ManşetPOLEMİK

Seçimler ve dönem devrimciliğini aşmak

Değişimin esas halkası: Proletarya devrimciliğinde ısrar

Tanur Oğuz Gündüzalp

Gericilik dönemine karşı dönem devrimciliğini anlama bilinci

Kimsenin beklemediği ‘baskın’ bir seçim kararıyla gidilen 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinden AKP ve onun faşist şefi, MHP ile kurdukları faşist ittifaktan istedikleri sonucu alarak çıktı.

Zaten burjuva parlamentarizminin tabutuna çivi çakılalı çok oldu. Tek adam rejimi ve buna uygun devlet biçimi de özellikle son 2 yıldır fiilen uygulanıyor. Şimdi bu rejimin son etabı da en azından yasal prosedür açısından tamamlanmış oldu. Bu, burjuvazinin istek ve ihtiyaçlarının-en önemlisi de kaynak ve pazar olanakları açısından- karşılanması konusundaki saldırganlığın tırmanması, daha gözü dönmüş biçimler kazanması anlamına geliyor. İşçi ve emekçi kitleler, ezilen halklar üzerindeki sınıf egemenliğinin görünür bir şekilde katılaşması, despotik biçimler kazanması anlamına… Bu gerçeğe kimsenin itiraz etmeyeceği açıktır.

Fakat bu sürecin düz bir seyir izlemeyeceği de açıktır. Bir kere burjuva iktidar bloku içinde yeni kapışma ve çözülmelerin yaşanması mevcut bileşim açısından neredeyse kaçınılmazdır. Burjuva iktidar blokunu oluşturan her bir güç, iktidar olanaklarından yararlanmak başta olmak üzere, kendi konumunu güçlendirmek için uğraşacaktır. Her birinin güç isteminin herhangi bir sınırı-eşiği yoktur. Bu güç arayışını siyasal-ideolojik zeminin frenlemesi de bir noktadan sonra neredeyse imkansızdır. Belirli tarihsel eşiklerde-özellikle ağır kriz dönemlerinde-çeşitli kolektif-stratejik kaygılarla adeta zorunlu hale gelen birlikte hareket etme yaklaşımı tüm stratejik kaygılara rağmen bir noktadan sonra tüm güç denetimime geçsin istemiyle yer değiştirebilir. Cemaat-AKP çatışmasında da olduğu gibi şimdi bir arada duranlar bir noktadan sonra iktidar gücünün merkezine oturma arayışıyla kapışan karşıtlar haline gelebilir. İlk elde arka planda yürüyen bu rekabet ve sürtünmeler keskinleştikleri oranda gündelik siyaset ilişkilerini bile belirleyecek bir kapsam ve derinliğe ulaşabilir.

Nitekim bunun ilk emarelerini daha şimdiden bile görüyoruz (Çakıcı üzerinden yollanan mesajlar gibi). 24 Haziran günü kaçak sarayın önüne sıra sıra dizilen kamyonlar ve öncesinden başlayarak alınan bir takım askeri tedbirler bile bu açıdan manidardı. Bu “gösterinin” bir yanını kitlelere gözdağı vermek oluşturuyorsa, diğer yanında da iktidar blokunun kendi içine mesaj salması vardı. “Güç bende” mesajıydı bu…

Yine aynı akşam daha seçimlerin sonuçları açıklanmamışken “seçim galibiyetini kutlama” görünümü altında silahlanmış çetelerle sokakların önden tutulması da böyle ikili bir nitelik taşıyordu. Bir taraftan gelişecek tepkileri anında ve yerinde bastırmayı hedefleyen AKP, diğer taraftan oluşacak yeni güç dengelerinde, rızasının dışında istek ve talebi olanlara da mesaj salıyordu. Devlet içinde oluşturduğu asker-polis gücünün yanında sokaklarda da hazır olduğunu göstermek istiyordu.

