin üzerinde yattı, konserveyle beslendi ilk 2-3 gün. Çünkü hiçbir devlet yetkilisi yoktu. Bakın bu konuda kesinlikle şov da yapmıyorum. Çünkü burada yardım dağıtırken tır şoförleriyle de muhabbet edebildik. Gönüllülerle de konuşabildim. Buraya gelen resmi insanlarla da sohbet edebildim. Orada herkes dürüstçe ifade etti.

AKP’ye oy verenlere Samandağlıların tepkisi

Seçimlerde AKP’ye oy verenlere Samandağlıların tepki göstermesinin sebebi AKP’ye oy verdiği için değil. Çünkü biz ilk hafta kardeş gibi hepimiz birbirimize sarıldık. O insanlar da bas bas bağırıyordu “devlet nerede” diye. Eee şimdi onlar için prefabrik evler yapıldı. Onların ihtiyaçları karşılandı. Biz bu konuda biraz ötekileştirildik. Şimdi onların ilk 5 günü unutup sonradan gelen yardımlara kanmaları bizim müthiş sinirimize dokundu. Yani bir nevi terk edilmişiz gibi hissettik. Bize ihanet etmişler gibi hissettik. Çünkü biz onların acılarını paylaştık. Hepimiz bu noktadaydık.

Hatta şunu diyordum ben sosyal medya paylaşımlarında: “Samandağ en şanslı ilçe!” Bunun sebebi şuydu. Çünkü sera yapabiliyoruz, korunabiliyoruz. Bahçemiz var, ateş yakabiliyoruz. Ama Antakya’da hayatı boyunca böyle yemek pişirmemiş memur bir insanın orada kaldığında o ilk üç gününü tahmin edebiliyor musunuz? Asıl şeyi onlar çekti ama dediğim gibi seçimde bu şekilde yansımasını bilsen hatta son dönemlerde o popüler konulardan biriydi bu. İşte nasıl oy verirsiniz? Öyle bir şey olmuştu.

Yardımlar nasıl geliyordu

Haberlere bakarsanız ilk gün sanırım Hatay’ın adı geçmedi. Kimse Hatay’da deprem olduğunu dahi bilmiyordu. Ama yardımlar şöyle geldi. Yollar o kadar kötü durumda ki tırlar çıktılar. Yolda gelirken herkes yakın yerlere geçmeye başladı. Yani Kırıkhan, Reyhanlı.. burası kadar yani Antakya Defne’ye kadar etkilenmediği halde orada bildiğiniz sokaklarda döküldü her şey. Neden? Çünkü tır şoförü de kaçmak istiyor, Samandağ en ücra noktada. O adam geliyor indirip kaçmak istiyor. Çünkü zaten nakliye parasını almış. O yüzden indiriyor. Yolda bir gün kalanlar ne bileyim yollara atmaya başladılar eşyaları.

Kurum sağlam olduğu için buraya önce bir ekip geldi. Şurayı aşevi olarak kullandılar, şurada mutfağı kurdular, üç kadın müdürdü onlar. Burasını yatakhaneye çevirdik. Yan oda yatakhane. 4-5 sınıf yatakhaneye çevrildi ve burada ortalama günde 150-200 kişi kalmaya başladı Sabah kahvaltısı çıkmaya başladı ve akşam yemeği. İlk 10 gün ekip bizim burada, bu kurumda yemeği yapıp oraya götürüyordu. Çünkü herkes o kadar telaştaydı ki doktorları ya da orada yatan insanları kimse düşünmüyordu. O yüzden burada pişirip oraya göndertiyorduk. Buradaki birçok gönüllü ekip de aslında aynı şekilde burada yiyip içiyordu. Sonra biz bunu bir ay sürdürdük ne zaman ki alternatif mutfaklar kuruldu biz aşevini geri çektik. Çünkü bir ekibim var. Psikologlardan, çocuk psikologlarından, zihinsel engelli öğretmenlerinden, okul öncesi öğretmenler, diyetisyenden, Antakya’daki kliniğimden benim on kişilik psikolog ekibim vardı. Onlar sağ olsun destek oldu.

Yardımlar için daha çok sosyal medya üzerinden çağrı yapıyorduk

Alınteri: Psikologlar nasıl destek oldular? Yani depremzedelere mi destek oldular?

Mehmet Can: O dönemlerde psikolog terapisi yapılmazdı. O dönemlerde insanların ihtiyaçları vardı ve bu ihtiyaçları karşılamak için koşturuyorduk. Nedir? Çadır ihtiyacı vardı, battaniye ihtiyacı vardı, yatak ihtiyacı vardı o yüzden çıkıyorduk. Yirmi gönüllü geliyordu. Çağrı yapıyordum sosyal medyadan. Çuvallarla kıyafet geldi. Biz bunları boşaltıyorduk, istifliyorduk, kenarlara diziyorduk hepsini. Sonra orada, bahçenin ön tarafı sol tarafta, masalar kurulmuş, orada yemek çıkıyordu. İçeride hasta bakılıyordu. Türk Tabipler Birliği burada hasta bakıyordu. Eczaneler ilaç temin ediyorlardı. Biz bunları Mersin’den getirtiyorduk. Birçoğunu arkadaşlarım aracılığıyla temin ediyordum. Onlar gönderiyordu biz arabalara doldurup köylere dağıtıyorduk. Misal Avusturya’dan AFO grubundan beş kişi geldi. Mersin’den bir arkadaşım geldi. Arkadaşlarım arasında hiç ihtimal vermediğim bir arkadaşım. Çocuk biraz sosyete bir çocuktu. Kız arkadaşı da internet fenomeni. Buraya geldiler üçüncü gün gelmişlerdi, tek başımayım bahçede. Çünkü ilk önce bütün personelim ailesini deprem bölgesinden çıkarıp götürdü. Mesela kardeşim buranın sahibi, ona aileyi teslim ettim. O Mersin’e götürdü. Ben de burada kaldım. Personelimin çoğu da yoktu. Ben vardım. Bir de Selda abla vardı -buranın normalde temizlik işlerine bakan ablamız. Sağolsun o burada, yanımda kaldı. Bir de buraya gönüllüler geliyordu. Kahvaltı ederken biri el veriyordu. Herkes birbirine yardım ediyordu.

[Sürecek]

Alınteri

Daha fazlası

İlgili

Ayrıca bak..

Close
Close