Rejimin ilk mesajları

‘Nazi bakanı’ Süleyman Soylu’nun seçim sonrasında HDP Eş Başkanı’nı arayarak tehdit etmesi, yelpazenin daha da genişletilerek CHP’yi de içine alan bir kapsama kavuşması başkanlık rejiminin nasıl bir ceberrutluk anlamına geldiğinin çarpıcı ilanı oldu.

Eren Erdem’in apar-topar gözaltına alınarak ucuz bir gerekçeyle tutuklanması da, HDP’lilere yönelik siyasal linç kampanyasının CHP’ye kadar genişletileceğini gösterir nitelikte.

HDP ve CHP’nin daha kabine oluşturulmadan ve vekiller Meclis çatısı altında yemin ederek göreve başlamadan tehdit edilmeleri ‘ayağınızı denk alın’ mesajı olarak da okunabilir. Zira iktidar blokunun sürtünme yaşamaksızın birbirine en yakın durduğu çizgi şüphesiz ki, HDP’nin barajı aşmasına duydukları tahammülsüzlük ve hazımsızlıktır.

Seçimin diğer boyutları olmakla birlikte AKP açısından en büyük başarısızlığı HDP’nin barajı aşarak, Meclis’e girmiş olmasıdır.

Bunu engellemek için yapmadıkları kalmadı. Tüm olanak ve imkanlar sınırsızca kullanıldı. Kürt halkı ve temsilcilerine yönelik baskı ve zorbalığın en katmerlisi uygulandı. Seçimlerdeki hile ve usulsüzlüklerden gözaltı ve tutuklamalara, seçim çalışmalarına dönük engellemelere kadar pek çok şey denendi. Faşist güruhlar eliyle örgütlenmiş saldırılar sahnelendi. Çalışanlarına dönük linç denemelerine girişildi. Buna rağmen HDP’nin barajı aşması engellenemedi. Keza Kürt illerinde uygulanan özel seçim politikaları da bu başarıyı engelleyemedi. Taşınan sandıklara ve kontra yöntemlerle halkın oylarının gasbedilme girişimlerine rağmen HDP 11 ilde birinci parti olmayı başardı.

Bu açıdan da AKP’nin özel saldırganlığı son derece anlaşılırdır. Tüm bunlara rağmen ortaya çıkan bu sonuç kendisi açısından gerçekten de bir yenilgidir.

Tüm saldırganlığına rağmen susturamadığı ve diz çöktüremediği bir kitlenin var olduğu gerçekliği, AKP’nin görünür başarısızlığını daha da pekiştirmektedir.

Erdoğan’ın, “HDP’ye barajı aştıracak oyu kimler veriyor, anlamıyorum” demesi de malumun ilamı anlamına geliyor.

Erdoğan ve AKP’sinin yaşadığı bu korku, CHP tabanı ile HDP tabanı arasındaki ön yargıların, özellikle şovenizm cephesinde açılan gediklerin varlığıyla daha da derinleşiyor. Keza bu gediklerin önümüzdeki dönemde halkların kardeşliği temelinde oldukça stratejik bir anlam ve zemine kavuşması sözkonusudur. Elbette doğru bir siyaset ve örgütlenme perspektifiyle… Ortaya çıkan bu gediğin işlenerek-derinleşmesi sistem ve onun varlığını dayandırdığı tarihsel gericilik birikiminin çatlaması açısından ciddi bir tehlikedir. CHP’ye öfkesinin esas temeli de burasıdır.

Evet, CHP tabanından HDP’ye verilecek oyların aileler içinde tartışılarak belirlenmesi, oyların bölüşülmesi ve kimi aile bireylerinin oylarının, “HDP’nin Meclis’te olması ‘demokrasi’ için önemli bir adımdır” anlayışıyla yönlendirilmesi şüphesiz anlamlı bir gelişmedir. Bu dayanışma ve yan yana gelme duygusunu tetikleyen etmenlerden biri Erdoğan karşıtlığıysa, diğeri hatta daha da önemlisi AKP’de cisimleşmiş führerci faşizm karşısında Kürt halkının ve özelde de HDP’nin öne çıkan isimlerinin dik bir duruş sergilemesinin yarattığı sevgi ve sempati duygusudur.

24 Haziran akşamı İnce’de cisimleşen ‘korku’ karşısında, “iyi ki HDP’ye oy vermişim” diyen sayısız insana tanık olduk.

Seçim sonrası: Moral bozukluğuna evrilen ‘bilinç’

24 Haziran seçimlerinin sonucu bazı toplumsal kesimlerde hissedilir bir moral bozukluğuna yol açtı. Bu moral bozukluğu kimi yanlarıyla anlaşılırdır. Keza seçim çalışmaları döneminde ortaya çıkan “değişim” rüzgarı sandıktan çıkacak sonuçlara ilişkin beklentileri hayli yükseltti. AKP’nin oy oranlarının gerilemesine rağmen Erdoğan’ın 2. tura kalmadan “atı alıp Üsküdar’ı geçmesi” yaşanan rüzgarın yarattığı siyasi iyimserlikle çelişen en önemli sonuç oldu. Moral yıkım yaşayan kesimler de esas olarak bu noktadan bakmakta, CHP’nin hızlı havlu atmasıyla bunu daha da derinleştirmektedir.

Oysaki sonuçlar pek çok açıdan oldukça sarsıcı dersler-görevler anlamına geldiği gibi, ortaya çıkan toplumsal direniş dinamiklerinin görülmesi açısından da devrimci iyimserliği besleyecek saysız veri sundu.

Sarsıcı görevlerin başına işçi ve emekçilerin gündelik hayatlarına dokunmayı esas alacak bir devrimci çalışmanın kaçınılmazlığının bir kez daha yüzümüze vurulması olduğunu yazabiliriz. Mesele moral bozukluğundan öte asıl olarak tasfiyeci yılların yarattığı alışkanlıklardan, bizi toplumsal gerçeklerden koparan kendi rutinlerimizden kurtulmayı esas almaktır. Seçim sonuçları önümüze en başta bu gerçeği bir kez daha koydu. İşçi ve emekçilerin sade ve gündelik yaşamlarıyla buluşmamızı sağlayacak araç ve yöntemlerin hızlıca hayata geçirilmesinin kaçınılmazlığını…

Seçim sonuçlarından da görüldüğü üzere, işçi ve emekçi kesimlerin büyük bir çoğunluğu AKP’den kopamamıştır. Milyonlarca emekçinin yaşadığı ekonomik ve siyasal zorlukların sorumluluğunu kendisinin dışında göstermeyi başaran AKP, kitlelerin bilincini ve de öfkesini farklı kanallara yönlendirebilecek gündemler örgütleyebilmektedir. Güçlü bir devrimci sınıf hareketinin eksikliği, kitlelerle kurulan bağların zayıflığı ve kitlelere güven vererek moral çıkış yaratacak devrimci bir odağın olmaması, bu durumu AKP lehine çeviren başkaca bir etkendir.

16 yıllık siyasi iktidarı boyunca işçi ve emekçilere ne ekonomik ve siyasi ne de kültürel, ahlaki ve insani erdemler açısından zerre kadar katkısı olmayan AKP’nin kitlelere verdiği tek şey bu kesimlerin beklentilerine uygun “değişim umudu”dur.

AKP dayandığı kitlesel taban dışında kalan tüm toplumsal kesimlere karşı siyasal bir savaş halindedir. Aslında konsolide ettiği kitlenin istek, beklenti ve ihtiyaçlarını karşılamaktan da hayli uzak olmasına rağmen bu kitleyi de sözkonusu toplumsal kesimler üzerinde estirdiği çok yönlü terörle kendisine bağlamaktadır. Bu terörü onlara umut ettikleri değişimi sağlayacağının güvencesi olarak empoze etmektedir. Kendi tabanında yarattığı “değişim” beklentisini karşıtlaştığı diğer toplumsal kesimlere dönük saldırganlıkla beslemektedir. Yani Erdoğan, tarihsel-toplumsal gericilik birikimini de arkasına alarak siyasal tekelini sürekli biçimde pekiştirmektedir. Her alanda azami güç ve egemenlik anlamına gelen faşizmin führerci biçiminin toplumsal tabanını onların tarihsel gericilik birikiminden beslenen gerici bir değişim beklentisine diri tutarak süreklileşmiş biçimde konsolide edebilmektedir.

Bunu şöyle de okuyabiliriz: Örgütsüz ve bilinçsiz kitlelerin kendiliğinden hareketi, kendisine öncelikle bir ‘güç merkezi’ arar, güçlü olanın arkasında toplanma eğilimi taşır. Çünkü o gücün kendisini koruyabilme kudretinde olduğuna inanır. Kitle psikolojisi bakımından bir terslik yoktur bunda. “Örgütsüz ve bilinçsiz” bir kitleden söz ediyoruz çünkü. Bu kitle psikolojisini iyi ölçen AKP, beklentileri yanında içlerinde birikmiş öfke ve özlemlerini de sömürerek onları peşine takabilmektedir. Dahası bununla bu kitleyi vurucu bir güce dönüştürebilmektedir.

Elitist bir yaklaşımla Cumhuriyet tarihi boyunca dışlanarak siyaset dışına itilmiş, toplumsal yaşamın belirleyici alanlarından uzak tutulmuş siyasal İslam kimliğini, eskisi gibi itilip-kakılır hale düşme korkusunu kaşıyarak arkasında mevzilendirmektedir.

AKP’nin seçim propagandalarına işlediği motiflere baktığımızda, hepsinin gelip bu korkunun istismarında düğümlendiğini görürüz.

Siyasal İslam politikasının emekçi kitlelerin gündelik yaşamına etkisi o kadar belirgindir ki, Erdoğan işçilerin grev hakkına ve direnişlerine her fırsatta saldırdığı halde sanayi kentlerinin birçoğunda ya da tarımın göçertildiği illerde bile AKP hala büyük bir çoğunluk tarafından desteklenmektedir. Demek ki kitlelerin tercih ve yönelimleri, sadece şu ya da bu etkene bağlı olarak basit bir etki-tepki ilişkisi biçiminde oluşmamaktadır. Dolayısıyla,  bir sözle, bir eylemle ya da ardı ardına sıralanan birkaç yanlış pratikle kitlesel kopuşlar mümkün değildir.

Toplum biliminin kimi temel yasaları vardır. Fakat gündelik olan ya da ideolojik-siyasal-kültürel olan bu temel yasaların açığa çıkmasını süreklileşmiş bir şekilde engeller, perdeler. AKP kitleleri tam da bu noktadan tutmakta ve bunu günlük hayat içinde sayısız araçla yeniden yeniden üretmektedir.

Toplumsal ilişkiler elbette asıl olarak üretim ilişkileri üzerinden şekillenir. Fakat bu kaba bir nedensellik ilişkisi biçiminde hayat bulmaz. Ekonomi ve toplumsal hayat arasında tak-şak şeklinde bir ilişki yoktur. Özellikle gündelik hayat içinde bu daha fazla görünmezleşir.

Günlük ekonomik-siyasi-kültürel-dinsel-… ilişkiler yeniden ve yeniden üretir tüm bilinç ve davranış biçimlerini. Gündelik hayat içerisinden üretilen bu bilinç giderek genel bir kabul görür ve bireyler açısından doğrunun ölçütü haline gelir. Nitekim sonuçlar üzerinden bir okuma yapıldığında bu daha net bir şekilde görülebilir.

İşçi ve emekçilerin gündelik yaşamına sirayet etmeyen devrimcilik, şeker fabrikalarının satılmasına rağmen AKP’nin o illerde halen gücünü koruyor olmasını anlayamaz. Erdoğan’ın işçi sınıfına dönük sınıfsal kinle söylediği onca söze, mesela patronlara OHAL’i “bakın grev mırev oluyor mu?” şeklinde pazarlamaya kalkışmasına rağmen işçi kitlelerinde kitlesel bir kopuşun yaşanmamış olmasını bu gerçeklik içinde bir yere oturtamaz.

Tersinden, CHP’nin aday gösterdiği Muharrem İnce de kitlelerde bir beklenti yarattı. Bu beklentinin adına da “değişim isteği” demek yanlış olmayacaktır. Erdoğan gibi hitap gücü yüksek, alanlarda yaptığı konuşmalarda hasımlarını bastırıp sindirebilen, manipülatif söylemler ve demagojide ustalaşmış bir şahsın karşısında en az onun kadar laf cambazlığı yapabilen İnce çıktı. Hem de Erdoğan’da olmayan bilim, kuantum, Endüstri 4.0 gibi kavramlarla konuşarak yaptı bunu.

Entelektüel derinlik bakımından Erdoğan’dan aşağı kalmayan yüzeyselliği sık sık sırıtmasına rağmen kitlelerin kulağına hoş gelen şeyler söylemesi, üslubunun anlaşılır olması yanında hazır cevaplığı, demagoji yeteneği gibi etkenlerin toplam bir sonucu olarak sadece CHP teşkilatlarını ve tabanını motive etmekle kalmadı, CHP’ye güven duymayan kesimler içinde de bir “değişim” umudu ve beklentisi yaratmayı başardı. Meydanlara topladığı kalabalıkların büyüklüğü, Muharrem İnce’nin ya da CHP’nin başarısından çok toplumdaki bu “değişim” beklentisi ve ihtiyacının dışa vurumuydu.

Türkiye sol-devrimci hareketinin uzun zamandır ıskaladığı -ya da yakalamayı beceremediği- can alıcı noktayı, bu seçimde Muharrem İnce yakaladı. Dolayısıyla, 24 Haziran’da ortaya çıkan tabloya bakarak hala, “kim kimden kaç puan aldı”, “şunun yerine bununla mı ittifak kurulmalıydı”, “bundan sonra kim kime mahkûm” gibisinden gündelik sığ tartışmalarla oyalanmak yerine bu can alıcı noktaya yoğunlaşarak ders çıkartan sonuçlara yönelmek gerekir.

Gericilikten koyu gericiliğe karşı panzehir; dönem devrimciliğini aşma görevi

Öncelikle bu sorun, hem tarihsel hem de güncel bir sorun olarak, Türkiye devrimci hareketinin en önemli sorunu olarak bugün başa yazılmalıdır: Kendi içinde tüm farklı pratik ve değişik programa sahip olmasına karşın TDH, stratejik bir dönem kavrayışı ve bu temelde şekillenecek güçlü bir siyasal bilince sahip olmalıdır. Döneme müdahalede gösterilmesi gereken inisiyatifin, dönemin özellikleri ile tarihsel görevlerin öne koyduğu taktiksel hamle ve yetkinlikle buluşmayan hiçbir politikanın, daha doğrusu militan bir temelde devrimcilik üretmeyen hiçbir politikanın, sınıf hareketinin gelişmesine yol açmayacağının bilinmesi gerekir.

Türkiye devrimci hareketi açısından devrimci yükseliş dönemleri, her örgütün hızlı geliştiği, devrimin güçlerini büyüttüğü, kadrosal yönden de bir büyüme sağladığı bir dönemdir.

Örgütsel-kadrosal sorunlarda devrimin yükseliş evreleri sırasında da sorunlar çıkmakla birlikte; parti ve örgütlerin eksiklerini, hatalarını, gelişmemiş yönlerini telafi etme olanakları hareketin genel büyümesi içerisinde daha fazladır.

Ama bugün içinden geçtiğimiz türden gericilik dalgası, bir bütün olarak devrimci hareketin, güç ve olanaklar yönünden daralmasına yol açıyor ve ağırlaşan sorunlar karşısında devrimci politikanın üretilmesi günden güne zorlaşıyor. Dönem devrimciliğinin çizgisini, sınırlarını aşmak bir yana; aynı zamanda önemli bir kuşak kaybının ortaya çıkmasıyla telafisi mümkün olmayan önemli bir dinamik güç yok oluyor.

Bugünün kadroları açısından ise güçlü bir dönem kavrayışı üzerinden şekillenen siyasal bilinç düzeyi önemli bir yerde durmaktadır. Bir örgütün/partinin döneme müdahalesinde gereken inisiyatif ve etkinliğin gösterilebilmesi için her temel taktiksel aşamanın, bir bütün olarak içerisinde bulunulan dönemin özellikleri ve görevlerinin kadrolar tarafından güçlü bir kavranışı şarttır. Yani şu ki, bir komünist her dönemin özgüllüklerine hâkim olmayı bilmelidir. Sadece temel bazı devrimci özelliklere sahip olunması yetkin bir çalışma yürütmek için yeterli değildir. İçinde bulunduğu dönemi ve onun önüne koyduğu ödev ve görevleri ne kadar güçlü bilince çıkartmışsa ve kendisini buna uygun konumlandırmışsa o ölçüde hızlı bir gelişim sağlayacaktır. Süreçlerin üstüne çıkan bir gelişme çizgisi yakalamayan, dönemsel tek yanlılaşmalar ve sınırlı bir gelişim içerisinde kalan bir kadro için ise, güçlü bazı özelliklere bile sahip olsa tehlike çanları çalmaya başlamış demektir.

Değişimin esas halkası: Proletarya devrimciliğinde ısrar

Hepimiz gözlemliyoruzdur: Türkiye toplumu çok hızlı bir değişim içinde. Kuşkusuz istenen, özlenen yönde bir değişim değil bu. Burjuva yozluğun, bireyciliğin, adam sendeciliğin başını alıp gittiği, sosyal ilişki ve davranış biçimlerinin bu temelde şekillendiği toplu bir çürüme hali.

Yaşadıkları sömürü düzenini ve buna karşı nasıl mücadele yürütmeleri gerektiğini işçi ve emekçilere kavratmanın yolu, sosyalist aydınlatma çalışmasıyla açılır. Ama şunu da belirtmek gerekir: İşçi ve emekçiler, kendi kişisel deneyimlerinden hareketle yüzeysel de olsa bir düzen algısına sahiplerdir. Bu nedenle devrimci hareket, çalışmasını düzenin teşhiri ile sınırlı tutmamalı, düzenin değiştirilmesini hedefleyen bir içerik ve kapsamda yürütmelidir. Düzenin değiştirilmesi çağrısı ve mücadelesi ise, işçi ve emekçilerin yığınsal seferberliği sağlandığı ölçüde mesafe kat edebilir.

Uzun bir döneme yayılan istikrarlı ve ısrarlı bir aydınlatma çalışmasının somut ve denetlenebilir sonuçlar vermesi, faaliyetin başarısını gösterir. Ajitasyon-propaganda çalışmasının somut hedefleri, genel hareket planına bağlı olarak somut amaçları vardır. Yani amaç, kendi başına ajitasyon, kendi başına bir propaganda çalışması olmamalıdır. Faaliyetin başarısı, yöneldiği kesimlerin eski düşüncelerini değiştirme düzeyiyle ölçülürken; bu değişimin denetimi de, yapılan çağrıların eylemli yanıtlanmasıyla sınanır. Dolayısıyla, ‘sosyalist aydınlatma’ faaliyeti, salt teşhir, açıklama, izah etme, soyut bir hedef gösterme ile sınırlı tutulmayıp, örgütlenme ve eylem seferberliği ile birlikte yürütülmesi durumunda etkili ve başarılı olacaktır.

Sosyalist aydınlatma faaliyetinin başarıları, bugün daha ileri kriterlerle ölçülmek zorundadır. Ölçü, “kaç yüz ya da kaç bin kişiye ulaştık” değil, “kaç yüz ya da kaç bin kişiyi harekete geçirerek seferber edebiliyoruz” olmalıdır. Tabii niceliksel hedefler de artık yüzler ya da binler değil, yüzbinler, milyonlar olmak zorundadır. Bu ölçüler temelinde belirlenen hedeflere ulaşmak ise, dün yeterli olabilen birikim, biçim ve tarzı aşarak daha güçlü bir donanıma ulaşmayı gerektirir. Devrim hiçbir zaman küçük birikimlerle gerçekleşmez. Devrim nasıl nitel bir sıçrama anlamına geliyorsa, devrimin hazırlığı da sıçrama ve kopuşlarla gerçekleşir; ki bu süreçler kendiliğinden gelişmez, süreç-birikim-kıvılcım üçlemesini gerektirir. Dönem devrimciliğini aşmanın yegâne yolu da buradan geçmektedir.

50 yıllık tarihsel birikim ve tecrübenin üzerinde yükselen devrimci hareketin bugünkü gerçekliğine baktığımızda; ne ülkenin politik gündemini etkileyecek bir kuvveti ne de ilerici kamuoyu ile işçi ve emekçilerin en azından öncü kesimleri üzerinde politik ve siyasal bir etkisi ve inisiyatifi vardır. İkisi de yoktur. Tek tek siyasi örgüt ve partilerin de ötesinde hareketin toplamının yapacağı ekonomik ya da politik bir çağrıya uyacak kesimlerin sayısal düzeyi bile sınırlıdır; bu güçle bir denge durumu yaratılabilmesi bile olanaksızdır. Bırakalım ülke çapında etkili olmayı, etkili olunan lokal bir alandan söz etme imkânı dahi kalmamıştır. Bir devrimin çapı ve kapsamı düşünüldüğünde, aradaki makasın ne kadar korkunç bir biçimde açıldığını görmek için, en azından görme yeteneğini yitirmemiş olmak bile yeterlidir.

Dolayısıyla, devrimci öncülük misyonunun kavranışı, tarihsel sorumluluk ve rol bilincinin mutlak olarak yenilenmesi, ufku geniş tutacak teorik-pratik hamleler ile öncülük, önderlik ve devrim iddiasının yeniden şekillenmesi gerekmektedir. Milyonlara bu topraklarda devrim ve sosyalizmin yaşadığını hatırlatarak, “Ayağa kalkın, bize güç verin ve onlara diz çöktürelim!” şiarlarını işçi ve emekçilerin bilincine taşıyacak bir iradenin kendisi gerekmektedir. Ancak ve ancak bu iradeye sahip olunduğunda İstanbul’dan Diyarbakır’a uzanan milyonlar, devrim devrim diye atan yürekleri dinleyecektir.

Burjuvazi ve gericiliğin bütün kuvvetleri, devrim ve sosyalizm kavramlarını “dinazorluk belirtisi” olarak kodlasa da, işçi ve emekçi kesimler açısından devrim ve sosyalizm hala bir ihtiyaç, kapitalizmin yarattığı tüm sorun ve tahribatlar karşısında hala tek köklü çözümdür. Devrimi ve sosyalizmi örgütleyip gerçekleştirmenin nesnel-tarihsel koşulları, bugün son derece olgunlaşmış durumdadır.

Dolayısıyla dünün eski tarz ve alışkanlıklarından kurtulmak; “temel tez ve ilkeleri korumak” adına dogmatizmden de, “bilgi ve bilimsellik” adına üretimsizliğin ikiz kardeşi olan doktrinerizmden de ciddi ve anlamlı bir kopuş gerçekleştirerek her açıdan yeniyi, tarihsel gelişmenin yönünü temsil edecek bir öncülük iddiasını kuşanmak, bugünün en acil ihtiyacıdır.

Öncülük iddiası bir siyasi ilişkidir ve toplumun derinliklerine kök salmak, içine yayılıp nabzını tutma imkanları oluşturarak toplumdaki değişim istek ve eğilimini yakalayabilmekten geçmektedir.

Önderlik iddiası ise devrimci bir pratik ilişkisidir. Toplumdaki değişim istek ve eğilimini sezer, ortaya çıkarır ve yön vermeye çalışır. Dolayısıyla önderlik iddiası taşıyan bir hareket, bütün dikkat ve enerjisini öncelikle, kitlelerin ruh halini, istek ve beklentilerini anlamaya, sezmeye ve yoğunlaştırmaya yönlendirmelidir. Devrimci politikanın kitleler tarafından benimsenmesi ve sahiplenilmesinin önkoşulu, bu kitlenin değişim istek ve beklentilerine yanıt olup olamama yeteneğidir. Kâğıt üzerinde çok doğru politikalar üretmek, marifet olmadığı gibi çok önemli de değildir. Somut gerçekliği ve zamanın akışına yön veren dinamikleri yakalayamayan, onların istek ve beklentilerinden uzak olduğu kadar güncel gelişmelere etkide bulunacak devrimci bir dinamizm ve sahiplenmeye dönüşmüyorsa, üretildiği zannedilen “politika”nın görünüşte dört dörtlük olmasının bir yararı yoktur.

Son olarak, hedef ve iddia, faaliyetin kapsam ve derinliği, siyasal etki düzeyinin çapı, kurumlaşma düzeyi, kitleselleşme ve kadrolaşma, yönetme yeteneği, plan yapma-harekete geçme hızı vs. vs. bakımlarından bugün için bunların bir kısmı eksik kalabilir, düzeyi yer yerde farklı da olabilir. Önemli olan çalışmanın bütünü ve gelişmenin yönüdür. Çalışmanın bir kısmının geleceğe dönük olması, bir kısmının da belli koşullarda ortaya çıkması olasılığı hesaba katılabilir. Kitleler, hareketin çağrısına uyup henüz eyleme geçmiyor olabilirler; önemli olan devrimci bir odağın olduğunu bilmeleridir. Tutarlı ve istikrarlı, duruşuyla ve mantığıyla olduğu kadar yarı yolda bırakmayacağı konusunda da güven veren kararlı bir politik kuvvetin varlığını bilmeleri stratejik değerdedir. Siyasal etki gücünün artması, iktidar bilinci, kitleselleşme gibi rakamsal verilerle ölçümü olmayan, nitelikle ilgili unsurların değeri ve sonuçları zamanla ortaya çıkar. Bugün yönelim ve kararlılık, geleceği hazırlama inancı, verili durumda kitlelerle ilişkilenme biçim ve düzeyiyle bağlantılıdır. Kitlelerin bilincinde bırakılan iz kalıcıdır ve bu iz artık yatağını bularak toplumsal değişim ve dönüşümlerin yolunu döşemelidir.

Gericilik ortamının yarattığı uğultu içinde kulaklarımıza gelen ulumalar ve ıslıklar bizi korkutmasın! Çünkü bizim koro halinde söyleyecek şarkılarımız, kol kola girerek çekeceğimiz coşku ve heyecan yüklü halaylarımız olacak…

Şimdi safları sık ve sıkı tutma zamanı…

Gazete Alınteri 1 org

Etiketler
Daha fazlası

İlgili

Close